Schiller’in “Asıl yalnızken yalnız değilim.”
sözleriyle onun o anda ki, kendi
içindeki savaşımından kaynaklanan bir yaşam kontrolü arzusu içinde olduğunu
düşündüm. Belki içsel ve geriye dönüşsel olarak ele aldığımızda, kişinin
anılara imgesel yol aldığında bu söylemi gerçekleştirmiştir, düşünsel olgusu
çok yüksektir.
Yaşamın nasıl olması
gerektiğine dair önceden planladığımız kavramlar varsa, onlar yaşanan o taze
anın tadına ulaşmamızı ve bir sonraki anın sürprizlerini engeller. Oysaki yaşam
her zaman beklenen gibi değildir. Kimi kez yol alırken yaşam yolunda irili
ufaklı çakıl taşlarıyla kaplı olduğunu görürüz. Kimi kez de aşamayacağımız engeller
ve uçurumlarla karşılaşırız. İnişlerimiz de olur, çıkışlarımız da. Ama önümüze
çıkan her engeli eninde sonunda bir şekilde aşmaya çalışırız, değil mi?
İşte çoğu felsefenin
manevi temel taşlarından biri de yaşamımız hayal ettiğimiz gibi gelişmez,
yüreğimiz o anda gelişenlere seyirci olmaktan öte yaşamayı seçer. Suyun akışı
gibidir yaşam. Aktığı yöne doğru iz bırakarak ilerler. Önüne çıkan engelleri
eninde sonunda aşar. Biz insanlar toplumda veya ikili birlikteliklerimizde paylaştığımız
yaşamı zehir de edebiliyor, huzurlu da kılabiliyoruz. Hiç yoktan gereksiz yere
tartışmalarla birbirimizi öteliyor, suçlamalarla incitip, kırılmalara neden
oluyoruz. Herhalde bu huzur bozma sendromu, insanoğlunun genetiğine yazılmış
ki, asırlardır süregeliyor.
Mark Twain’in; “Cennet ve cehennemle ilgili
ileri geri laf söylemek istemem; çünkü ikisinde de dostlarım var” sözlerinde ne
güzel barış kokuyor, dostluk duygularımız kabarıyor değil mi?
Şimdi size bir hikâye
anlatmak istiyorum: Dünyanın bütün renkleri bir araya gelip tartışmaya
başlamışlar. Önce yeşil sözü almış; “ ben daha güzelim, çünkü hayatın rengiyim.
Dünyaya baksanıza her yerde benim rengim hakim.
Mavi renk
dayanamamış; “sen sadece yeryüzünün rengisin, oysa ben hem gökyüzünün hem de
denizlerin hâkimiyim. Ben huzurun rengiyim,” der demesine de
Sarı renk ikisinin
de sözünü kesmiş;”Size gülerim, ben olmadan siz hiçsiniz. Dünyaya sıcaklık
veren güneşin rengiyim. Ben olmazsam yaşam donar,” der demez,
Kırmızı renk sözü
almış; “Asıl yaşamın rengi benim. Ben kan rengiyim. Aynı zamanda aşk ve tutkuda
tek söz sahibiyim. Ben olmadan hayat durur.”
Mor Renk hiç yerinde
durur mu?
“Siz boşuna
tartışmayın, hepinizden üstün olan benim. Birkaç rengi içimde barındırırım, ben
asaletin, gücün, bilgeliğin rengiyim. Bu yüzden krallar, liderler, öğretmen ve
bilgeler beni seçerler, üstün insanların rengiyim ben…”
Demiş demesine de
Beyaz renk bir köşede kıs kıs gülmüş; “Nasıl da unutursunuz? Hepinizin
bileşkesi benim. Hepiniz benden doğdunuz. Hanginiz bunu inkâr edebilir? Bütün
renklerin atası benim.
Renkler böylesi
üstünlük tartışmaları ile kavgaya tutuştuklarında beyaz renk siyah renge göz
kırpmış. Bir anda ortalık simsiyah olmuş, siyah renk haykırmış:
“Haydi, şimdi bakın
birbirinize, kim daha üstün? Bakın her biriniz rengimde kayboldunuz. Demek ki
kimse kimseden üstün değil. Her birimiz kendimize göre en özeliz.”
Renklerin sesi
soluğu kesilmiş ve uykuya çekilmişler. Hak vermişler siyahla beyaz renge o
günden sonra saygı duymuşlar.
Onlar o günden sonra
gökyüzünde ve suların yansımalarında hep birlikte huzur içinde yaşamaya
başlamışlar. Her yağmur sonrası bizler onları bir arada seyretmekten
hoşlanırız. Adına da gökkuşağı deriz.
Nasıl ki, Adem eline geçen ilk fırsatta suçu
Havva'ya attıysa sürekli tartışma ve savunmalar içinde kendimize yer açacağız.
Ve huzurlu-mutlu yaşamaktan uzaklaşacağız.
İşte hayatın özeti bu değil midir?
Onun akışına kendimizi bırakıp, yaşanan ve
yaşayacaklarımızı da telaşsızca kabullenip iç huzuru yakalayabiliriz.
İstersek bunu başarabiliriz. Tıpkı gökyüzünde buluşan gökkuşağı renkleri gibi…
İstersek bunu başarabiliriz. Tıpkı gökyüzünde buluşan gökkuşağı renkleri gibi…
Sevgiyle Renk Renk Işısın Yüreğiniz
Emine PİŞİREN
2012-03-Kasım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder