Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

1 Mayıs 2020 Cuma

DOST KAPIMA DESTUR DEMEDEN GİRME



Şu telefon cidden fazla akıllıymış. Ekranıma dokunur dokunmaz bir baloncuk zıplıyor sol alt köşeye.
Tam da klavye tuşlarının olduğu yere. Parmağım dokunursa şayet bir harfe, açılıyor Facebook'un yazışma bölümü.

Önceleri bildirimlerim kapalıydı. Ne güzel rahattım.
Baktım ki, kimi dostlarım gönül koyuyor, güncelledim. Şimdi kim, ne zaman on line? Tanımadıklarım dahi bana el sallıyor, yazıyor, vs, o sanal posta kutusunu tek tek silerken, taze bir baloncuk daha geliyor, gözlerime.
Açılınca profildeki ismini okuyorum. Tanımıyorum, kim?

Beyefendinin biri işte...
Üç nokta düşüyor ekranıma ve yazıyor, "Merhaba" dan önce;

"Evde mi, kaldın Emine?"

Sonra ikinci sorusu düşüyor ekranıma:

" Ne pişiriyorsun sen yine?"

Yüzüm kesekağıdı gibi buruşuyor!
Alışmıştım yıllarca diğer yarımın emaneti soy_adımla alay eden bu tip insanlara...
"İnsan pişiriyorum," diye hep aynı yanıtı verirdim.

Önce, "sil" tuşu ile veda etmeyi düşündüm. Ama bu çok kolay olurdu, o pişkin pişkin gülümseyen adama.

Kendimle söyleştim nedense yine:
'Onun özür dilemesini sağla Emine,'
' Bu senin en asli görevin, değil midir, yaşamında?'
'İnsan kazan.İnsan kaybetmek niye?'
'Ne der Yunus anımsasana.'
"Az söz insan yüküdür./Çok söz hayvan yüküdür."
Sonra toparlıyorum belleğimdeki sözcüklerin eteklerini, onu Yunus'un sözleriyle edebe davet ediyorum:

" Cümleler doğrudur; sen doğru isen./ Doğruluk bulunmaz; sen eğri isen."

Bunun üzerine o densizce yazan beye, tek söz ettim kendimce.
" Evet, evde kaldım düşman gelince. Hamdım, piştim seni görünce. Soyadıma dediğin gibi gelince. Şanıma yakışır, senin gibi insanları pişirince."
Bir süre sustu. Ekrana  önce iki sözcük düştü.

" Özür dilerim."

Sonra ekledi:

" Densizlik ettim!"

" Saygılar sunarım."

En azından saygı yerini bulmuş, yeni bir duygu erezyonu yaşamamıştık.

İşte bu dakikalarda güne güzel başladığımı düşünmüştüm.

Günaydın.

Emine Pişiren

YİYECEKLERİN CİNSİYETİ NE?



Masamıza konmuş yemek tabağının içindeki yemeğin, cinsiyeti, nedir? Sorusu hiç aklımıza gelmez.
Aşçı N.Çakır Tezgin ilgimi çeken bir başlık atmış. Başlık şöyleydi:

 “Yemeğin de Cinsiyeti Olur mu?”

Tabi gel de yazıyı okuma Emine, diye iç sesimi dinleyip ivecenlikle satırlara koşturdu gözlerim. Tabi yazara saygımdan, emeğe saygımdan dolayı, özgün metninden tam alıntı yapmayacağım.

Diyor ki yazar:

“Kıtlık ve savaş zamanlarıyla dinsel oruç dönemleri insanları farklı arayışlara yönlendirdiyse de, av eti, baklagil ve tahıl gibi belli temel gıdalar başrolü daima elinde tutmuştur.”

“Dünyada insan yaşamının ilk kırıntılarının baş gösterdiği ilkçağlardan beri vücut yakıtımız olan su ve yiyecek hakkı kutsalımızdır. Milyonlarca yıldan bu yana en onulmaz kavgalar yiyecek üzerinden çıktığından, karın doyurmanın keskin sınırının hep ekmek ve su ihtiyacıyla belirlenmesi gayet doğaldır.”

