Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

19 Nisan 2019 Cuma

EVLİ BİRİYLE AŞK YAŞAMAK İSTİYORUM...



Can Yücel'e sormuşlar:

" Sevmeyi anladık da Sevilmemek, ne demek, anlamadık be usta! Nedir?"

Şair vermiş yanıtı:

" Vakti gelince gitmenin adıdır gün batımına benzer. Ölürsen, Gönülden, Günden."

Dün, genç bir kadın parkta hıçkıra hıçkıra şu sözleri haykırıyordu:

"Ben bunu hiç haketmedim. Oysa tüm gayem onunla mutlu olmaktı... Onu çok sevmiştim..."

Ve sözlerine devam ediyor, ağlıyordu, ihanetle terkedilen kadın.

" Hayal ettiğim bu değildi. Mutluluğa böylesi nefret duymak değildi. Sevdiğime tıpkı bir düşman olarak bakmak değildi."

Onu nasıl teselli edeceğimi bilemedim. Ona " her hikaye mutlak bir gün ansızın bitebilir, hem de okumaya daha yeni başlamışken mi deseydim ? " diye de içimden geçirmedim değil hani...
En iyisi sessizlik limanında onu yalnızlığı ile başbaşa bırakmaktı...
 Yüreğinden hayata doğru acıyı sağıyordu kadın. Ve eminim ki, sağdıkça rahatlayacaktı.
...
Hep hayatı günah keçisi seçeriz. Oysa hatalarını yüzlerine vurmadığımız için kendilerini kusursuz sanan insanların varlığını nedense gördüğümüz halde, gözardı ederiz.

Adamın biri, dijital sayfasında şöyle bir soru yazmış:

" Arkadaşlar mutsuz ve evli bir adam, evli bir kadınla mutlu olabilir mi?"

Sosyal medyada her tür siyasi, idarî, bireysel, toplumsal düşünce, fikir, yazınsal edebî eserler, ekin sanat, vs paylaşılıyor.
Maşallah, tuşlara dokunan yazıp duruyor.
Hani ağzı olanların konuştukları İngiltere'deki o özgür düşünceleri haykırdıkları park var ya, işte bende Facebook ve diğer sosyal dijital alanları o parka çok benzetirim...

Gelelim yukarıdaki soruyu özgürce bize açan beyefendiye...
Gerçi yorum olarak ona da yazdım, ama burada da sizlerle paylaşmakta fayda görüyorum...

...Yaşam devam ederken seçim ve tercihler insan iradesi ve aklıyla olur.
 Eğer birlikte yaşamakta olan kişiler, mutsuzsa çareyi düzeltmekte arasınlar. Dışarıdaki başka hayatlarda değil...

Onların da düzenlerini altüst ederek;  "nasıl olsa beni seven, benim de sevdiğim biri var," düşüncesiyle hasta egosuyla başka hayatları, mutsuz etmeye hiç hakları yoktur.

Şunu unutmamak lazım:

" Gözyaşı ve Ahlar miras olarak kuşaktan kuşağa tıpkı taşınmaz mallar gibi gönüllere miras olarak geçer."
Bir başka yuvayı dağıtarak, mutluluk sözkonusu olabilir mi?
Tabi ki, hayır!
Ha, şu da var..!
Bir an bitmeden başka bir ana giriş yapılmaz.
Eğer ki, apansız giriş yapılmışsa, elbette ki o yasak girişin sonucu da mutsuzluk yaşanacak, aşk bir balon gibi sönmüş olacaktır.

Bir yaz günü alacakaranlık vaktinde Cemal Safi hocamızı, Akçay'daki Şiir Pansiyonunda ziyaret etmiştim. Havadan sudan söyleştikten sonra. Ona şu soruyu sormuştum.

" Hocam şair ve edipler aşkı dizelerine, öykülerine tema olarak seçiyorlar.  Siz de  aşkı manevi olarak "tek hece olarak," gerçek aşkı şiirle sundunuz gönüllerimize.
 Yasak aşkı, bir cümle ile tarif eder misiniz, ne söylersiniz bize?"

Cemal Safi,  hafiften gülümsemişti sorum üzerine. Sonra da bir yudum çekmişti masasındaki rakısından. Ve bana şiirsel yanıtladığı söylemi, çok manidardı.
Bende o dizelerle noktalamak istiyorum bu konuyu.

"Sen bana günahtın. Ben sana yasak!
Helalden uzaktı bu düştüğümüz tuzak!
Ben sana tutkundum, sen bana tutsak!"

"Anlatabildim mi Emineciğim?"

Sözlerinin tesiri öyle derin akisler çizmişti ki gönlümde. Anımsadıkça hala o dizeleri bir mıknatıs gibi o anın etkisine çekilirim.

 Işık içinde uyusun. Şiirin ustası, o akşam bana yasak aşkın tanımını şiirsel anlatmıştı.
...

Hep sağlıklı ve mutlu kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli

ÇOK ÇİRKİNSİNİZ!



Bir Tibetli der ki:

" Uzun yaşamak istiyorsanız, iki kat yürüyün, üç kat gülün ve sınırsız sevin."

Zeki insanların aynı zamanda nüktedan bir yapıları vardır. Onların düşünce sporları esnasında bir de kıvrak zekâlarına hayran kalırız. En kritik anlarda verdikleri hazır cevaplarıyla neşeleniriz.
Bizi şaşırtan, bu nüktedan kişilikler genelde siyasi arenalarda, sahnede, söz sanatında da oldukça pratik ve rahattırlar.
Birkaç örnek vermek gerekirse, Atatürk, Necip Fazıl, Neyzen, Madam Newton, Benjamin Franklin, Abraham Lincoln, Hayyam, vs tarihi değerleri gösterebiliriz.

Biraz onların anekdotlarıyla bizim de neşeyle ıslansın gönlümüz.
Birgün;
Atatürk, İngiltere Kralı 8. Edward ile yemekteymiş. Yemek ve servisten memnun kalan kral teşekkür eder.
Masalarına servis eden garson önderimiz ve İngiliz konuğunun karşısında heyecanlanır. Servis esnasında tabağı yere düşürür. Kırılan tabaktan yemekler yere dökülür.
 Utanan, özür dileyen garsonu farkeder etmez ulu önderimiz İngiliz Kralı ve misafirlerine eğilir. Masadaki konukların duyabileceği bir sesle şöyle der:

"Ben bu millete savaşmayı öğrettim, ama bir türlü uşaklığı öğretemedim."
...
Necip Fazıl, da hazır yanıtlı şairlerimizdendir. Onun kıvrak zekası günümüzde halen konuşulur.
Çok sigara içermiş. Birgün öğrencisi yanına gelmiş:
" Hocam dün gece bir rüya gördüm. Bütün bitkiler Allah'a secde ediyordu. Bir tek tütün etmiyordu."
Necip Fazıl;
" O halde getirin o kafiri yakalım!"
...
Madam Newton verdiği seminer sonrasında salondaki konuklarım sorularına cevap vermektedir. Sorular bitmiş ve tam kürsüyü terkedecekken protokoldeki bir gazeteci parmak kaldırıp söz alır:
 " Biliyor musunuz?" Der.
Newton merakla;
" Neyi?"
" Çok çirkin olduğunuzu!.." der gazeteci.
Salondaki tüm konuklar pür dikkat kesilirler. Bakalım ünlü bilim kadını ne diyecektir?
Madam Newton bakışlarını kaçırmaz:
" Sizde sarhoş olduğunuzu biliyor muydunuz?"
Gazeteci gülmüş:
" Ama benim sarhoşluğun yarın geçecek!.."
...
İngiliz Başbakanı Churchill basına demeç vermektedir.. Bir gazeteci, kurnaz, aklı sıra başkanı utandırmaktır. Ve şu soruyu  soruyor:

" Efendim sizin için eşcinsel, diyorlar. Bu konu hakkında ne diyorsunuz?"
Churchill ayağa kalkıp eliyle önce kıçına vurur, arkadan başını işaret eder.

"Ben bu ülkeyi kıçımla değil, beynimle yönetiyorum."  Der.
...

 Ünlü orkestra şefi ve bestekarı konser sonrası müthiş yorgundur. Kuliste onu küçük bir çocuk beklemektedir. Elinde ünlü bestekarın fotoğrafı vardır. Uzatır imzalaması için. Ama  yorgun olduğunu ve resmin üzerine çocuğun yazmasını istemiş.
Çocuk:

" Efendim bende çok yorgunum. yazamam! Der.

Ünlü şef hayretle sorar:
" Hadi ben saatlerce sahnede ayakta kalıp, koca bir orkestrayı idare ettim. Peki sen ne yaptım çocuk? " der.

 Ve çocukla dalga geçer gibi kahkaha atar. Çocuk fotoğrafı uzatıp ısrar eder. Amacı ünlü bestekarın kendi eliyle yazdığı bir fotoğrafa sahip olmaktır:

" Bende saatlerce sizi alkışladım. Ellerim yoruldu Efendim!"

Tabi ünlü besteci gülümser, hoşuna gitmiştir çocuğun yanıtı. İmzalar.
...
Abraham Lincoln, oldukça çirkindir ve kendisi de zaten bunun farkındadır.
Birgün mecliste kürsüde konuşurken muhaliflerinden Douglas, oturduğu yerden Lincoln için;

“Sayın milletvekilleri, A. Lincoln’ın her dediğine sakın inanmayın! O, ikiyüzlüdür…” diye laf dokundurur.

A. Lincoln, gayet sakin bir şekilde karşılık verir;

“Hanımefendiler ve beyefendiler! İkiyüzlü olmam konusunda sizlerin değerli kanaatlerine müracaat etmek istiyorum.
Soruyorum size, eğer benim iki tane yüzüm olsaydı, öbürü dururken hiç bu yüzümü kullanır mıydım?”
...

Mizah bir nevi klima gibidir, yeri geldiğinde ortamı serinletir, çoğu zaman havayı ısıtır, sık sık da gergin atmosferi yumuşatır.
...
Bir de hiciv ustası Neyzen'in hoş birkaç anısını aktarayım size:

Dr. Fahrettin Kerim Gökay, içkinin zararları hakkında bir konferans veriyormuş.

" Rakının her kadehi hayatımızı birkaç saat kısaltır," Der.

