Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

19 Ekim 2022 Çarşamba

SAHİ...

 SAHİ MUTLULUK NEREDE?


Çocukluğumdan beri ararım mutluluğu. Bazen  kuyruğu kopuk bir uçurtmanın süzüldüğü mavi gökyüzünde. Bazen kolu kopuk bez bebeğimi ninnilerle uyuturken geçen zamanda.

Ama en hoşuma gideni de bayram öncesi tatlı telaşlarımızın içinde saklardık mutluluklarımızı. O çocukluk yıllarımı çok özlüyorum her bayram öncesinde...

Annemin bize aldığı yeni giysiler ve bayram ziyaretlerimiz esnasında "harçlık" beklentilerimiz olurdu. 

Ah ki ne ah!

Nasıl unuturum ki, o bayramları?

Hani, " yetimdir," diye elime sıkıştırdıkları mendil arası yüklü harçlıklarımızı...

Nasıl unuturum ki, "Babam kokusu aldığım Yakup eniştemle, Muzaffer amcamın başımı okşadığı o yılları... 

Ama ben mutluluğu hep yağmur sonrası arardım. Hani yedi rengin gözlerimize değdiği anlarda...  Çocukluk işte...Hikaye bu ya; güya gökkuşağının altından geçersek, cinsiyetimiz değişirmiş!  Ben erkek olmayı çok istiyordum. Bu yüzden Meryem'in dışında çocukluğumda hiç kız arkadaşım olmamıştı benim. Neden Meryem?

Onlar inek besler, süt ve peynir satarak geçinirlermiş. Meryemin üstü başı, saçları hep inek inek kokardı. Yani tezek kokusu onu da yalnız bırakırdı. Bir ben aldırmazdım o kokuya...

Ben mi neden yalnızdım?

Galiba biraz yaramaz, biraz huysuz, biraz da hareketliydim.


Evet, çocukluğumuzda mutluluk arayışlarımızla mutluluğa koşardık. Bazen bir masaldaki özgürlüğü bekleyen Gratel, bazen cadıdan kaçan Pamuk Prenses, bazen de rüyalarının gerçek olmasını isteyen bir Kül kedisi rolünde mutluluğu arardık. Evet masallarla büyüdük biz...


Gençliğimizde sevgiyi arayarak ulaşmak istedik. Birkaç hayalkırıklığı yüreğimizdeki güven duygumuzu çapaladıysa; aşkla ulaşmak istedik mutluluklara.

Kah arabesk takıldım, her sevda kırıklıklarında. Ayrılıklar gönül kapımızı çalınca yine de vazgeçmezdik: Orhan Gencebay'ın "Gel arkadaş olalım, azalır belki acım," gibi şarkılarda. Kah romantizmi yaşardık; İlhan İrem'in "Konuşamıyorum, Anlasana, Yazık Oldu Yarınlara," duygu yüklü notalarında anlaşılmak ister, yalnızlık limanlarımıza çekilirdik...

Bazen de Özdemir Asaf'ın gizemli sevda dizelerinde, bazende Nazım'ın Vera'sına benzer bakışlarda arardık. 

Sahi biz çok mu, Leyla ile Mecnun, gibi sevda masalları dinlemiştik?

Bu nedenle mi Ferhat gibi güçlü kuvvetli masal prensi hayal etmiştik?

Neyse...

Okul bitti, hayata atıldık ama mutluluk arayışımız hiç bitmedi bizim.

Sahi nerelerdeydi, ayaklarımızı yerden kesecek olan, şu mutluluk?

Neden ona ulaştığımızı sandığımız anda hep hüzünler konuk oluyordu gönlümüzde?


Sorularımıza yanıt bulabilmemiz için yolun yarısını aşmamız gerekiyordu.

Mutluluk enerji bataryamız ne zaman tükendiyse dolmasını beklemiştik.

Tedavi ettiğiniz yaralı bir kuşun kanadındaymış...

Kuruyan kaktüsünde değen  bir yağmur damlasındaymış...

Başını okşayıp, avuçlarına şeker doldurduğunuz bir yetim/ öksüzün gülüşlerindeymiş...