“Halen de ekmeğini kazanma kaygısı “ekmek kavgası” tanımıyla temel dokunulmazımız olmaya devam etmekte. Yemeğin adı çoğu zaman ekmek kavgasına dönüşmüş ise, dünyada sayısız insan bu uğurda kan dökmeye devam ediyorsa bunun büyük bir kavga olduğunu kabul etmek durumundayız. Kadın-erkek cinsiyeti fark etmeksizin sür git tarihsel bir kavga bu.”

“Peki, uğruna bunca mücadele verilen yiyeceğin cinsiyetinden söz etmek mümkün müdür? Örneğin; fasulye ya da nohuda erkek deyip armut ve kiraza dişi diyebilir miyiz? Ya havuç, sarımsak, patates, mısır, biber…”

**
Yazarın bu satırlarını okuduktan sonra sürekli düşündüm, "en sevdiğim yemeklerin cinsiyeti nelerdir?" diye...Ve gözlerimin diasına gebelik yıllarım düşüverdi birden.
Sahi, doğum yapmadan önce ben hangi besinleri yemiştim?
 Hani 9 aylık gebeliğimizde o pikalı günlerimiz yok muydu? Türkçe anlamıyla aşermelerimizden bahsedeyim biraz, aklıma gelmişken...

 Neydi aklımı gerilere doğru  götüren?
Kimi kömür yer, kimi kireç ve toprak yiyenleri bile duymadık mı?
Bense kızımda her Allah’ın günü limon  soyar tuza banar yerdim. Ha, bir de turşucunun önünden geçmeye göreyim, vallahi beni tutabilene aşk olsun. Bir bardak acılı, ekşi, şalgam suyunun içinde kornişonları “hüpp” ederdi midem. Bir de hiç sevmediğim, yiyenlere burun kıvırdığım “kokoreç” görmeyeyim. Bir kedi gibi dikilirdim ızgara yapanın başına. Ha, bir de midye tavaya bayıla bayıla yerdim...
Acaba dişi miydi tüm yediklerim, içtiklerim?
Dişiydi demek ki, kız doğurmuştum.
Oğlum aklıma gelivermişti birden! Onu dünyaya gelmeden önce neler yemiştim?
Pasta, kremalı tatlılar, kaymaklı ekmek kadayıfı, hamur işleri, vs...Tam 55 kilodan 75 kiloya çıkmıştım.
Demek ki, doğru söylemiş büyüklerimiz:
“Ye ekşiyi al, Ayşe’yi kucağına./Ye tatlıyı al, Ali’yi kucağına...”
Ya da;
“Ye tatlıyı, doğur atlıyı./Ye ekşiyi al, Ayşe’yi.”
Siz hiç yemek yerken cinsiyetli bir yemek yediğinizi düşünür müsünüz?
Derler ya,  bir de;
“Ye tatlıyı, içme suyu yanarsın./ Ye yağlıyı, iç suyu, donarsa donsun.”
Rahmetli annem her balık yediğimizde masaya mutlaka tahin helvası koyardı. Derdi ki;
“Balığın karnınızda tatlıyla ölmesi gerekir. Yoksa balık karnınızda yüzer durur.”
Tabi hemen tahini parmaklardık. Öyle ya ya balık canlanırsa?
Çocuktuk işte, nasıl da masumane kanardık...
Sahi, kızıma hamileyken bir de sürekli et yerdim. Acaba yediğim, koyun inek, tavuk, vs türevleri dişi miydiler?
Ya oğlumda sürekli yediğim mercimek, kuru fasulye, nohut, pirinç pilavı ve şeker pare tatlısının cinsiyeti neydi?

 Eşime sorardım: "Hayatım akşama ne yemek pişireyim?"
Aldığım yanıtsa, genellikle," Kuru fasulye ile pirinç pilavı," olurdu.

"Aman yine mi, aynı yemek? Hiç de bıkmıyorsun!" derdim.