Bu sözleri ön sıralarda duyan Neyzen, birden ayağa fırlar:

" Eyvah yandık!" Der.
" Ne oldu?"
" Hesap ettim, meğer ben öleli tam 40 yıl olmuş."

Tabi bu konuşma üzerine salondakiler gülme krizi geçirir.
...
Dönemin maliye bakanı hakkındaki yolsuzlukları hakkında dedikodular almış başı gidiyordur.
Yine Neyzen'e bir gün sormuşlar:

" Çalarken mi, neşelenirsin, yoksa neşeli olduğun zaman mi çalarsın?"

Neyzen;
" Maliye vekili değilim ki, çalarken zevk alayım!"

...
Neyzen'in dini bütün bir arkadaşı sorar:

" Beni tanırsın. Cennetin anahtarı sende olsaydı, beni oraya almaz mıydın?

Neyzen onu süzer ve gülümser;

"Bende cennetin değil, cehennemin anahtarı olsaydı, senin için daha hayırlı olurdu. Belki seni oradan çıkarırdım.!"
...
Gelin sizinle 1000 sene öncesinde İran'da yaşamış, rubaileriyle sisteme ve din otoritelerine kafa tutmuş, Ömer Hayyam'ın  yaşadığı döneme gidelim.

Hayyam'a sık sık  şarap içtiği için "Yaş Sapık" diye lakap takan Kara Sakallı Molla  Hasan'ın dalkavukları Hayyam'a durumu iletirler:
 Hayyam dalkavuklara güler:

" Söyleyin o kuru softaya! Cehennemde yaş sapık mı daha kolay yanar, yoksa kuru softa mı?"
...
Günümüzde hazır yanıtlarıyla tanıdığımız bir güldürü sanatçımız da Cem Yılmaz'dır. Sanatçımızın nükteli yanıtları akıllara yer etmiştir. Bir gün
Cem Yılmaz sahnede ki gösterisini salonu tıka basa doldurmuş halk tarafından kahkahalarla izlenmektedir.

Sanatçı kendinden emin ön sıralardan izleyen yaşlı adama sorar:

" Nasıldım, bey amca?"

Yaşlı adam kendince akıl verir:

" İyi güzel de bir de o kulağındaki küpeleri çıkartsan. Çok iyi olur. Ne öyle kadınlar gibi!.."

Güldürü ustası bozuntuya vermez, anında yaşlı adamı yanıtlar:

" Haklısın bey amca. Ama bana öyle bir söz söyle ki, bunları çıkartıp, senin sözlerini kulağıma küpe olarak takayım."
...

Nükteli sözler farklı görüşleri çatışmaya girmeden, kırmadan incitmeden anlatma imkanı verir.

Yanlış anlamaları silip yüzümüzdeki hüzünleri, hemen siler, gülümsetir.

Yüzünüzden gülüşler eksik olmasın.

Sevgiyle...

Emine Pişiren/ Kocaeli

NEDEN TANRI?



 Fransız komutan Napolyon Bonapart aşağıdaki söylemi ile  sanki günümüzde yaşanan/yaşatılan emperyal dünya düzenini, bize sözel resmetmiştir.

" Din, yoksulların zenginleri öldürmelerini önler."

İnançlı insan, haklı olduğu halde, " günah" diye sineye çeker, her haksızlığa boyun eğer.
Bunun en büyük kanıtı bir Afrikalı insanın,

" Beyaz adam ülkeme geldi, elime İncili verdi, sonra topraklarımı aldı," sözleridir.

Dünyanın en çok altın, elmas, ve petrol kaynaklarına sahip Afrika, bugün üzerinde açlıktan ölen yoksul insanların yaşadıkları bir sömürge kıtasıdır.

Bugün Cezayir, Libya, Mısır ve Suriye din savaşları halen sürmekte, ve binlerce insanın ölümüne neden olmaktadır.
Savaş, sözcüğü bana bir din adamıyla gazetecinin aralarında geçen konuşmayı anımsattı.
...

Kudüs’te görevlendirilen bir gazeteci, Ağlama Duvarının önünden her geçişinde, yaşlı bir Musevî’nin orada öyle durup dua ettiğini fark etmiş.
Bir hafta, iki hafta… Sonunda adamla bir röportaj yapmaya karar vermiş.
İzin alıp teybini açmış, sormuş adama:

" Adınız?"

"David. Polonya Yahudi’siyim. Yaşım 65. Smalla’da bir manav dükkânım var. Evliyim. İki çocuğum Tel Aviv’de bir çiçek serasında çalışıyor…"

" Sizi her gün burada, Ağlama Duvarının önünde, dua ederken görüyorum."

"...Evet, her sabah dükkanı açmadan buraya gelirim.
Dünya barışı ve insanların kardeşliği için dua ederim.
Öğle tatilinde bu sefer insanların mutluluğu, acıların sona ermesi için Yaradana yalvarırım.

"...Akşam da, eve dönerken, bu kez dürüst ve iyi insanların esenliği için dua ederim.
Cumartesi günümü de burada, yine dua ederek geçiririm.

"Ne güzel! Kaç senedir bunu sürdürüyorsunuz?"

" İsrail’e göçtüğüm den beri, yani 40 yılı geçti."

Gazeteci çok etkilenmiş, heyecanla sormuş:

"40 yıldır her gün dua ediyorsunuz. 40 yıldır yılmadınız. Bugün nasıl bir duygu içindesiniz, neler hissediyorsunuz?"

Uzun, uzun iç geçirmiş yaşlı Musevi; sonra bezgin bir sesle cevap vermiş:

"Vallahi artık bilemiyorum, demiş. İçimde, sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var."
...
İnsanın duvarla konuşması belki bilinç altı temizliğidir. Belki de ruhunun meditasyonudur. Din adamı geç de olsa farketmiş bu gerçeği. Keşke Hacda şeytan taşlayanlar da 1500 yıl taşlayıp da bir türlü öldüremedikleri asıl şeytanın kendi içlerinde olduğunu anlamış olsalar...

Lâkin bazı yazar ve düşünürler din kavramı ve Tanrı olgusu hakkında görüşleri ortaktır.
Örneğin; Sean O'casey şöyle der:

"İnsanlığın kaderi boyunca, öteki dünyanın neye benzediğini bulma çabasıyla, ne çok zaman heba edildi! Onu bulmak konusunda ne çok istekli olduysa, yaşadığı hayat hakkında o kadar az şey öğrendi."
.
İngiliz yazar B. Russel ise;

"İnsanlardan sürekli ' Ah Tanrı korusun ' Diye sürekli mektuplar alıyorum. Geçmişte yapmamıştı, gelecekte yapacağına nasıl olur da inanıyorlar, bilemiyorum!" Diye us yürütürken;
.
Rus yazar Dostoyevski ise;

"Kendi adıma konuşursam; insanlığın mi Tanrıyı, yoksa Tanrının mi insanı yarattığına kafa yormayı bırakalı çok uzun zaman oldu." Diye düşüncesini belirtir.

Aksi halde Ernest Hemingway'in mantığı ile dağılacağız.
Onun söylemi ise şöyledir:

" Düşünen bütün insanlar ateisttir!"

Dostoyevski gibi fazla düşünsel erozyona uğramadan kafa yormamalıyız.

Ne dersiniz?

Emine Pişiren/ Kocaeli

MUTSUZUM



O çok mutsuz ve yalnız bir kadındı. Gelin kısaca neden bu duygu renginde, birlikte gözatalım.
İki yıl önce iyi bir üniversiteden kimya mühendisi olarak başarıyla mezun olmuştu. Çoğu genç gibi "deneyiminiz var mı?" Sorusuna " evet" diyemediği için işsizdi.
Üniversite yıllarında tanıştığı, aşık olduğu teğmen bir genç vardı.  Birkaç ay önce onunla evlenmişti. Ve Anadolu'nun en bakir, en ilkel bir bölgesine eşinin tayini çıkmıştı.
Gitmek zorundaydı. Eşiydi. Onu yalnız bırakamazdı.
Ailesinden, yetiştiği, büyüdüğü, ilkleri yaşadığı büyük kentten ayrılmak, bir çiçeğin dalından kopması gibi birşeydi.
Eşi stratejik bir görevdeydi. Harita mühendisiydi, aynı zamanda Nato'nun Türkiye askeri  kanadında önemli bir görevdeydi.
Bu nedenle sık sık evinden birkaç hafta görev nedeniyle uzaklaşırdı.
Oturdukları evleri müstakil bahçe içindeydi. Şehirden, kasabadan çok uzaktı. Kısacası Allah'ın dahi unuttuğu bir bölgedeydi.
Genç kadın evlilikten birşey anlamamış ve yalnızlıktan bunalmıştı. Uğraşacak hiçbir hobisi yoktu. Televizyonda izleyebileceği kanallar yoktu. Çoğu zaman telefon dahi çekmiyor, kapsam-dışıydı.
Bir gün bulunduğu yere yakın köylere bisikletiyle gitti. Amacı birkaç insan görmek, sohbet etmekti.
Gittiği köyde hiçbir insan onunla Türkçe konuşmadı. Kürtçe bilmeyen kadın, kendisini kuşkuyla karşılayan kadınların güvensiz bakışlarında bisikletine binip gerisin geriye evine gitmek zorunda kalmıştı.
Bir hafta gözyaşı döktü. Eşi gelince canının çok sıkıldığını söylemiş olsa da birşey değişmemişti. O sorumluluk sahibi bir askerdi. Önce evi değil vatanı gelirdi.
Genç kadın bir ay daha dayandı. Annesine mektup yazıp, evliliğinin çekilmez olduğunu, artık bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde yaşayamayacağını yazdı.
Bir hafta sonra annesinden mektup geldi.
Mektubun ilk paragrafları hatır sorma ve İstanbul yaşantısı anlatılmıştı. Son satırlarda ise genç kadının sorduğu şu soru üzerine yazmıştı annesi.

" Anne artık burada birgün dahi nefes almak istemiyorum. Hele o Kürt kadınlarının bana nefretle, öfkeyle bakışlarını görsen, beni sende anlayacaksın.
Eşimi eskisi gibi sevemiyorum. Benden çok kopuk. Hep işiyle ilgili. Evde olduğu günlerde bile odasına kapanıp, sürekli proje çiziyor. Benimle eskisi gibi ilgili değil.
Bıktım anne!
Ne dersin, onu terkedip eve geleyim mi?"
 Anne ona kardelenlerin öyküsünü yazmıştı. Sonunda güneşe kavuşmak için karı yırtarak açmış bir kardelenin özgürlüğüne kavuştuğu gibi baharı yaşayabilirsin kızım.

"...Sabır zamanın başa_çıkamadığı tek duygudur, canım kızım."
Ve bir soruyla bitirmiştir mektubu annesi:

" Kürtçe öğrenmeye ne dersin?"
Annesinin ona verdiği mesajı almıştır.
Tabi bakış açısı her insana göre farklıdır.
Öykümüz güzel bir finalle noktalanıyor. Özetlemek gerekirse;
Genç kadın 8 aşamalı Kürtçe derslerine katılmak için haftada üç gün 5 km mesafedeki kasabaya gitmek zorunda kalıyor.
Yöre halkı bir süre sonra ona alışıp, çabasına saygı duyuyor. Aynı dili konuşunca yalnızlık onun için artık eskisi gibi çekilmez bir kavram olmuyor.
Ayrıca;
Köy kadınlarıyla zirai çalışmalara imza atıp, onların KOBİ desteği almasını sağlıyor.
Seviliyor, sayılıyor ve yaşadığı yeri eşini daha çok seviyor.
Ve mutlu son...
...
Sabır ve bakış açısı kişiden kişiye değiştiğini yazmıştım size değil mi?
Yeri gelmişken kısa bir sosyal deneyi yazmasam olmaz.

"...Bir ayakkabı firması Afrika bölgesine araştırma yapması için bir kişi gönderir…
Eleman ülkeleri gezer ve dönüşte firmaya şöyle bir rapor verir:

"Orası bizim için uygun bir yer değil.
Çünkü kimse ayakkabı giymiyor."

Aynı firma aynı bölgelere başka bir eleman gönderir.
O da gezer dolaşır ve şöyle bir rapor sunar:

"Çok büyük potansiyel var.
Çünkü orada kimse ayakkabı giymiyor.
Bakir bir pazar.
Üstelik rakip de yok."
...
İşte bir farklı bakış açısı farkı!
Herkes aynı yöne bakabilir. Ama bazıları farklı şeyleri görüyor.

Yer, bölge, fiziki şartlar ve her şey aynı ama bakış, görüş sizin de öyküde tanık olduğunuz gibi değişebiliyor...
Evdeki eski sehpanız canınızı sıkabilir, ama yine de onun tozunu alırsınız, değil mi?
Belki de bir vernikle size ışımasını sağlayabilirsiniz...

Güzel ve mutlu yaşamanız dileği ile...

Emine Pişiren/ Kocaeli

MİLEVA'NIN ADI YOK..!



Bazen öyle tesadüf tarihi bilgilere ulaşıyor ki, gözlerim; sol yanım içten içe " Ama bu haksızlık" diye sızlıyor.
Özellikle yazarlar, bilim adamları, hatta gazi şehitlerimizin yaşadıkları haksızlıkları öğrendiğimizde gönlümüz bulanıyor.
Örneğin; Edison'u hep takdir etmişimdir. Ta ki, lambanın formülünü Tesla'dan çaldığını öğrenene kadar...
Gelelim bilimde devrim yaratmış başka bir isme...

 Bilim insanı Einstein’ı ve başarılarını hepiniz bilirsiniz.
Peki hiç onun eşi Mileva'nın adını bugüne kadar duymuş muydunuz?

Albert ve Mileva’nın hikayesi 1896’da, Zürih Politeknik Üniversitesi’nde okudukları sırada başlıyor.

Albert derslere pek girmiyormuş. Mileva ise tüm derslere giden, düzenli şekilde çalışan, notları yüksek bir öğrenciymiş.

İkili arasında tatlı bir çekişme yaşanırmış. Notları hep birbirine yakınmış.
 Nitekim 1900 yılında mezun oldukları zaman Mileva’nın not ortalaması 4.7, Albert’inki de 4.6 idi.
Fakat Mileva 1 dersten kalmış ve Albert diplomasını alırken, Mileva alamamış.

Albert ve Mileva mezuniyetten sonra evlenmek istese de, Baba Einstein oğlunun iş bulmadan evlenmemesini şart koşmuştu. Bu sebeple 1903’e dek evlenemediler.

Albert, mektuplarında Mileva’ya şöyle diyordu:

“Birlikte yaptığımız işler ve ortaya koyduğumuz çalışmalar beni çok mutlu ediyor.”

1900 yılında, o işlerden birisi hayata geçti: İlk ortaklaşa makalelerini yazdılar. Ancak yazar olarak yalnızca Albert’in adı yer almış.

Bunun ardında 2 sebep olabilir: Mileva sevgilisinin adı duyulsun, böylece bir fizikçi olarak iş bulabilsin istemiş olabilir.
.
Zira iş bulamazsa evlenemeyeceklerdi. İkinci sebep de şu olabilir: Makalede bir kadının ismi geçerse, yayınlanmayabileceğini düşünmüş olabilir.

Bu makaleye ve uzun süren aramalara rağmen fizikçi olarak iş bulamayan Albert, 1902 yılında İsviçre Patent Enstitüsü’nde iş bulup ve 1903 yılında evlenebilmişler.

Albert günde 8 saat, haftada 6 gün boyunca çalışıyordu. Mileva da ev işleriyle meşgul oluyordu. Akşamları ise ikili, gaz lambasının ışığında fizik çalışmalarını sürdürüyordu.
1905 yılı, Albert Einstein’ın kariyerinde “mucize yıl” olarak tabir edilir. O yıl 5 akademik çalışma yayınlamıştır.

Foto elektrik efekti (1921’de bu makalesiyle Nobel aldı)

Brownian motion (bu konuda 2 makale yazdı)

Özel görelilik teorisi

E=mc2

Bunların yanında 21 makaleye yorum yazdı. Aynı zamanda molekül boyutları hakkındaki tezini de sundu. Başarısında Mileva’nın katkısı olduğu muhakkak, ama Mileva’ya hiçbir atıf yok.

1908 yılında Albert ilk üniversite dersini verdi. 8 sayfalık ders notunun tamamı, Mileva’nın el yazısıyla yazılmıştı. Bilin bakalım Mileva’nın adı herhangi bir yerde geçti mi?

Yine 1908 yılında dostları Conrad Habicht ile beraber, ultra hassas volt ölçeri icad edip, patentini aldılar. Mileva’nın adı burada da geçmedi.

Kendisine bu konuyu soran ailesi ve dostlarına Mileva mektuplarında şöyle cevap verdi: Adım neden geçsin? İkimiz birlikte bir taş gibiyiz. (Aynı kişiyiz demek istiyor.)

Albert 1912’de kuzeni Elsa’ya aşık oldu. 1919’da Mileva ve Albert boşandı. Mileva’nın tek bir talebi oldu: Günün birinde Albert Nobel’i kazanırsa, ödül parasını Mileva’ya verecekti.

Albert bunu kabul etmesine rağmen, 1921 yılında Nobel’i kazanınca, Mileva’ya parasını hemen ödemedi. Bu paranın 2 oğullarının hakkı olduğunu belirtti.

O güne dek hep geri planda kalmayı tercih eden Mileva ise, parayı kendisine vermesini, yoksa tüm çalışmalarını beraber yaptıklarını söylemekle Albert’i tehdit etti.

Albert ona cevaben yazdığı mektupta şunları söyledi:

 “Yazdıklarınla beni güldürdün. Hakkında konuştuğun adam bu kadar başarılı olmuşken, kimse senin söylediklerine ilgi gösterir mi sanıyorsun?
Eğer bir insan önemsiz ise, kimseye bir şey söylemeden, sessizce kalması gerekir. Sana da bunu tavsiye ederim.”

Mileva da sessiz kaldı nitekim. Albert bir süre sonra Nobel parasını kendisine verince, Mileva 2 apartman dairesi aldı.
Bir süre bu 2 daireden gelen kirayla ve verdiği özel derslerin geliriyle yaşadı. Ancak Albert ve Mileva’nın oğullarından birisi şizofrendi ve onun tedavisi için de para gerekiyordu.

Mileva sonuçta bu daireleri satmak zorunda kaldı ve ömrünün geri kalanını fakirlik içinde geçirdi. Albert ise dünyanın en meşhur bilim insanlarından birisi oldu.

Her öyküde farklı bir baharat tadı var değil mi?
Yukarıda alıntıladığım gerçek yaşam öyküsünde hafiften bir benzerlik sezdiniz mi, sizde?
Aslında başarı tek başına yarışmamış olsaydı daha saygınlık kazanılmış olurdu.

Edison, asıl lambanın mucidi Tesla'yı gizlemediyse gözümde tüm itibarını kaybetmemiş olacaktı!
 Edison gibi Einstein' den biraz soğudum desem yeridir.

İnsanlığa miras bırakmış gerçek bilim insanları ışık içinde uyusunlar.

Emine Pişiren/ Kocaeli

İP...İPLEMEK...



Gece gece haberleri seyredersem, işte böyle aklım karışır, uykumda kaçar, tabi. Yok sandık sayımları, yok seçim ihtimalleri, yok şu lider, yok bu lider,vs konuşmalarını dinlemekten yıldık, usandık artık.
Resmen ipe un seriliyor!

Haydii, şimdi de sözcük ve deyimleri sayıp, anlamlarını düşün, düşün çık bakalım kızım işin içinden!

Ee koyun saymaktan, seçimleri düşünmekten iyidir.

Sahi "ipe un sermek" dedim de. Neydi ipe un sermek?

Bir isteği, bir işi yapmamak ve geçersiz bir takım nedenlerle engeller göstermekmiş.
Hadi bakalım koyun saymayı bıraktım, İp...iplere taktım kafayı !

İp atlamak... İp...ipi kopartmak...ipe çekmek...ipe sapa gelmez...ipten adam almak... Başka neydi ?

İp, deyince hemen akla pamuk, keten, naylon, yün ve dokuma benzeri maddelerin ince uzun lifler gelir.
İpler genelde tekstilde, konfeksiyonda, dikiş bakışta kullanılır.

İpi kopartmak deyimi ise; bağlı bulunduğu yer ile ilişiği kesmek, aradaki anlaşmazlığı arttırmak...

İplemek; aldırış etmek, değer vermek, önemsemek anlamında bir sözcüktür. Genelde argo olarak kullanırız.
Örneğin; "Seni iplemiyorum. Seni işleyen kim?"

İpe sapa gelmez; birbirini tutmaz, yersiz, anlamsız, işsiz, yersiz yurtsuz, işe yaramaz anlamındadır...

İpin ucunu kaçırmak;  bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü kaçırıp, artık duruma hakim olamamak. Yani çıkmaza girmekmiş.
Günümüze "cuk" diye oturuyor bu deyim değil mi?

İpiyle kuyuya inilmez: Kendisine güvenilmez, ona güvenerek bir işe girilmez.
Ne kötü bir duygu yaratır insanda bu deyim. Güven duygumuzu sıfıra indirger...

Devam ediyorum...

İpe çekmek; adam aşarak öldürmektir.

Bir de " İpten adam almak" deyimi vardır.
Anlamı; savunmasını iyi yapan, güçlü avukatlar için kullanılan bir deyimdir.

Bu deyimi Kemal Tahir yazarımızın romanlarında sıklıkla okumuşuzdur.
Peki günümüze nasıl ve kimler tarafından gelmiştir?
İpten adam almak, deyiminin hikayesini gelin birlikte okuyalım.

...Vakti zamanında çok varlıklı bir İngiliz, ağır bir suç işlemiş. O suçun cezası idammış.
Adam hemen İngiltere’nin en şöhretli avukatını tutmuş. Avukat demiş ki, “Merak etme! Ben seni kurtarırım.”

Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış ve hakim kararını açıklamış; “idam”.

Avukat, hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş, “Merak etme, seni kurtarırım.”
“Nasıl?” diye sormuş adam.

Avukat, “Bu işin temyizi var. Temyiz idamı bozacak.”

Dava dosyası temyize gitmiş. Temyizin kararı belli olmuş : “Mahkeme kararının onanmasına… Sonuç: idam.”

Adam, “hani beni kurtaracaktın!” diye avukatına çıkışmış. Avukat hala sakin, “Merak etme, seni kurtarırım. Daha her şey bitmedi. Konu avam kamarası’na gelecek.”

Gerçekten, avam kamarasına gelmiş, konuşulmuş. Sonunda parmaklar kalkmış, “idam”.

Adam sinirli mi sinirli, avukat da sakin mi sakin. “Merak etme seni kurtarırım. Lordlar kamarası idamı geri çevirir, endişen olmasın.”

Lordlar kamarası da toplanmış, olayı incelemiş, kararını vermiş: “idam”

Adam, elinden gelse avukatını bir kaşık suda boğacak ama avukat hiç oralı değil. “Merak etme, seni kurtarırım. Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez. Kraliçe bu kararı bozar.”

Dosya kraliçenin önüne gelmiş. Kraliçe de imzayı basmış: “idam”

Londra’da bir meydanda idam sehpası kurulmuş. Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş.

Avukat ise adama “sus” işareti yapmaktaymış ‘merak etme, seni kurtarırım’ gibisinden. Meydanda cellat, yağlı ilmeği adamın boynuna geçirmiş. Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş.

Adam ipte sallanmaya başlarken, avukat yerinden fırlamış, cebinden çıkardığı bıçakla adamın boğazındaki ipi kesivermiş.

Adam, zar zor nefes alır vaziyette yere yuvarlanmış. Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler, “Avukat, sen ne yaptın!”

Avukat, İngiliz ceza yasasını cebinden çıkarmış;

“Yasada, müvekkilimin işlediği suçun cezası idam ve siz de onu idam ettiniz ama yasada ‘idam edilerek öldürülür’ diye bir hüküm yok. Bu durumda, ceza infaz edilmiş sayılır.”

Bunun üzerine İngiltere’de bir hukuk tartışması başlamış. Kraliçe, avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş ve İngiliz ceza yasasının idamla ilgili maddesi yeniden düzenlenmiş:

İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür.

İşte, “ipten adam alma” işinin aslı aynen yukarıdaki hikayedeki gibiymiş...
...
Sözün kısası makbulmüş. Latin bilge dahi ipe takmış kafayı, baksanıza ne demiş?

"Derin kuyu yoktur, kısa ip vardır."

Baba bir söylem değil mi?

 İple başladık iple ilgili bir söylemle bitirelim artık.

"Abdal ata binince bey oldum sanırmış.
Şalgam aşa girince yağ oldum sanırmış.
İp gerilince yay oldum sanırmış."

Suyun üzerinden dipteki küçük balık büyük gözüküyor.
İnsan da öyle, yakından tanıyınca onun, ipe sapa gelmez biri olduğunu görüyoruz.

Allah, doğru ve adil insanlarla karşılaştırsın bizi.

Ve akibetimizi hayırlı etsin.
Kendi kendimle söylendim durdum.

Hadi uyu artık Emine...Bak herkes uykuda!

İpleme artık..!



Emine Pişiren/ Kocaeli

BEN HİÇ ÇİLEK YEMEDİM Kİ...



Sık sık arkadaşlar arasında doğu ile batı arasında  kültür farkını örneklerle anlatıp tartıştığımız çok olmuştur.

Birgün AKM'deki iş yerimdeydim. Odamızda Dr. Sedat Pınar, iki de devlet sanatçısı söyleşi halindeydik.  Yine konu doğunun ilkel batının modern haliydi.

Benim örneğim portakal olmuştu.
Şimdi bana, nasıl, der gibisiniz?

Anlatayım efendim:

O sene siyasi yönetimin değişmesiyle rahmetli Ecevit Bulgaristan ve Kosova'dan gelen göçmen Türkleri devlet dairelerine yerleştirmişti.

Bir gün, Bulgaristanlı mesai arkadaşımla öğle yemeği yiyorduk. Her çalışan evden yemek getirirdi, veya dışarıda yerdi.
O gün bende evden getirdiğim meyvelerden portakalımın ve elmamın birini arkadaşıma ikram etmiştim.
Arkadaşım elmayı ısırıp yedi. Ama portakalı da ısırıp tükürmüştü!

Sonra da elindeki portakala garip garip bakmaktaydı. Ben içimden birden fazla düşünce geçirirken, hafiften ona güldüm:

" Merak etme, içinden kurt çıkmaz. Bu portakal çok lezzetlidir."
Diye espri yapmıştım. Ama o halen pür dikkat  incelediği portakalı hala evirip çevirmekdeydi.

" Ne oldu?"

" Yok bir şey de... Bu nasıl yeniyor? Isırdım az önce tadını hiç beğenmedim..! .Çok acı da..."

Öyle şaşırmıştım ki!

" Sen hayatında hiç portakal yemedin mi?"

" Cık, yemedim!"

Rusya'ya bağlı yönetimi olan Bulgaristan'ın filanca köyünde doğup büyümüş olan arkadaşıma o gün portakal nasıl soyulup yenir? Öğretmiştim.
Bizler batıya ilkel diyemiyorduk. Oysa onlar bizden de ilkel yaşam sürmüşlerdi...

Gelin, şimdi sizinle yurdumuzun en anlayamadığımız, öksüz ve yetim kalmış, ihmal edilmiş, bir görülmüş; Doğu Anadolu Bölgemize gidelim.

O gün...

Diyarbakır'da konser için turneye giden sanatçılarımız doğunun birbirinden lezzetli sofra tatlarını, ballandırarak anlatırken, öyle imrenmiştim ki.
Sohbetinize katılan Dr. Sedat hocam tam da bu sırada bize Anadolu, adlı şiir kitabını çantasından çıkartıp imzalamıştı.

Hayatımın o karesini asla unutmam mümkün değildir. Hatta  uzun soluklu Lanetli Aşk romanımda  bazı karakterlerin teması olmuştur.
Anadolu insanın o sıcak gülüşü, masum yüreği, çileli yaşamı konu edilmişti kitabında.
Sanatçılar, yemekleri güzel, ama çok ilkeller.
Bazı ilkel gibi değerlendirip dillendirdiğimiz köylerdeki insanlarımızı  yakından tanımadıkları o kadar aşikardı ki.

Urfa 'da Oxford vardı da biz mi gitmedik? Diyerek doğunun, neden gerikalmışlığını, bir soru cümlesine sığdırmıştı doğulu bir sanatçımız.

Gelin size yine örnek bir insanın gelecek nesillere nasıl bir kültür mirası bıraktığına birlikte tanık olalım.
Doğuya atanmış bir öğretmenin yaşamış olduğu dağ köyündeki  yaşantıdan ibretlik bir kesit aktaracağım.

...İlköğretimde görev yapan öğretmen Matematik dersinde;

"iBir kasada şu kadar çilek varsa, 10 kasada kaç çilek vardır?"

Diye öğrencilerine bir soru soruyor. Öğrenciler;

"Öğretmenim çilek nedir?"

Öğretmen;
" İşte çocuklar çilek şöyle şöyle bir meyvedir,  "diyor öğretmen.

"Biz hiç çilek yemedik, d"iyorlar öğrenciler.
Bunun üzerine öğretmen pes etmiyor, oturup Bursa’daki tarım firmalarına toprak numunesi yolluyor ve diyor ki;

" Bu toprakta çilek yetişir mi?"
Bursa’daki firmalardan cevap geliyor.

" Evet Diyarbakır şartlarında çilek yetişir."

Hatta mektubun yanında çilek fideleri ve yetiştirme şeklini anlatan bir tarif yolluyorlar.
Öğretmen öğrencilere okuyor nasıl yetiştirileceğini, çıkarıyor bahçeye ve diyor ki;

"Bu sene size matematikten sınav yok.

Öğrenciler;
" E nasıl not alacağız öğretmenim?"

Hepsine bahçeyi kazdırıp, çilekleri diktirip, can sularını verdikten sonra her birine dörder çilek fidesi verip;

" Şimdi gideceksiniz evinize, anne babanıza, ben size nasıl öğrettiysem sizde onlara öyle öğreteceksiniz.
Çocuklar gidiyorlar evlerine hepsi anlatıyorlar ve çilekleri dikiyorlar ve öğretmen diyor ki;

" Çilek mevsimi gelince getireceksiniz tabakta on tane çileğe bir not alacaksınız."

Çocuklar tabaklarla getiriyorlar, çilekleri sayıyor öğretmen, eksik olanlara da tam not veriyor ve sonra diyor ki;

" Çocuklar nasılmış tadı?"

Öğrenciler;

"Valla ucunda not vardı diye yiyemedik öğretmenim."

" Hadi bakalım yiyin, d"  iyor öğretmen.
Çocuklar ağızlarını burunlarına bulaştıra bulaştıra yiyorlar çilekleri.
Aradan iki yıl geçtikten sonra çilek girmemiş o köyün halkı şu anda Diyarbakır’ın pazarında çilek satıyorlarmış.
...
Keşke her insan bildiğini yanındakine öğretebilse, üleşebilse zamanı. Ne güzel olurdu dünya!
Yukarıdaki çocukların masumiyeti, öğrenme aşkı ne hoş değil mi?
Bir Çin sözü ile yazımı noktalayacağım:

" Bu sene bir tohum eken, seneye 10 ürün biçer. 10 tohum eken seneye 100 ürün biçer."

Bilgi en değerli ekin tohumudur.

Sevgiyle ekelim yeter ki...

Emine Pişiren/ Kocaeli

SİZ HANGİ KALBE ŞİİR YAZDINIZ?



Bahar başına vurmuştu doğanın. Baksanıza, renkler bile sarıdan, beyazdan vazgeçmiş pembenin, kırmızının tonlarına dönüşmüş.
Kuşlar yuva kurma telaşında. İki kumru balkonuma yuva kurmuşlar.
Kumru hanımefendi, 2 yumurtayla kuluçkada...Ürkmesin diye bende ayaklarımın ucunda, usulca çıkıyorum balkona...

Kargalarla, serçelerde farklı bir telaş başladığını görmekteyim. Çifter çifter gagalarında çalı çırpı taşımaktalar, yuvalarina. Belli ki, onlar da kumrular gibi eş bulmuşlar. Yuva kurma telâşlarındalar...

Gökyüzüne çeviriyorum bakışlarımı. Kırlangıçları hala göremiyorum.

" Az kaldı, hava ısınınca gelirler..."
Diyorum, tahminimce...
Ve güvercin renkli bulutlarla kaplı gökyüzünden ıraklaşıyor gözlerim.
Eve giriyorum...

 Kitap okuma, isteğim ağır basıyor. Kitaplığımın rafında okunmayı bekleyen kitaplarımdan birini çekip alıyorum.
Sayfaları karıştırıp okumaya geçiyorum...

İlk satırlar bile burcu burcu aşk kokuyor.

"...Bana aşkı tarif etsene, diyorsun.
 Sen hiç doğuştan gözleri görmeyen birinin, elmanın rengini tarif ettiğini duydun mu?
Ya da yedi renkten hangi rengi sevdiğini?
Benim için de aşk işte aynısıdır. İnsan bilmediği, tanımadığı iki olgudan konu açılınca biraz düşünür.
Çünkü birinden korkar, diğerinde ise sanki bir karadeliğe çekilir gibi gözü kapalı ona doğru gider.

İlki ölümdür, ikincisi aşktır.
Murathan Mungan misali, bende aşka kapıyı değil açmak, aralık bile bırakmadım gönlümü. Kimbilir, belki de sol yanımı yormak istemedim.
Der ki yazarımız:

 "Aşk kapıyı çaldığında hemen açma kapıyı; bazıları çocuklar gibi zile basıp kaçıyorlar."

Ne güzel söylemiş. Şimdi bu yazımı okuyanlar, " Hiç aşktan kaçılır mı?  Aşk_olsun sana," diyenler çıkacaktır, belki de...
Olsun...
Aşk, değil sevgi olsun gönlümde.
Zira sevginin hiç yan etkisi yoktur.
Ben sevdim. Sevgim de uzun ömürlü çıktı. Tam 40 yıl. Hiç de pişman olmadım.
Çünkü, sevgi sevdiğine sahip çıkıyor.
Çünkü, sevgi sevdiğine karşı sorumlu oluyor.
Çünkü sevgi, sevdiğine vefalı, şevkatli, sevecen, sabırlı davranıyor.
Hatta en güzel duygularla sevdiğine özlemle, sımsıkı sarılıp, onu koruyor."
...
Adamın birine yakın dostları sormuş:

" Gençsin, yakışıklısın, zeki ve akıllısın. Aynı zamanda kariyer sahibisin, paran, malın mülkün de var, ama hala evlenmiyorsun!
Ya sende bir sorun var, ya da kadınlarda galiba. Neden evlenmiyorsun?"

O da önce gülmüş, sonra onları kırmamak için öylesine;

" Haklısınız. Aradığım özellikte diğer yarımı tamamlayacak birini bugüne kadar göremedim." Der ve ekler:

" Benim diğer eksik yanımı kapatacak birini tanıyorsanız, haber salın, hemen evleneyim onunla," der.

Tabi yakınları hemen girişirler ona kız aramaya. Birkaç gün sonra bütün şehire yayılır bu durum. Ve gelin adayları tek tek yakışıklı adamın ofisine doluşurlar.
Genç adam bir şart koşar. Gelin adaylarını "yol" testine tabi tutacaktır.
Test şöyledir. Yan yana kalabalık bir kaldırımda birlikte 10 dakika yürüyecek, genç adam, bir soru soracaktır. Eğer, aldığı yanıt istediği gibiyse, genç kız seçilmiş olacaktır.

Yüzlerce genç kızdan sadece sıradan birini beğenir, genç adam. O kız da ne güzel, ne de kariyer sahibidir.
Üstelik iyi giyimli olmadığı gibi, sıradan bir çiftçinin fakir kızıdır.

Yakın dostları, çok şaşırırlar.
"Neden manken gibi güzel, kariyerli, zengin genç kızlardan biri değil de, sıradan bir çifti kızını seçtiğini?" merakla sorarlar.

Genç adam anlatır:

" Yol testimde, adaylarıma sezdirmeden hep aynı soruyu sormuştum. Çifçi kızından başkası testimi geçemedi."

" Ne sormuştun?"

" Neden beni evlenmek için seçtin? Oysa tüm servet, para arkadan gelmekte olan abime aittir. O benden daha zengin ve benden daha yakışıklı. Onunla evlenmeye ne dersin?"

Arkadaşları daha da merakla;

" Ee, senin abin yok ki, neden böyle bir soru sordun ?"

" Evet, yok. Diğer kızların hepsi başını çevirip arkaya baktılar. Sadece seçtiğim kız bakmadı. Ve 'servet ve güzellik balon gibidir. Çabuk söner, birbirimizi tanıyalım, birlikte çalışır kazanırız' dediği için o kızı seçtim. Onunla evlenirsem, gözüm arkada kalmayacaktır."
...
Güven duygusu, sevginin en has içeceğidir. Ama aşkın değil.

İlk aylardan sonra, aşkın bağımlılık yapan olumsuz yan etkileri gönülde çimlenir.

Bencillik, güvensizlik, kıskançlık, uykusuzluk, tutsaklık, iştahsızlık, dikkat kaybı, vs...
Ama sevgi, tam tersidir.
Anlayışlı
Şevkatli
Sevecen
Sadık
Sorumlu
Hoşgörülü
Özgürlük sunar sevgi.
Vefalı olduğundan ömrü uzundur.
Aşk, öyle mi?

O şöyle der bencilce:
" Benim imza attığım kalbe kimse şiir yazamaz!"

Sevgi, öyle bir imza atar ki, değil şiir öykü, roman bile yazar, baskısı binleri geçer. Ve ömür boyu çıkar. "
...
Susamıştım.
Kitabın ayracını, kitabın arasına sıkıştırıp kalkıyorum koltuktan.  Kitabı usulca bırakıyorum sehpanın üzerine. Tam o sırada soluksuz okuduğum kitabın yazarına değiyor gözlerim. Seslice okuyorum yazarın adını:

" Emine Pişiren"

Hep sevgiyle kalın.

AMAN HA!



Nüfusu kalabalık şehirlerde insanın başına her an, herşey gelebilir. Hele bu şehir 16 milyonu aşmış İstanbul ise, daha temkinli olmanız gerekir.
Örneğin, çantanızda fazla para ve kıymetli ziynet eşyası bulundurmak, çok tehlikelidir.
Hırsızlar, nasıl anlıyorlarsa sizi en tenhada kıstırıp, canınıza kast edebilir.
Benim iki kez para çantam çalınmıştı.
İlki otobüste, ikincisi Gülhane Parkında...
İnanın her ikisini de hiç fark etmemiştim. Zaten fark etsem ne yapabilirdim ki?
En çok da ikincisi bana dokunmuştu. İki çocuğumla dolmuşa binip eve gidecektim. Çantamı aradım, yoktu.

Çalınmıştı!
Mecburen dolmuştan gerisin geriye inmiştik.
 Hem sürücüden, hem de diğer yolculardan utanmıştım.

 İki çocuğumla  30 km uzaklıktaki evimize yürüyerek dönemezdik. O yıllar cep telefonu daha Türkiye'ye gelmemişti. Eşimi veya bize yardım edecek birini arama şansım, hiç yoktu.

Çaresiz yoldan geçen boş bir taksi çevirmiştim.
Eve varır varmaz komşumdan alırım, diye düşünüp biraz olsun içimi rahatlamıştım.

Eve geldiğimde, ne komşu evindeydi, ne de borç para alacağım birine tesadüf etmiştim.
Utana sıkıla durumu taksi sürücüsüne söyleyince, sürücü,

" Ben emekli öğretmenim, bu ikinci işim. Sizi anlıyorum. Lütfen size yardım ettiğimi farz edin. Bana borcunuz yok! Geçmiş olsun." Dedi ve gitmişti.

Bir insanın, hiç tanımadığı yolda kalmış birine yardım etmesi, ne güzel bir insanlık örneğidir.
...
Şimdi başka bir yolda kalma öyküsü okumaya ne dersiniz?

Hafta içi bir gün, evinden işine gitmek için aracına binen bir adam, Bostancı sapağını geçer geçmez, ona el kaldıran rahibe görünümlü birini arabasına aldı.

Ve kibarca nereye gitmek istediğini sordu. Arabaya binen kişi garip bir ses tonuyla;

"Ben Azrail’im, senin canını almaya geldim" dedi.

Aracı kullanan adam hiç beklemediği bu yanıt karşısında sesli bir şekilde kahkaha attı:

" Amma espri ha! Ne alem insansınız ya, bunca senedir sizin gibisini hiç görmedim. Azrail’in bir arabaya bindiği nerede görülmüş? " diyerek gülmeye devam eder.

 Azrail olduğunu iddia eden yolcu, sakinliğinden hiç bir taviz vermeden konuşur:

" Sen öyle san. 2 dk sonra bir yolcu el kaldıracak ve sen onu arabaya alacaksın," der.

Bu duruma hiçbir anlam veremeyen adam, ne olduğunu anlamaya çalışırken hemen ileride bir kişinin ısrarla ona el kaldırdığını görür. Ve istemsizce arabasını durdurup, yolcuyu arabaya alır.

 Ve dalga geçen bir ses tonuyla;

 “Merhaba, arkada oturan beyefendi kendisinin Azrail olduğunu iddia ediyor da...Sakin korkmayın!” der.

 Bunun üzerine arkasına dönen ikinci yolcu, yüzünde şaşkınlık ifadesiyle ona dönerek,

 “Pardon, siz sarhoş musunuz yoksa? Arkada ben kimseyi göremiyorum. Yoksa siz uyuşturucu mu aldınız? Halüsinasyon görüyorsunuz?” der.

Hemen ardından, arkadaki yolcu,

" Boşa çabalama, ben senin canını almak için geldim. O nedenle beni sadece sen görebilirsin. Sen duyabilirsin...

" Yanındaki yolcunun halen yaşayacak günleri var, bu nedenle o beni asla göremez. Şimdi sağa çek ve abdest alıp, son namazını kıl. Cenabet cenabet almayayım canını," der.

 Heyecan ve panik içerisindeki adam o an, öleceğine o kadar inanır ki, bir yandan ağlar, bir yandan da arabasını yolun kenarına çekip dışarıya çıkar.
Ve namazını kılmaya başlar.

Namazı bitirip kafasını kaldırdığında bir de ne görsün?! 40 yıl düşünseniz tahmin bile edemezsiniz.

Arabası çalınmıştı!

Siz siz olun,  aracınızla yolda seyir halindeyken, her elini kaldıran birine, yardım amacıyla durup, sakın aracınıza almayın!

Aman ha!

Başınıza iş açarsınız!

Emine Pişiren/ Kocaeli

KALBİMİ KIRMA LÜTFEN ANNE!





Çocuk yetiştirmek kolay değildir. Hele günümüzdeki sanal dünyanın reklam sevdalısı doyumsuz çocukları yetiştirmek, daha da zordur!

Sabırlı olmak, ruh dinginliğini korumak her nekadar zor görünüyorsa da hoşgörülü olunmalı...

Hatta çocukla ebeveyn arasında empati köprüsünün kurulması gerekiyor.
Günümüz çocukları beslenmeleri yüksek kalorilidir. Peki, aklımızı şu soru zorluyor. Peki, enerjisi yüksek çocuk, aldığı kaloriyi nasıl tüketecek?
Hareketlenecek, düz duvara tırmanacak. Komşunun kapı zilini  çalıp kaçacak. Evdeki elektronik aletlerin dibine darı ekecek. Kısacası, eline geçirdiğini kıracak, dönecektir...
Vs...Vs...Vs...
Peki anne baba evdeki afacanı ne yapacak?

Üç uygulamadan birini yapacaktır.
Ya dövecek, ya onunla konuşacaktır, veya bir pedagogtan destek alacaktır.
Oyun terapisi, drama, vs çalışmalarıyla çocukların yüksek enerjilerini dengelerler. Böylece o anne ve babaların daha sağlıklı çocuklar büyüttüklerini görmekteyiz.

Japonların çocuk eğitimlerine hayranım.
Bir gün bir Japon kadını salondaki camdan top şeklindeki süs eşyasının kırıldığını görür. Tabi suçlu çocuğudur. Küçük çocuk korkudan ağlamaktadır. Anne kırılan değerli eşyasına üzülür. Ama çocuğunun ağlamasına daha çok üzülür. Çocuğunu karşısına alıp sorar.

" Bunu neden kırdın yavrum?"

"Zıplayacak mı, diye merak ettim anneciğim!"

Çocuk, o gün bir cam eşyanın kırılabileceğini "deneme yanılmayla" o yaşında öğreniyor. Daha dikkatli olması için annesi onu tembihler ve konu kapanır.

Peki, bizde benzer bir durum yaşanmış olsaydı, nasıl davranırız?
Gelin birlikte okuyalım:

Adam, karısına doğum gününde bir vazo hediye etti. Dar ağızlı, uzun, gösterişli bir vazoydu. Kadın, bu değerli ve pahalı hediyeyi çok beğendi. Onu evin en güzel yerine koydu.
Ertesi gün alışverişten dönünce koyduğu yerde, sehpanın üzerinde göremedi. Kocasının, dün vazoyla birlikte getirdiği kırmızı güller vazonun içinden çıkmış, oturma odasında yerlere saçılmışlardı. Hemen seslenerek oğlunu çağırdı.
Yedi yaşından büyük göstermeyen bir erkek çocuğu koşarak yanına geldi.

“Vazo nerede?” diye sordu oğluna.

“Ben onu kırdım” dedi çocuk.

 “Parçalarını da toplayıp çöpe attım. Hiç bir yer kirlenmedi anne. Çiçeklere de bir şey olmadı.”

Kadın birden deliye döndü. Bir süre söylenip durdu. Bu sinirinin geçmesine yetmemiş olmalı ki, üç dakika sonra çocuğun yakasından tutmuş çılgınca sarsmaya başlamıştı.

" Nasıl yaparsın! Baban onu daha yeni almıştı. Fiyatından haberin var mı?”
Ardından bir tokat patlattı çocuğun suratına. Çocuk titredi. İkinci bir tokat yemekten korkar gibi elini kaldırıp indirdi.

“Ben onu kırmadım” diye itiraf etti aniden. Sol yanağı, yediği tokadın şiddetinden alev alev yanıyordu.
“Orada koltuğun arkasında” derken göz yaşlarına hakim olamadı.

Sonra koşarak odasına gitti. Kadın olduğu yerde kalakaldı.
Acaba doğru muydu söyledikleri?
Gidip koltuğun arkasına baktı. Vazo orada duruyordu işte. Sapasağlamdı ve üzerinde bir çizik bile yoktu.

Birden müthiş bir pişmanlık duymaya başladı. Çocuğuna vuran eli, tıpkı oğlunun sol yanağı gibi alev alev yanmaya başlamıştı.
Peki neden böyle bir şey yapmıştı. Neden vazonun kırıldığını söylemişti durduk yere. Düşünerek işin içinden çıkamayacağını anlayınca doğruca onun odasına gitti.
Çocuk yatağa uzanmış, dizlerini karnına çekmiş, sırtı duvara dönük ağlamaya devam ediyordu. Annesi onu kaldırmaya çalıştı.
Çocuk inat etti ve kendisini, onun kollarından kurtararak yine yatağa attı. Sonunda kadın pes edip, oraya öylece oturdu.

“Niye yaptın?” diye sordu. O da, yattığı yerden, doğrulmadan anlatmaya başladı.

“Bu gün okulda bir çocuk, annesinin en güzel porselen tabağını kırmış. Annesi de ona çok kızmış. Ben de ona dedim ki, eğer böyle bir şey yapsaydım, annem bana hiç kızmazdı. Çünkü beni çok seviyor. O da, yaparsan görürsün dedi bana.”

Sözlerini bitirince yine ağlamaya başladı. Kadın en yumuşak sesiyle “Bebeğim,” dedi çocuğu kucağına alırken.
Çocuk bu kez hiç itiraz etmedi. Usulcacık başını annesinin göğsüne koydu ve hıçkırarak ağlamaya devam etti.

“Söz oğlum, bir daha bir şeyi kırarsan sana hiç kızmayacağım.”

 Bu vaat, çocuğun küskünlüğünü önlemek için oldukça iyiydi.

Çünkü ikisi de her an evde bir şeylerin kırılabileceği ihtimalinin farkındaydılar.

“Hiç kızmayacaksın ama!” dedi çocuk.

“Hiç!” dedi annesi.

“Söz mü?”

“Söz oğlum, hiç kızmayacağım.”

Oğlu birden yataktan atlayıp, koridora koştu. İçeriden büyük bir şangırtı geldi. Kadın koşarak oraya gitti ve gördüğü manzara karşısında adeta bir şok yaşadı.
Az önce pırıl pırıl parlayan o canım vazo şimdi paramparça olmuş, odanın her yerine dağılmıştı. Vazodan çıkan küçük bir süper kahraman maketi, parçalarla birlikte yerde duruyordu.

“Bu gün içine kaçmıştı” dedi çocuk. “Çıkartamadım, elim sığmadı. Söz verdin kızmayacaksın. Hem zaten tokadı peşin yedim.”

Sonra maket oyuncağını kaptığı gibi dışarı fırladı. Arkadaşları oynamak için onu bekliyorlardı…

Tabi yukarıdaki hikaye bazı anneler konu_dışıdır.

...
Anem hep derdi, " Çocuk yetiştirmek iğneyle kuyu kazmak, gibidir."
Gerçekten çocuk büyütmek için büyük sabır ve emek gerekiyor.

 Ve sevgiyle hoşgörü de katarsak zamana o küçük afacanlar sağlıklı birey olarak toplumdaki yerini alacaklardır.
Aksi halde; Nasreddin Hocanın su testisini kırmadan önce çocuğuna attığı tokadı atarsak eğer,  çocuklarımız ruh dengeleri ayarsız ve özgüveni eksik büyüyeceklerdir.

Biz en iyisi onlara dozunda sevgi ekelim, saygı biçelim  mi?
Ne dersiniz?
Aksi halde o çocuğun  yüreğindeki;
" Kalbimi kırma anne!" Diye attığı sessiz çığlığı asla duyamazsınız!

Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren / Kocaeli

12 Nisan 2019 Cuma

ONLAR SOĞUKTAN DEĞİL AÇLIKTAN ÖLÜYORLAR...



Dün söylemesi ayıp marketten bütün tavuk almıştım. Beyaz et ve butları ızgaralık olarak ayırdıktan sonra tavuğun gövdesini bir tencereye su koyup pişirdim.
Piştikten sonra üzerine karabiber ve tuz döküp kemik sıyırıp söğüş yemeği çok severim. Tam yiyecektim ki, vazgeçtim.
Aklıma dün akşam geç vakit gördüğüm iç burkan bir kare gelmişti.
Saat 21:30 sularıydı...
Hava buz gibiydi. İçim titriyordu. Ellerim kesik kesik sızlamaya başladı. Soluk aldıkça göğsüm yanıyordu. Kar soğuğuydu burnumun ucunu sızlatan.
Resim ve pirografi dersi verdiğim kurumdan oldukça geç çıkmıştım. Evim 3 km uzaklıktaydı. Saraylı beldesinde o saatte hiçbir ulaşım yoktu.
Bende tabanlara kuvvet, dedim ve yürümeye başlamıştım.
İçimden dualar ederek tabi...
Az sonra ıssız yoldan ve sol tarafta yer alan Örcün Mezarlığının yanından geçecektim.
Korkum ölülerden değildi. Dirilerdendi. Öyle ya, iki ayaklılar günümüzde neler yapmıyorlardı ki...
Neyse efendim...
Şok marketin önündeki çöp kutusunun dibinde bir grup sokak köpeği, yeri yalamaktaydılar...
Önce geçip gidecektim yanlarından. Sonra geriye dönüp, acaba neden yeri yalıyor o hayvanlar, diye duraksadım. Gördüğüm kare yürek burkan cinstendi...
İçim acımıştı. Belki de market artığı idi o kırıntılar...Yerde birkaç yumurta kırığı vardı. Zavallı hayvanların kaburga kemikleri öyle belirgindi ki. Gece bile saklayamamıştı. İç burkan hallerini sokak lambasının ışığında bir süre izledim.

Soğuktan değil, şaşkınlıktan donmuştum!
Zira onlar; hem yumurtaların kabuklarını yiyorlardı, hem de yere dökülmüş yumurta içinden geride ne kaldıysa...
İçim bir tuhaf olmuştu. O saatte hiçbir market açık değildi. Hem ne alabilirdim ki?
Gözlerimin önüne bu kare gelince yutkunamadım bile... Bende pişirdiğim tavuğumu yemedim tabi... Ne mi yaptım?
İçine ekmek doğradım. Hazırladığım mamayı 4 torbaya bölüştürdüm. Amacım, dünkü o çöp kutusunun yanına koyup, aç hayvanları az da olsa beslemekti...
Saat 15:00'de yola koyuldum. Yine yürüyordum. Arkamda bir ses duydum. Başımı çevirdim, bir köpekti gördüğüm. Beni sessizce takip etmekteydi. "Ne var, beni ne takip ediyorsun? Yoksa sende mi açsın? " Diye seslendim ona. Beklemediği tepkim karşısında ürkmüştü! Korktu kaçtı. Bende yürümeye devam ettim. Tekrar duyumsadığım aynı hisle başımı aniden çevirdim ki, aynı köpeği gördüm. Vazgeçmemişti beni takipten. O an anladım ki, o da açtı...
Elimdeki torbadan birini ona uzattım. Kaçtı. Korkuyordu. Ama açtı hayvan. İki üç pati geriye sıçramıştı sadece.
Bende daha fazla onu ürkütmeden torbayı dikenli çitlerin kenarına bırakıp uzaklaştım oradan. Başımı hafiften çevirdiğinde, torbayı ağzına almıştı. O an hiç beklemediğim bir hamle yaptı. Dikenli telden sıçrayıp sitelerin bahçesine atladı.
Şaşırmıştım!
Kendisini nasıl da garantiye almıştı.
Hayvanlar soğuk kış günlerinde donarak değil de asıl açlıktan ölüyorlarmış.
O an karar verdim. Büyük bir mama torbası alıp, yürüyüş güzergahın olan köşe başlarına kuru mama bırakacaktım.
Öyle ya Tanrı insanı yarattı, hayvanları da yarattı.
İnsana akıl verdi, çalışarak kazanıyor. Ya o hayvanlar nasıl kazanacaklar ki?
Es kaza biri çöpe kırık yumurta atınca mı kazanacak?

Biz insanların duyarlı olması gerekiyor.
Biraz uzun yazdım, ama bende insanım. Sizlerle paylaşmakla artacağımı düşündüm.

Ve sokaklarda aç canlıların olduğunu bilin istedim.

Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli

OLABİLİR DE, OLMAYABİLİR DE...



Yeni yılın ilk yazısını, belleğimden usuma yuvarlanan bir Tao öyküsüyle kaleme aldım. Belki yeni umutların yeşermesine sebep olur.

...Zamanın birinde tek atı, küçük bir tarlası olan orta yaşlı yoksul bir çiftçi varmış. Çiftçi, kendi halinde tarlasını sürerken, emektar atı iri bir kayaya takılmış. At tökezlenip, yan düşmüş. Tabi atın ayağı parçalı, kötü kırılmış. Çiftçi çok üzülmüş. Lakin acı çekmesini istemediği için emektar atını vurmuş.
Kederli kederli, bir tepesindeki kara bulutlara bakmış. Bir de yarım kalan tarlasına bakmış. Eğer 3 gün içinde tarlasını sürüp tohum ekmezse yandığı günmüş. Yağmurlar yağacakmış. Yeni bir at satın alması imkansızmış.
Hayatı o anda kararan çiftçi, umarsızca koşmuş, köyündeki yaşlı bilgeye, derdini anlatmış:
" Bundan daha kötü bir durum olabilir mi, sayın bilge?"
Bilge sakalını sıvazlamış:
" Olabilir de, olmayabilir de..."
Çiftçi içinden söylene söylene ayrılmış oradan. Evine giderken yolunu, dağların yamaçlarına doğru uzanan kırlara doğru uzatır. Bir yandan da hiç beklemediği yanıtı aldığı yaşlı bilgeye kızgın kızgın söylenir.

" Yaşlı bunak, aynı sözlerle kafayı bozmuş galiba,...Demek ki söylenenler doğru..."
Ve benzeri düşüncelerle ilerlerken gözü az ileride ot yemekte olan başıboş bir ata ilişir.
Yüzü aydınlanır. Uzun uğraşılar sonunda sahipsiz atı yakalar. Evine mutlu gider.
Ertesi gün yaşlı bilgeye koşar.
" Halkıymışsınız. Ölen atım yaşlıydı. Bulduğum at ise çok genç. Bana uzun yıllar hizmet edecek. Bundan daha güzel bir mutluluk olabilir mi?" Der ve teşekkür eder bilgeye.
Bilge yine sakalını sıvazlar ve aynı sözcükleri söyler:
" Olabilir de, olmayabilir de..."
Adam dudak bükmüş;
" Allah, Allah! Ne saçmaladı şimdi bu bilge?"
Diye kafası karışmış, yarım kalan tarlasına gitmiş. 3 günlük işini o gün bitirmiş.
Birkaç gün sonra adamın oğlu ata binmiş. Kırlarda koştururken attan düşmüş. Delikanlı sakat kalmış. Adam bir kez daha bilgenin haklı çıktığını düşünmüş. Koşup durumunu anlatmış.
" Yine siz haklı çıktınız. Oğlum ömür boyu sakat kalacak. Bundan daha kötü bir durum olabilir mi?"
Yaşlı bilge yine aynı yanıtı vermiş.
" Olabilir de, olmayabilir de..."
Çiftçi yaşlı bilgeye çıkışmış ve onun evinden çözümsüz, çaresiz ayrılmış.
Köydeki her delikanlı askere gitmiş. Onurlu ana babaların yüzlerinde gurur varmış. Ama çiftçi adam ve ailesi çok mutsuzmuş.
Bir süre sonra ülkesiyle komşu ülke savaşa girmiş. Askere giden erler şehit düşmüş. Sağ olanların durumları çok kötüymüş.
Çiftçi Tanrıya şükretmiş. Bir kez daha bilgenin haklı olduğunu anlamış. Koşmuş bilgenin evine:
" Geçen sefer size kızmıştım. Ama haklıymışsınız. İyi ki yaşlı atım ölmüş. İyi ki genç atı buldum. Tarlamı bir günde sürdüm. Oğlum attan düşüp sakat kaldı, askere gidemedi diye üzülüyordum. Oğlum iyi ki attan düşmüş. Askere İyi ki gitmemiş. Yoksa oğlum da ölecekmiş. "
Yaşlı bilgenin elini öper. Bilge sakalini sıvazlar:
" Olabilir de, olmayabilir de..." der...
...
Bu hikayeyi 40'lı yaşlarımda Tao felsefesinde okumuştum. O gün anladım ki, hayatı zıtlıklarla yaşıyormuşuz. Bu demektir ki, her yaşadığımız an, değerlidir. Bize sunulan hediyedir.
O halde ne çok fazla sevinçlerimize umut bağlayacaktık. Ve ne de üzünçlerimizin uzun süreli olacaklarını umup mutsuz olacaktık.
An yaşanacaktı.
Zaman gibi...
Akreple yelkovanın sürprizlerine hazır olmalıydık.
Kayıp ve kazançlarımız; her an olası yaşanacak, bir durumdur.
O halde bizler de bilge gibi mi olacaktık?
Olabilir de, olmayabilir de...
Her an hazırlıklı olmamız gerektiğini düşünmemi sağlayan iki sözcük...
Bir varız, bir yokuz işte...

Yeni yıl umutlarımızı hiç soldurmasın.
Hayallerimizin, düşlerimizin gerçekleşmesi dileği ile...
Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli-Gölcük
2019

NECATİ CUMALI'NIN KALEMİNİ HALA SAKLARIM...