Soğukta acıyıp eve aldığınız ıslak bir kedi yavrusunun soba arkasında uyuyuşundaymış...

Hastaneye anonsla koşturup hayat verdiğiniz insanın gülümsemesindeymiş...

Kırdığınız bir kalbe şevkatle uzanıp, onu onardığınızdaymış...

Ve ilklerdeymiş mutluluklarımız.

İlk dostluk...

İlk aşk...

İlk öpücük...

Ve tanrının size ilk ödülü sunuşu an...

Bebeğinizi kucağınıza aldığınız o ilk andaymış...

Ve daha birçok ilkler...

Farkında olmadan öyle çok biriktirmişiz ki mutluluklarımızı.


Aslında mutluluk, herkes gibi yaşarken "kendin" olabilmekmiş.

Aslında mutluluk, uzanmaya, aramaya, dokunmaya gerekli olmayan bir yerdeymiş.


Yunan mitolojisinde mutluluğa dair çok anlamlı bir hikaye anlatılır. Efsaneye göre  tanrılar, önemli bir karar almak için toplanır. Konu şudur:

İnsanlar, mutluluğun kıymetini, değerini anlamaları için mutluluğu saklayacak yer aramaktadırlar. 

Tanrının biri der ki:

"Göllerin en uzağına saklayalım."

Diğer bir tanrı;

" Denizin en dibine..."

Öbür tanrı;

" Ormanın en kuytu yerine..."

Sonunda sözü en bilge tanrı ele alır:

" Hiçbiri mutluluğu saklamak için uygun değildir. Mutluluk o kadar kolay bulunmamalı. İnsanlar biraz aramalı."

Diğer tanrılar bilge tanrıya güvenirler:

"Peki, nereye saklayalım?"

Bilge tanrının yanıtı hazırdır:

" İnsanların içlerine saklayalım. Oraya bakmak akıllarına gelmez."

...

Evet, mutluluk bir nefes kadar bize yakınken; onu hep gökyüzünde, yeryüzünde ve yaşamın cangıllarında arayıp durduk değil mi?

Meğerse o hep içimizde saklıymış.

Sevdiğimiz birini yaşarken kaybedince anladım.

Var olan değerlerimizi elden gidince anladım.

Size mutluluğun kısa resmini çizeyim mi?

"Kahveni nasıl istersin canım?"

"Elinden isterim canım."

Ne güzel bir mutluluk resmi değil mi?

Hadi sizde bir resim çizin.

Hep mutlu olun.

Daima sevgiyle kalın.


Emine Pişiren/ Altınoluk

11 Kasım 2021 Perşembe

GÜNÜN BİRİNDE

 



Eğer günün birinde biri çıkar da sol yanını  kundaklarsa,

Hiç düşünmeden gel bana!

Belki yanıkların izini geçiremem, ama yanan yerlerinin acısına merhem olabilirim.

Eğer günün birinde; yolunu şaşırıp kendinde dahi kaybolursan,

Hiç düşünmeden bana gel.

Belki içindeki adresi bulmana yardım edebilirim.

Ve hatta,

Elinden tutar, kaybolmana mani olabilirim...

Eğer günün birinde; herkes senden gider de tek başına kalırsan,

Hemen bana haber sal!

İki kişilik yanlızlık için sana yemin edebilirim. 

Şayet günün birinde beni bulmak istediğin yerde göremezsen, 

Aradığında sesimi duyamazsan,

Bil ki, o gün bu dünyadan göç ettiğim gündür!

Belki o gün, dualarına gereksinim duyabilirim. 


Emine Pişiren/Kocaeli

18 Eylül 2021 Cumartesi

ADI ÖMER' Dİ...

 


Henüz 6 yaşındaydı. Yosun yeşili bakışları vardı. Yüzündeyse buruşuk kesekağıdına benzer bir ifade açıkça fark edilmekteydi. Onun aksi görünüşünün altındaki asıl duyguyu örttüğünü kim bilebilirdi ki? Onun beden dilini okuyanlar, güneşten sanıyorlardı.