 Bunun nedenini hep düşünür dururdum.
Demek ki, annesinin gebelik pikasına bağlıydı, erkeklerin yemek tercihleri.
Siz hiç nohut ve fasulye yemeklerini yerken dişi veya erkek olduklarını, düşündünüz mü?
Şahsen ben hiç düşünmemiştim. Ama bundan sonra düşüneceğim. Çünkü, yemek yerken sadece açlığımızı bastırmayı düşünürüz. Bir de ne kadar lezzetli olup olmadığını.
Ama Maya Kliniğindeki kursiyer gebeler, doğurmak istedikleri çocuklarının cinsiyetlerini, beslenme diyetlerini uygulayarak belirledikleri deneyimlerle sabit olduğu kanıtlanmıştır.
Bir çalışma da İngiltere'de Exeter Üniversitesindeki Dr. Fiebes Mathews ve ekibi tarafından gerçekleştiriliyor.
Ekip, anne adaylarının beslenme şekli ve bebeğin cinsiyeti arasındaki ilintiyi araştırmışlar.
750 kadının gebelikten önce ve gebelik esnadındaki beslenmesini inceleyen bilim insanları, enerji desteğini fazla alan kadınların %56'sının bebeği erkek, enerji desteğini az alanların %45'inin de kız bebeği dünyaya getirdikleri tespit edilmiş.

 Aynı ekip çalışmasında görünüyor ki, sabahları kahvaltıda C, B, E vitamininden zengin besin tüketen anne adaylarının erkek bebek dünyaya getirdiklerini belirttiler.

Yazımın finalini aşçı Nurdan Çakır'ın  şu sözlerine yer verdim:
Der ki:
"İncirin erkeği (ilek inciri) vardır, halk arasında soğanın erkeği de bolca zikredilir hatta efelenen küçük oğlan çocuklarına “soğan erkeği” denir.”

Yüzüm ışıdı tabi bu tespitine. Soğan dedim de  aklıma erkeklerin en sevdiği yemekler geldi.
Kuru fasulye ve Pilav.
Yanında da turşu da olsun mu?

Emine Pişiren/Kocaeli

AĞRILARIMIZI TEDAVİ EDEBİLİRİZ






Gary. H. Craig der ki:

" Bütün olumsuz duyguların nedeni, vücudun enerji sisteminin bozulmasından kaynaklanmasıdır."

EFT enerji psikolojisi, yani duygusal özgürleşme tekniğidir.

Bir nevi refleksoloji uygulamasıdır.
Türkçe anlamıyla parmak uçlarının kısa ve küçük dokunuşlardır. Bu dokunuşlar sonrasında organların uyarılması sonucunda salgı bezlerimizin ve organlarımızın dengelenmesidir.
Bu dokunuş tekniği ile sinir noktalarını uyarıyoruz.
Beynimiz milyonlarca hücreden oluşmuştur. Bu hücreler bioelektrik üretmektedir. Yaşam enerjimiz vücudumuzda enerji meridyenleriyle  tüm hücrelerimize dolaşır. Eğer ki bu dolaşımda engel veya blokaj olursa o organ alarm verir.
Kısacası; biz bunu dokunuşlarımızla aşabilirmişiz.
 Böylece elektromanyetik uyarılar nöronları aktif edip organlarımızı işlevselliğinde ivme kazandırmış oluyor.
Basit tekniği uygulayan Çinlileri örnek gösterebilirim.
Nasıl mı?
KM' lerce uzunluktaki Çin Seddi yapılırken, ayakları şişip, ağrı çeken Çinliler EFT dokunuşlarıyla ayak ağrı ve şişliklerinden kurtulmuşlardır.

2. aya girdiğimiz karantina sürecinde evimizde kalıp, basit bir ağrıyla "Kovit-19 bulaşır," korkusuyla hastaneye gidemiyoruz.
İşte bu nedenle bende EFT tekniği ile kendilerini tedavi eden Uzakdoğunun Sağlık Kültürünü sizinle paylaşmak istedim. Faydasını gördüm.
Dün şiddetli başım ağrıyordu. Fotoğtaftaki noktalara her iki elimin orta parmağı ile tam 2 dakika kısa kısa EFT VURUŞLARI uyguladım.
3 dk sonra ağrım hafiflemiş, 10 dk sonra tamamen geçmişti.
Eminim ki, sizler de faydasını görürsünüz.
Sağlıklı günler dileklerimle...

Sevgi ve dostlukla kalın.

Emine Pişiren

+++

Temel EFT sisteminde parmak uçlarıyla vuruş yapılacak noktalar şunlardır:

01-KN- Karate Noktası:
 (İncebağırsak Meridyeni -Nokta: İB2)

Her iki elin serçe parmağın dibi ile bilek arasında, yan tarafta bulunan etli kısmın ortasında bulunur. Güven noktasıdır. Psikolojik geliş-gidişlerin giderilmesinde yardımcı olur. Kişisel nefret, kendinden şüphe ve kişisel güvensizlik sorunlarının aşılmasını kolaylaştırır. Uyarıldığı zaman, şok durumundan kurtulmayı kolaylaştırabilir.

02-KB- Kaşın başlangıcı:
 (Mesane Meridyeni – Nokta: MS2)

Her iki kaşın burun tarafındaki uç noktalarıdır. Bu noktalar parmak vuruşlarıyla uyarıldığında cesaret ve enerjide artış sağlanır. Korku ve endişelerin giderilmesinde etkilidir. Ruhsal sarsıntılardan sıyrılmayı sağlar.

03-GU- Göz Ucu: (Safra kesesi Meridyeni – Nokta: SK1)

Her iki gözün dış ucunda yer alan kemiğin üzerindedir. Bu noktalar parmak uçlarıyla vurularak uyarıldığında, öfke ve kızgınlığın kontrol edilmesini, şoklardan ve endişe nöbetlerinden kurtulmayı sağlar. Kendine hakimiyet ve sakinlik için yararlı olur.

04-GA- Gözün altı: (Mide meridyeni – Nokta: MD1)

Bu nokta gözün 2 cm kadar altında ve gözbebeği ile aynı doğrultudadır. Uyarıldığında topraklama etkisi yaratır. Sabit fikir, bağımlılık, endişe ve eksiklik duygularıyla başedebilmeyi sağlar.

05-BA- Burnun altı: (Du Meridyeni – Nokta: DU27)

Üst dudak ile burun arasında kalan bölgede yer alır. Uyarıldığında utangaçlık, içe kapanıklık, sıkılganlık gibi sorunların çözülmesinde yardımcı olur.
Açlık duygusunun denetiminde ve alerji kontrolünde etkindir. Du meridyeni, simetrik olmayan iki ana meridyenden biridir. Bu nedenle bu meridyenin üzerinde yer alan noktalar tektir.

06-ÇN- Çene: (Merkez Meridyeni-Ren – Nokta: REN24)

 Çene çıkıntısı ile alt dudak arasındaki bölgede yer alır. Parmak uçlarıyla vurularak uyarıldığında bağışıklık sistemini etkiler ve yorgunluğa iyi gelir. Utanç, panik ve endişe için etkili olur. Merkez meridyeni de simetrik değildir.

07-KK- Köprücük Kemiği: (Böbrek Meridyeni – Nokta: BB27)

 Köprücük kemiğinin göğüs kafesi ile birleştiği, boynun hemen altındaki noktadadır.
Uyarıldığı zaman girişimcilik, işleri tamamlamada kararlılık, zihinsel gerginliğin azalması ve tüm zihinsel sistem üzerinde etkili olur. Ayrıca burası önemli bir acı denetleme merkezidir.

08-KA- Koltuk Altı: (Dalak Meridyeni – Nokta: DL21)

Bu nokta, koltuk altının 10 cm kadar aşağısında yer alır. Parmak uçlarıyla vurarak uyarıldığında zihinsel berraklık ve odaklanma konusunda yardımcı olur. Endişe, bağımlılık ve yaşamı olduğu gibi kabullenme açısından önemlidir. Sindirim ve özümsemeyi kolaylaştırır.

09-BP- Başparmak: (Akciğer Meridyeni – Nokta: AK11)

 Başparmağın ilk boğumu ile tırnak dibi arasında kalan bölgenin yan tarafındadır. Bu noktanın uyarılması negatif düşünceleri, kibiri, gücenmeyi hafifletir.
Sezgi gücünü ve yaşama sevincini geliştirir.