1979 senesiydi...
Bir gün çalıştığım AKM kültür sanat kurumunun, plastik sanatlar bölümündeydim.
Günlerden Cuma idi...Aynı gün yazar Necati Cumalı da odamıza gelmişti. Bir eseri, Taksim'de sahneye konulacaktı.
O gün odada, Necati Cumalı, Onat Kutlar, Mimar Besim Çeçener, Desinatör Müjde Hanım, Mimar Ömer Bey, Mükerrem Berk, 2 opera devlet sanatçısı ve ben, yine bir kış vakti toplanmıştık.
Odada bulunan yazın emekçi ve sanat değerlerinin sohbetlerini hayranlıkla, sükut halinde dinliyordum. Odada herkes N.Cumalı yazarımızla oradan buradan rastgele sohbetteydiler.
Söz sırası bana gelmişti. Belki de heyecandandı... Belki de sözcüklerim kıttı.
Tabi yaşım da o yıllarda 25...
İçlerinde en genci bendim.
Odadaki her insan kendi alanında ayrı muhteşem bir değerdi.
Necati Cumalı yazarımızla sohbet arasında ben, hep," Şey, şey..." diyerek kullandığım sözcükleri, yüzüm al al olarak devirip duruyordum.
O gün, edebiyat dünyasına adım atmamı sağlayacak mini uyarısı olmuştu. Bana dönüp demişti ki:

"ŞEY sözcüğünü kullanma artık. Dili fakir kılar.
ŞEY, ancak bir sözcüğe eklenirse anlam kazanır. Yalnız başına kısır bir kadın gibidir. Diksiyonun güzel, lakin çok sık ŞEY, diyorsun. Kullanma...Dilini zenginleştir."
Ve cebimden bir kalem çıkartıp bana uzatmıştı.
" Şuraya bir cümle yazar misin Emine?"
Uzattığı kalemle not defterine aklıma ilk gelen iki gün önce yazmış olduğum dizelerdi.
" Kirpiklerinin gölgesine uzanmak, göremeyeceğim bir rüya olmuştu..."
Gözlerime dostane bir ifadeyle bakıp;
"Haftaya cuma geleceğim. Sen bu dizelerin hemen altına bir sayfa içinde ŞEY sözcüğü yazmadan yaz."
Yazdım.
Hem de ne yazmak!..
O günü nasıl unuturum ki...
Kalemi hala bende olan yazarla sohbetimi, o günü hiç belleğimde hiç tozlandırnadım ki...
O günden sonra bir daha ŞEY demedim. Diyecek olduğum an, yutkundum.
Yutkununca düşündüm.
Düşününce, ŞEY,in yerini dolduran başka sözcükler türettim.
Türemiş sözcüklerden, öyküler yazdım.
Öykülerde, yeni yaşamlara tanık olup, romanlar yazdım.
Şimdi çoğu dünyalarını değiştirdi...
Yaşayanlara sağlıklı, mutlu yıllar dilerim.
Ebedi uyuyanların ruhları ışısın.

Emine Pişiren/Kocaeli-Gölcük

O ÇANTA...(Son Bölüm)



Genç kız, nakliye şirketiyle görüştükten sonra doğruca duşa girdi. Duş sonrasında giyinip, telefonuna gelen konumdaki adrese doğru gitmek üzere evden çıktı.
Konumdaki adrese ulaştığında adeta dumura uğramıştı. Levent'teki gökdelene hayranlıkla bakmaktaydı. Her gün Üsküdar'dan işe giderken gözlerine dokunan iki büyük gökdelenden birine geldiğine inanamıyordu.
Çok katlı plazanın kapısından adımını atar atmaz güvenlik tarafından sıkı bir kontrolden geçti. Ana fuayeye girer girmez biri ona adıyla seslenmişti. Adını duyar duymaz başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi.  

" Nehir Hanım değil mi?"

" Evet benim..."

" Hoş geldiniz Nehir Hanım. Buradan buyurun efendim."

Genç kız kendisini karşılayan ofis görevlisine fısıltı halinde, 'Hoş buldum' dedikten sonra onu izledi.
Ayrıca daha önce hiç gelmediği, tanımadığı bir mekanda adının seslenilmesine de oldukça çok şaşırmıştı. Bakalım, az sonra yaşayacağı hayat, onu ne gibi bir sürprizle karşılayacaktı?
Asansörden 14. Katın tuşuna basan ofis görevlisi genç adam ona hafiften gülümsedi.

" Genel müdürümüz sizi bekliyordu Nehir Hanım."

Genç kız, ne düşüneceğini, ne konuşacağını bilemedi. Ona sadece gülümsemekle yetindi.
14.kata geldiklerinde yine gördüklerine inanamadı. Yüzlerce cam panellerle ayrılmış cam bölümlerde insanlar, hararetli bir çalışma temposundaydılar. Her biri sanki uzay boşluğunun içinde yer almış cam fanusların içindeydi.

Ofis görevlisi, onu iki sıra halindeki sıralanmış, cam fanusların arasındaki şeffaf ince koridordan geçirdi. Koridorun bitiminde, tam karşıda daha büyük yine elips biçiminde cam fanus bir ofis görünmüştü. Cam ofis içinde geniş camdan bir masada 30- 35 yaşlarında yakışıklı bir adam oturmaktaydı.
Genç kız cam ofisin kapısındaki yazıyı okudu. " General Manager" yazılıydı. Kendisini işe alacak kişi demek bir genel müdürdü.
İçi içine sığmıyordu. Binlerce kelebekler sol yanına üşüşmüşlerdi. Kelebeklerin kanat çırpınışları ağzının içindeydi sanki. 

Ofis görevlisi kapıyı çalıp açtı, genç kızı içeri girmesi için eliyle buyur edip, yana doğru çekildi.
Nehir, ofise adım atar atmaz adeta kendisini rüyada yürüyor gibi ağır çekimde hissetmişti. Adımları yavaş ve çekingendi. Koltuğundan kalkıp ona doğru birkaç adım atan genç adamın yüzü ışıl ışıldı. Bakışlarındaki hayranlık açık açık okunmaktaydı:

" Hoş geldiniz Nehir Hanım. Gelmeyeceksiniz diye öyle korktum ki, bilemezsiniz. Buyurun oturun."

Genç kız, bu kez şaşkınlığını bakışlarından sözlerine bir bir çekinmeden aktardı:

" Neden? Neden gelmeyeceğimi düşündünüz? Hem niçin korktunuz? Pek anlamadım! Açıkçası kafamdaki sorularıma yanıt istiyorum. Beni nereden tanıyorsunuz? Pardon adınız kapıda okuduğum gibi mi? Yani, Ekin Toprak Ardıç mı?

Genç adam onun oturmasını bekledi. Sonra masasına geçip oturdu.

" Evet, adım Ekin Toprak Ardıç. Uluslar arası ticaret yaptığımız, bu bilgi işlem şirketinin sahibi ve yöneticisiyim. Haklısınız. Sorularınızı tek tek yanıtlayacağım. Ama önce bir şeyler içelim mi?"

Genç kız tarifsiz bir heyecanla onun teklifine kayıtsız kalamadı.

" Tabi, tabi olur... Türk kahvesi içebilirim. Lütfen..."

Genç adam masasındaki tuşa dokunur dokunmaz kapı açıldı. Az önceki ofis görevlisi genç içeri girdi.
Kahveler içilirken genç adam, önce nereden, nasıl giriş yapacağını tam düşünüyordu ki, genç kız sanki onun düşüncelerini okumuştu.

" Aslında içimdeki bir ses diyor ki..." 

Sözlerine nedensiz ara vermişti.
Çünkü, genç adam ona doğru eğildiğinde sürmüş olduğu parfümün kokusu başını döndürmüştü. Odaya girdiğinde ciğerlerine dolan kokuyla zaten ilk kez sendelemişti. Zira bu koku şehit olan sevdiği adamın devamlı sürdüğü kokuya çok benziyordu.
Kısa bir süre gözlerini yumup, buruk bir hisle iç çekti.

Genç adam, aylar önce onu, ilk kez gördüğü ana döndü. Balıkesir'e kardeşinin yemin töreni için gelmişti. Hemen yanı başında el çırpıp, yerinde duramayan genç kızı görür görmez irkilmişti! Düşlerine giren, uykularını bölen, masal prensesiyle karşı kaçmasıyla ürpermişti! Yüreği ağzına gelmiş gibi atıyordu. Önce onunla konuşup, bir yerde kahve içmek istedi. Tam teklif edecekken genç kızın parmağındaki yüzük dikkatini çekmişti. Onun sürekli, "Aşkım benim ya!" Dediğini duyunca teklif etmekten vazgeçmişti. Ama düşlerinin prensesini bir kez daha görme arzusu ile yanıp tutuşan genç adam, peş de etmemişti. Cebinden çıkarttığı not defterine, hiç düşünmeden o sözcüklerle, kimsede olmayan özel telefon numarasını karalamıştı.

O günden sonra düşlerine her gece giren genç kız bir daha görünmemişti. İşte şimdi tam karşısındaydı. Düş değil gerçekti!
Genç kız da o an yanlış anlaşılırım, düşüncesiyle
içinden geçirdiklerini söylemekten vazgeçmişti. Ama genç adam ısrarla sordu:

" İçinizden geçen ses ne diyordu Nehir Hanım?"

Genç kız utangaç bir gülüş uzattı ona:

" Garip gelecek...Belki de saçma bulacaksınız, ama..."

Genç adam israrinda kararlıydı:

" Nehir Hanım, garip gelmez. Saçma da bulmam. Lütfen paylaşın benimle o içinizden geçen sesin fısıltısını. İnanın mutlu olacağım. Hem benim de ufak bir sırrım var. Kimselerle paylaşmamış olduğum...Kim bilir, belki onu sizinle paylaşabilirim..."

Nehir, daha fazla çekingen durmadı. Genç adama tatlı bir gülüş uzattı:

" Şeyy, diyecektim ki...sanki sizi daha önce bir yerde görmüş gibi bir his var içimde..."

Genç adam o an karar verdi tüm gerçeği açıklamaya:

" Nehir Hanım, şimdi size anlatacaklarım, belki saçma gelecek biliyorum. Ama..."

Genç kız hemen atıldı:

" Ama bu haksızlık. Konuşun lütfen. Saçma bulmam. Söz!"

Gülüştüler.

Bunun üzerine cesaret bulan genç adam:

" Kadere inanır mısınız, sevgili Nehir?"

Kısa bir duraksamadan sonra genç kız: 

" Evet , inanırım." Diye fısıldadı.

Heyecandan tüm hücreleri elektrik verilmişçesine titreşmekteydi.

" Siz tam bir sene düşlerime giren kişiydiniz. Sizi ilk gördüğüm o günden sonra bir daha düşlerime girmemiştiniz. Günlerce bekledim telefonunuzu. Açmadınız. Aylar sonra aradığınızda kaderimde yazılan, düşlerimin prensesiyle yeniden karşılaşma heyecanımı size nasıl anlatsam..."

Genç kız, hiç bir şey düşünmek istemiyordu. Ne dünü, ne de yarını...
O an vardı. Sadece O an gerçekti.
Ve kaderinde ne varsa yaşayacağı o ana tutuklu kalmıştı.
Dudaklarından iki sözcük dökülmüştü:

" Sizi anlıyorum..."

Emine Pişiren/ Kocaeli