Bahçenin bir köşesinde tek başınaydı.

Annesi onu daha göbek bağını kesmeden çöp kutusuna atmıştı. 

Anne, nedir? 

Nasıl bilinir?

 Nasıl sevilir? 

Henüz bilmiyordu!


Mayıs ayının ılık esintisi bahçeyi doldurmuştu. Çocuk yuvasında tatlı bir telaş vardı.

 İç salon süslenmişti. O gün anneler günü kutlanacaktı. Annesi olan çocuklar şendi, mutluydu. Yuvanın eğitimcileri bir hafta öncesinden onlara grafon kağıtlarından renk renk çiçek ve kalpler yaptırmıştı. Şiirler ezberletmişti.

Ömer, o gün boynu büküktü. Duvara sırtını dayamıştı. Yerde çömelik bir vaziyette, sessizce diğer arkadaşlarının aydınlık yüzlerindeki anlamlandıramadığı, tanımlayamadığı mutluluklarını izlemekteydi.

Bir süre sonra bekçinin düdüğü öttü. Düdük sesini duyan çocuklar ana bahçeye doğru, çığlık çığlığa koşturdular.

Her biri " annem geldi," diyordu...

" Annem geldi!"

Bahçedeki çocuklar, yuva bekçisinin çaldığı düdük sesini duyar duymaz, penguen yavruları gibi aynı noktaya doğru koşturdular. 

Kim koşturdukları nokta çoğu etkinliklerin gerçekleştiği, ana salonun dış kapısıydı. Salonda onları beklemekte olan kişiler de anneleriydi.

 Anneler günü kutlamasının yapılacağı salondan içeri hızlıca giriş yapan çocukların o tatlı heyecanları, görülmeye değerdi. Tam bir hafta göremedikleri annelerinin kokularını duymak, onları özlemle kucaklamak içindi.

En son Ömer girdi salona.

Ürkekti...

Çekingendi...

 Sessizce bakışları salondaki her kavuşmaya dokunmaktaydı. Yuvanın sorumlu müdüre hanımı, onu öyle görür görmez yanına yaklaştı. Başını sevecenlikle okşadı. Sonra da omuzlarını  sıkıca kavrayıp, 

" Hadi gel Ömer'ciğim, sen de şu koltuğa oturabilirsin," dedi.

İşaret ettiği koltuk, müdüre hanımın hemen sağında  yer alan koltuktu.

Küçük çocuğun yüzüne şaşkınlıkla karışık;  biraz mahcup, biraz da minnet ifadesi eklenmişti.

" Müdür anne, ama ben o koltuğa oturamam ki."

Müdüre hanım çocuğun başını okşayıp sordu:

" Neden oturamazmışsın, Ömer'ciğim?"

" Çünkü o koltuk size, öğretmenlerime ait. Oturmamız yasak!.."

Çekingen duruşunu görünce, hafifçe bir gülüş uzattı müdüre hanım. Koltuğu geriye doğru çekip oturmasını işaret etmişti.

" Bugün o koltuk sana ait Ömer. Haydi gel otur oğlum. Çekinme!.."

Ömer'in o dakikadan itibaren yüzündeki öksüz ifade silinmişti. O dakikadan itibaren kendisini, annelerine kavuşan diğer çocuklardan daha çok özel olduğunu hissetmekteydi.

Gururla ona gösterilen koltuğa geçip oturdu. 

Müdüre hanım salondaki tatlı, özlem yüklü telaş karışımı anne çocuk seslerinin kesilmesi için uyarı düdüğünü öttürdü. Salondaki tüm sesler bir anda kesilmişti.

Müdüre hanımın kısa bir kutlama konuşması yaptıktan sonra gösteri başlamıştı. Küçük sahneye ön koltuklardan bir palyaço zıpladı.  Elinde içi çiçeklerle dolu bir sepet tutmaktaydı. Önce anneleri selamladı. Sonra da müzik eşliğinde paytak paytak yürüyerek annelere çiçekler sundu.