10-İP- İşaret Parmağı: (Kalınbağırsak Meridyeni – Nokta: KB1)

İşaret parmağının tırnak hizasındaki, başparmağa bakan yanında yer alır.
Suçluluk ve kızgınlığı giderir ve duyguları serbest bırakır. Zihinsel tıkanıklığı aşmaya ve pozitif düşüncelere olanak sağlar.

11-OP- Orta Parmak: (Perikardium (kalp zarı) Meridyeni – Nokta: PR9)

Orta parmağın tırnak dibi ile ilk boğumu arasında ve işaret parmağına bakan tarafında bulunur. Kıskançlık, haset ve alçaklık kompleksi için yararlıdır. Bazı alerjiler için etkili olur. Mizah duygusunu geliştirir.

12-SP- Serçe Parmak: (Kalp Meridyeni – Nokta: KL9)

Serçe parmağın tırnak hizasındaki yüzük parmağına bakan tarafında yer alır. Karşılıksız sevgi noktasıdır. Empati, şefkat ve karşılıksız sevgiyi destekler. Kalıcı belleğin gelişimini, kısır düşüncelerden arınmayı sağlar. Duygusal dengeler açısından önemlidir.

13-GM- Gamut Noktası: (Üçlü Isıtıcı Meridyeni – Nokta: ÜI3)

 Elin sırt tarafında, yüzük parmağı ile serçe parmağın birleştiği noktanın 2 cm kadar aşağısında yer alır. Gamut serisi uygulanırken bu noktaya sürekli olarak vurulur.

14-HN- Hassas Nokta (Sore Point):

Boynumuzun ön tarafında, köprücük kemiklerinin arasında yer alan V şeklinin tabanından 7-8 cm aşağı inip, buradan da 7-8 cm sağa ve sola doğru gittiğimizde bu noktalara ulaşırız. Bu bölgeler ovulduğu zaman genellikle rahatsız edici bir hassaslık duyulur. Bu noktalar, lenf sıvısının biriktiği yerlerdir.
Ovma işlemi tekrarlandıkça burada biriken lenf sıvısı zamanla kaybolur ve hassaslık hissi de ortadan kalkar.
Kurgu işlemi sırasında bu noktaların ovulması önerilmekle birlikte; giysilerin engellemesi, yerinin belirlenmesindeki zorluk ve toplu ortamlarda özellikle bayanlar açısından sıkıntı yaratması nedeniyle Hassas Noktanın ovulması yerine Karate Noktasına vuruş yapılması daha pratik olmaktadır. Biz de Karate Noktasının kullanımına daha
sıcak bakıyoruz.
Tek başına ve uygun ortamlarda kurgu cümleleri bu noktalar ovulurken söylenebilir. Bazı görüşlere göre bu noktalar, karate noktasına kıyasla daha fazla etkili olmaktadır.

15-GN- Göğüs Noktası: (Karaciğer Meridyeni – Nokta: KR14)

Bu nokta özellikle bayanlar açısından yerinin tespiti ve uygulaması zorluk yarattığı için genellikle kullanılmamaktadır. Özel uygulamalarda vuruş serisine dahil edilmesi daha doğru olur. Karaciğer meridyeninin dengelenmesi önemlidir. Bu açıdan, Tepe Noktası da önemli bir nokta olarak ele alınmalıdır.

16-TN- Tepe Noktası: (Du Meridyeni – Nokta: DU20)

Bu noktanın kullanılması, bir EFT konferansında önerilmiş ve bazı EFT uzmanları tarafından kabul görmüştür. Özellikle kısaltılmış EFT uygulamalarında bu nokta başlangıç veya bitiş noktası olarak tercih edilmektedir. Bu noktanın diğerlerinden farkı, yakın bölgelerden birkaç meridyenin
birden geçiyor olma-sıdır. Bu nedenle, hızlandırılmış uygulamalarda bu noktadan yararlanmak ta mümkündür. Gary Craig’in EFT Elkitabında yer almasa da, bazı video kayıtlarında bu noktadan onun da yararlanmakta olduğu görülmüştür.
Tepe bölgesi aslında bir çok akupunktur noktasının sık aralıklarla yer aldığı bir bölgedir. Bu nedenle vuruşlar ya bitiştirilmiş dört parmağın alt tarafıyla, geniş bir alanı kapsayacak şekilde; ya da parmak uçlarını bu bölgede gezdirerek yapılır. Bir çok akupunktur noktasının yer aldığı bu bölge, tepeleme oturumlarında giderek daha yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.