Bu arada Ömer'in tam yanına hiç tanımadığı orta yaşlarda bir kadın oturmuştu. Şık giyimli kadın küçük çocukla ilgilenmeye başladı.

" Adım Güneş. Senin adın ne?"

Ömer, utangaç bakışlarını dizlerine odakladı.Yüreği pır pırdı. Sesi, dudaklarından fısıltıyla çıkmıştı. 

" Ömer..."

Güneş hanım, çocuğun göz seviyesine doğru başını eğerek konuştu. Sesine şefkat yerleştirmişti.

" Ah, ne güzel bir adın varmış Ömer. Sevdim bu adı..!"

Ömer'in yüreği hoş bir esintiyle durulmuştu. Başını kadına doğru, yarı ürkek bir ifadeyle kaldırdı.

" Sahi mi, sevdiniz?"

"Evett...Sevdim ya! Adın gibi güçlü ol Ömer. "

Onun başını okşadı Güneş hanım. 

" Kaç yaşındasın Ömer?"

Ömer'in sesinde bu kez coşku vardı. Sağ elini açıp ," Beş... Bir de bu var," der demez, sol i işaret parmağını gösterdi.

.

Güneş hanım üç senedir aynı yuvaya gelmekteydi. Yıllar önce Adapazarı depreminde eşiyle iki çocuğunu kaybetmişti. Bir daha hiç evlenmeyi düşünmeyen kadın, koruyucu anne olmak istiyordu. Yakın çevresi ve komşuları her ne kadar onun bu fikrine sıcak bakmasa da içindeki, bitmek bilmeyen (evlat sevgisi) yoğun bir duygu vardı.

Anneler gününde müdüre hanım Güneş hanıma telefonla aramıştı.

" Güneş hanım, tam istediğiniz bir çocuk geldi yuvamıza. Sadece sizi anne bilecek kimsesi olmayan bir çocuk. Yalnız biraz içe kapanık bir çocuktur. Tabi takdir ederseniz, bu ruh hali, onun eksik yanından kaynaklanıyor. Adı Ömer. Görmek isterseniz, buyrun gelin. Hem bugün anneler günü..."

Güneş hanım, o gün dünyanın en mutlu kadınıydı sanki.Yuvanın kapısından heyecanla adım attığında ana yüreği" evlat hasretiyle" hızlı hızlı atmaktaydı. Bu kez hisleri, ona doğru bir seçim yapacağını söylüyordu.

Ömer'in başını okşarken sol yanını ılık ılık dolduran duygunun adı huzurdu. Artık evlat hasreti çekmeyecekti.  Ömer'e dokunduğu andan itibaren tüm hücrelerine şevkatle birlikte  o yüce sevgi yayılmıştı.

Annelik duygusuydu hissettiği!

O dakika garip bir şey daha olmuştu. Ömer, yanındaki kadının yüzüne tatlı tatlı bakıp sordu:

" Bugün için benim annem olur musunuz?"

Dudaklarından dökülen sözcükler, küçük çocuğun sesini titretmişti. Boynunu bükerek sözlerini tamamladı: 

 "Benim annem yok da... "

Güneş hanım önce yutkundu. Ama çabuk toparlandı.Şevkatli bir sesle konuştu.

" Sadece bir gün değil. Ömür boyunca annen olmak isterim Ömer. Bunu ister misin? Ha!?İster misin?"

Küçük çocuğun gözleri sevinçle ışıldamıştı. Kadına minik kollar uzandı.

" Tabi isterim. Zaten benim hiç annem olmadı."

Sonra cebinden çıkarttığı hediye kağıdına acemice sarılmış paketi uzattı.

" Bakın bende bir hediye hazırlamıştım. Kime vereceğimi bilmiyordum..."

Güneş hanımın duygusal dağıldığı dakikalardı...

Çocuk

" Anneler günün kutlu olsun anne!"

Güneş hanımın gözler kızarmıştı. Tam on iki senedir, kapanmayan o boşluk, artık sevgiyle dolmaktaydı... 

" Teşekkür ederim oğlum. Çok teşekkür ederim."

Güneş hanım, elindeki paketi açtığında daha büyük bir duyguyla sarsılmıştı!

Paketten üç küçük misket çıkmıştı.O misketler depremde kaybettiği oğluna aitti!

 Göçük altından cansız bedeni çıkartıldığında,  dört yaşındaki oğlunun sıkı sıkıya kapanmış minik avuçlarından kimse alamamıştı.

Ta ki, Güneş hanım gelip de o minik avuç içlerini öpene kadar....

Koruyucu anne olmaya karar verdiği gün, üç misketi müdüre hanıma vermişti. Ve özellikle tembih etmişti:

" Şayet bana evladım, diyebileceğim rahmetli oğlum yaşlarında bir çocuk görürseniz; bu misketleri ona hediye ederseniz çok mutlu edersiniz beni...Bu misketler oğlumundu..."

Yuva müdürü, başka yuvadan transfer olarak yeni gelen çocuğu kayıt ederken ani gelişen bir şey olmuştu. Yabancı gördüğü yeni yuvada ağlamaya başlamıştı. İçi ezilen kadın müdür, Ömer'i görür görmez çekmecesinden üç misket çıkartıp, çocuğa uzattı.

" Al bak bunlar artık senin!" 

 O günden sonra misketler, küçük çocuğun en sevdiği oyuncakları olmuştu.

Kadına sarılan çocuğun sesinde şimdi mutluluk vardı.

" Anne," dedi...

"Efendim oğlum!"

Ömer'in sesi kulağına yabancı gelmişti sanki. Bir kez daha yineledi aynı sözcüğü:

" Anne ..!"

Güneş hanımın da özlediği bir sözcüktü...Yumuşak, sevgi dolu bir tonla konuştu.

" Söyle oğlum!"

" Her gün benimle misket oynar mısın?"

Sarıldı kadın ona.

" Tabi oynarım. Canın ne zaman isterse hem de...Canım oğlum  benim .. "

Salonun en köşesinde müdüre hanım da, anne oğulu mutlulukla izlemekteydi...


Emine Pişiren/ Akçay


DOST, ANNE, KIZI VE OĞLU

 


1.gün:

 İki bayan arkadaş bir masada hem çay içip hem sohbet ederler.

1. Kadın: Hayatım ben senin en candan dostunum. Ne zaman bana tel açıp,' gel' dersen gelirim. Bunu biliyorsun değil mi?

2. Kadın: Gülümser. Memnundur bu ilgiden. Güven duyar. ' Tabi bundan hiç şüphem yok arkadaşım. İyi ki hayatımdasın. İyi ki dostumun. Sağ ol.' der.

Aradan çok değil bir hafta geçer. 2. Kadın ameliyat olacaktır. Ameliyat sonrası birkaç gün ona refakat edecek birinin olması gerektiğini söyler hemşire hanım. Kadın buruk bir gülüş uzatır hemşireye,' Anladım. Kızım var.' der. Sesinde bir burukluk ve mahcup bir ifade vardır.

2. Kadın valiz hazırlamak için evine gider. Yatak odasındaki valize iç çamşırlarıyla, gecelik, havlu, vs katlayıp yerleştirir.

 Uzun süre sessizce gözyaşı döker. Kızını hatırlar. Onun çocukluğunu...Ve büyütürken çektiği zorlukları...Tek tek geçer gözlerinden kareler...Her acısında yanındaydı. Her mutluluğuna da...

Ya şimdi, şimdi incinmiş annelik gururunu kırsa, ona söylese gelir miydi?

Yok, yine gelmezdi. Babası kaç kez ameliyat olmuştu. Gelmiş miydi?

 En zor anlarında da gelmemişti ki kızı. Hep bir bahaneyle uzak kalmıştı evlendikten sonra...

" Çocuğum uyuyor da...Kocama sormam gerekiyor da..."

Örneğin, canı gibi sevdiği erkek kardeşi üniversitede okurken, ona telefon açmış, yardım istemiş:

" Abla sakın anne ve babama söyleme. Onlar heyecanlanır şimdi. Hemen gelmeye çalışırlar. Mesafe uzak. Allah korusun, gecenin bu saatinde yola çıkar, kaza yaparlar, diye korkuyorum. Sen yakınsın, diye seni aradım.Ben şu an hastanede yatıyorum. Akciğerime dren takıldı. Ameliyat olmam gerekirmiş. Hemşire sordu, kimsen yok mu, sana refakat edecek? Ona, var dedim, ablam var. Gelir o diye. Gelirken eşofman ve çatal kaşık getirir misin ablam?"

Tabi gitmemiş ablası. O gece onu arayıp, kardeşinin ciğerlerine dren takıldığını söylemişti. Tabi olan olmuştu. Eşinin burnundan kanlar boşalmıştı. Tansiyon 22'lere çıkmıştı.

Şimdi nasıl telefon açsındı o vefasız kızına? Zaten 4 senedir konuşmuyordu. Kırgındı, incinmişti anne kalbi...

Endişeliydi 2.kadın.  Doktorun sözleri kulaklarında çınlıyordu.

" Eğer ameliyat olmazsanız, safra kesenizdeki taş çamurlaşır. O zaman bende sizin için bir şey yapamam. Bugün yatışınızı yapalım, sabah da sizi ameliyat edeyim."

Gözlerinden sicim gibi yaşlar akmaktaydı.

Çaresizliğine çözüm arıyordu. 

Arkadaşları vardı. Ama çok uzaklardaydılar. Hepsi başka şehirdeydiler. Daha önceden haberleri olsaydı, mutlak biri gelirdi. Ama her şey öyle aniden gelişmişti ki...Şimdi korkuyordu. Tek başınaydı. Yüksek sesle inledi!

"Ah be hayat arkadaşım ah! Sen olsaydın ben böyle çaresiz olur muydu?"

Oğlu askerdeydi.

Duysa, hemen koşar gelirdi.

Buna adı gibi emindi.

Bunları düşünürken aklına bir hafta önce bir masada oturup sohbet ettiği arkadaşı aklına gelmişti. O dakika gönlüyle yüzü ışıdı. Sanki odaya gün doğmuştu. Hemen telefonu eline aldı. Umutla çevirdi numarasını.

2. Kadın:" Alo, merhaba canım. Nasılsın?"

1. Kadın: " Ah, merhaba. Sesini duydum daha iyi oldum. Sen nasılsın canım?"

2. Kadın: " Hiç sorma ve canım. İyi değilim. Ameliyat olacağım yarın sabah. Eve geldim valiz hazırlıyorum."

1. Kadın: " Aa, geçmiş olsun! Ne ameliyatı bu?"

Kadın anlatır ve ondan refakatçi olabilir mi, diye rica eder.

1. Kadın: " Hay Allah! Öyle bir zamanda aradın ki, bu imkansız canım. Malum çocuklar bendeler. Torun bakıyorum da... Senin adına çok üzüldüm şekerim. Acil şifalar diliyorum."

Der ve telefonu kapatır. 

Oysa 1. Kadın konken masasındadır. Ne çocuk, ne toruna bakıyordur. Yüzünü burar ve eli telefona gider. 

2. Kadın ise telefonu kapadığında omuzları çöküktür. Az önceki umudu da sönmüştür. Artık ne olursa olsundu...

 Hızla yerinden kalkar. Yatak odasındaki valizini alır. Evden çıkar. Aracına binip hastane yolunu tutar.

Sabah ilk ameliyata o alınır.

Ameliyat iyi geçmiştir. Odasına narkozun da etkisiyle yarı baygın sedyede getirilir. Yatağına karga tulumba tam konarken odaya biri girer:

" Lütfen annemi yavaş koyun.!"

2. Kadın hafiften gözlerini açar. Hayal mi görüyordur? 

İnanamaz!

Çünkü gelen askerdeki oğludur..!

" Canım annem benim. Geçmiş olsun! Çok şükür, bunu da  atlattın!"

Kadın yanağına sevgiyle dokunan elleri öper.

Sonra narkozun tesiriyle huzurlu bir uykuya geçer...


Emine Pişiren/ Akçay

GÖRENLER ÇATLASIN..!

 


Hani şairin biri demiş ya:

" Belki de bizim kaderimiz mutsuz olmaktı! Başkaları mutlu olsun, diye..."

Çok üzülüyorum, bir masada onlarca lezzetli yiyecekler ve yedi sülale birlikte fotoğraf paylaşımlar yapan kişilere:

Tabi ki mutlu, hoş karelerini dostlarımızla paylaşıp mutluluğumuzu arttırmak isteriz.

Özellikle başarılarımızı...

Gurur duyduklarımızı...

Sevdiklerimizi ağırlamaktan, vb...

Ama bir de nispet yapar gibi; 

 " Biz çok kalabalık ve mutlu bir aileyiz. Görenler, duyanlar kıskananlar, imrenenler çatlasın, patlasın..!" 

Demezler mi?!

İşte o anlara tanık olunca üzüntü duyuyor, ardından öfke biçiyorum. 

İnanın hiç anlamıyorum sizi! 

O sözcükleri söylemekle, yazmakla paylaşmakla elinize ne geçiyor ki?

Daha fazla mutluluk mu?

Daha çok sevinç mi?

Hayır!

Siz sadece hasta egonuzu cilalıyorsunuz..!

Belki bu mutlu karelerinizdeki kalabalık ailenizle birilerini, kimilerini de imrendirip, mutsuz da ediyorsunuzdur.

Hiç bu şekilde de düşündüğünüz olmuyor mu?

Niçin üzüldüğüme gelince..?

Kısaca yazayım.

Bana yitirdiğim en sevdiklerimin _bende bırakmış olduğu o kapanmaz boşluğa, hüzün doldurup,_üzülmemi sağlıyorsunuz.

Nasıl mı?

Annem öldü

Babam öldü

Eşim öldü

Kardeşlerim öldü

Teyzelerim öldü

Dayılarım öldü

Amcalarım öldü

Halalarım öldü

Yeğenlerim öldü

Artık hayatta bir ben, bir de oğlum kaldık.

Allah bize sağlıklı ömürler versin!

Yeri gelmişken bir söz iliştireyim şuraya:

" Başkası mutsuzken kendi saadetinizden bahsetmeyiniz!"

O ağlarken gülmek, gibi bir durum bu...

Hadi, ben yaşını başını almış bireyim. Peki ya, küçük bir çocuğun, bir gencin, veya eşini çocuklarını trafik kazasında yitirmiş bireylerin böylesi bir paylaşıma denk gelse gözleri?

Sizce ne düşünür?

 Nasıl doldurabilir yüreğinde oluşan boşluğu? Nasıl silebilirsiniz yüzündeki mutsuz renkleri?

Yazar Berk Bilmez bu konuya simetrik değinmiş: Özgün metninde şöyle der:

"...Başkalarının başarısızlığından ya da talihsizliğinden keyif alma durumunu tam olarak açıklayan bir kelime ne İngilizce ne de Türkçe’ de bulunuyor. Fakat literatürde bu durumu tam olarak açıklayan Almanca bir kelime var: 

"Schadenfreude. "

Zaman zaman imrenme duygusuyla açıklanmaya çalışılan schadenfreude duygusu, yani başkalarının başına gelen kötü şeylerden hoşnut olma durumu, sebebi her ne olursa olsun sosyal açıdan kabul edilemez ve kötü niyetli bir tutum olarak görülebiliyor. 

Ancak araştırmalar gösteriyor ki, schadenfreude aslında insan gelişiminin en erken dönemlerinde oluşmaya başlıyor.

Araştırmalara göre 4 yaşındaki bir çocuk, bir diğer çocuğun çamura düşmesine gülüyor; eğer çamura düşen çocuk, kendi arkadaş grubunun oyuncaklarını bozan türde bir çocuksa, çamura düşmesini görmekten daha da fazla zevk alıyor. 7 yaşından itibaren ise çocuklar, bir oyunda berabere kalmaktansa, rakiplerinin kaybetmesi durumunda oyundan daha fazla zevk almaya başlıyorlar.

 2013 yılında yapılan en güncel araştırmalardan birinde; deney yapılır.

Çocuklar, hem ortak zevkleri olmayan hem ortak zevkleri olan kuklalarına zarar veriliyor. 

Ama çocuklar ortak olmayan kuklalara  verilen zarar hoşlarına gidiyormuş.

Bütün bu araştırmalar schadenfreude’ nın aslında kompleks bir duygu olduğunu ve çok erken yaşlarda gelişmeye başladığını bize gösteriyor."

Özellikle çocuklar çok çabuk öğrenme, bilgi edinme yetilerine sahiptir.  Siz ne verirseniz onlar onu alıp karakterlerini oluştururlar.

Sözün özü:

 Başkasının  mutsuz olduğu anlarda, kendi mutluluğunuzdan bahsetmek; o kişilerin mutsuzluğunu daha çok arttırır. 

Bu konuda biraz hassas düşünelim, lütfen!

Sağlıklı gülüşleriniz eksik olmasın yüzünüzden.


Emine Pişiren /Akçay

EVLİLİK TEKLİFİ...

 


Spiker soruyor:

" Eşinizle evlenmeye nasıl karar verdiniz?"

Adam:

" Çok kolay oldu."

Spiker:

" Nasıl, kısaca anlatır mısınız?"

Adam:

" Kız arkadaşım iç mimardı. O gün çok yoğundu. Proje çizmişti. Çizdiği projeyi bilgisayardan flash belleğine yüklemekteydi.

Baktım yükleme işleminin bitmesine 2 dakika daha vardı.O anda aklıma, delice bir fikir gelmişti."



Spiker ilgiyle;

" N'ptınız?"

Adam:

" Aniden bilgisayarın fişini çektim."

Spiker merakla sorar:

" Aa, ama bu çılgınlık!.. Peki, o ne tepki verdi?" 

Adam:

"Yüzüne baktım. Kızarmıştı. Bir o kadar da şaşırmıştı. Kızmasını bekledim. Kızmadı. Sadece hafiften gülümsedi tek bir sözcük çıktı dudaklarından:

Spiker:

" Neydi o?"

Adam: 

" Bana, 'Neden?'diye sordu ."

Spiker;

" Ne yanıt verdiniz?"

Adam:

" O an karar verdim ve önünde diz çöktüm. Ellerini tuttum. ' Benimle evlenir misin aşkım?" Dedim. O da kabul etti."


Emine Pişiren/Akçay

KİBİR

 Ne güzel demiş Mevlana:

" Kusur arıyorsan tüm aynalar senindir." 

Kendini dev aynasında görenlere söylenecek en kestirmeden bu söylemi okuyunca, Latin bilge Cicero araya girmez mi?!

"İnsan ne kadar yükselirse, gönlü o kadar alçalmalıdır."

Hoşuma gitti Latin bilgenin araya girmesi.

Kibir cidden insanda çok çirkin duran bir giysi değil midir?

Çoğu insanda o giysileri giyinmiş görmekteyim.

İster istemez Yunus'a doğru koşuyorum. Çınlatıyor kulaklarımı:

 "Küçük insanlar dengini, büyük insanlar kendini arar," diyerek.

Belki de o nedenle sosyal arenalarda yoldaş, paydaş olma çabasında çoğu insan...

Vallahi, ben onu bunu bilmem zira kafası bulutların üstünde olan bir adam kaçınılmaz olarak onun altına düşüp yara alan insanlara çok denk gelmiştim.

İnsan ne kadar  "ben" derse o kadar küçülüyor gözümde. 

Biraz alçakgönüllü olsana kardeşim, senden büyük Everest var, diyesim geliyor o insanları gördüğümde...

Yahu çaydanlık da eğilmiyor mu bardağın karşısında?

Sen kimsin ki?

Sözü  en iyisi ben Fransız hukukçu, yazar L. Bruyere bırakayım da taş bana değil ona gelsin...😂

Demiş ki:

"...Boş kafalı insanlarla mütevazı insanı ayırmak kolaydır, çünkü birincileri hep kendilerinden bahsederler. "

Emine Pişiren /Akçay