17-BL- Bilek iç taraf: (Üçlü Isıtıcı Meridyeni – Nokta: ÜI4)

Bu nokta da sisteme sonradan dahil edilmiştir. Yaygın bir kullanımı olmamakla birlikte, bazı uzmanlar bu noktayı da çalışmalarına dahil etmektedirler.
Deneyebilir, uygun görürseniz, kullanabilirsiniz.

18-BL- Bilek dış taraf: (Kalp Meridyeni – Nokta: KL7 ve İnce Bağırsak Meridyeni – Nokta: İB5)

 Bu nokta da sisteme sonradan dahil edilmiştir.
Yaygın bir kullanımı olmamakla birlikte, bazı uzmanlar bu noktayı da çalışmalarına dahil etmektedirler. Deneyebilir, uygun görürseniz, kullanabilirsiniz.

Kaynak:
Hipnoterapi/NLP Uzmanı
Ahmet Aksoy

ARTIK SENİ SEVMİYORUM




Bir kertenkele duyarlılığına eremedi kadın ve erkek.
Yıllar önce kesmiş okuduğum bir gazete küpürü elime değmişti dün. Hani eskileri taşınırken tek tek kontrol edersiniz ya, işte bende anılara yol aldığım dakikalardı.
Yer Japonya.
Japon mimar yeni almış olduğu evinin tadilatında ilginç bir durumla karşılaşıyor.
Salonun duvarları karton kalınlığında kontraplakları tek tek sökerlerken, öyle bir manzarayla dona kalıyor ki, duruyor bir an. Ve izliyor gördüğü şeyi.
20 cmlik bir çivi, kıvranmakta olan kertenkelenin tam sırtına çakılı. Kertenkele yaşıyor oluşu, genç mimarı öyle şaşırtıyor ki, nedenini araştırmak istiyor.
Öyle ya, dış duvar ve iç duvar arasındaki 20 cmlik mesafede sırtına çakılı iri çiviyle nasıl yaşıyordu? Neyle besleniyordu?
Kafasındaki sorularına yanıt bulmaya karar verdi. Ve hemen hiç düşünmeden eski sahibini aradı.
İç duvarların hangi tarihte yapıldığını sordu. Aldığı yanıt merakını daha da kışkırtmıştı.
Duvarlar tam 6 yıl önce yenilenmiş.
Mimar o gün işi durduruyor. Konuyu çözmek için tüm vaktini, 6 yıldır 2 duvar arasına çiviyle çakılı bir kertenkeleye ayırıyor.
Sandalye çekip oturuyor. Bakışlarını bir an bile çevirmeden duvara odaklanıyor.
Tam 1 saat sonra duvarda ikinci bir hareket görüyor. Başka bir kertenkele ağzında üzüm tanesiyle çiviyle çakılı kertenkeleye yaklaşıyor. Üzüm bitene kadar ağzında tutuyor, onu besliyor.
Japon mimar, kımıltısız bekleyişini sürdürüyor. Diğer kertenkele üzüm bitince gidiyor. Bir kaç saat sonra bu kez, ağzında avlamış olduğu bir böcek sunuyor çiviyle duvara tutsak eşine.
Eşini tam 6 yıl besleyerek onun hayata tutunmasını sağlamış.
Ve ondan hiç vazgeçmemiş.
...
Bu hikaye beni derinden etkilemiş ki, gazete küpürünü saklamışım.
Derin bir soluk alıp, rengi sararmış g.küpürünü katlayıp eski yerine koydum. Atmaya kıyamamıştım.
Belki, benden sonra çocuklarımdan biri okur, diye...
Kulağıma dokunan bir sesle, bakışlarımı yeni açtığım televizyona çeviriyorum.
Haber sipikeri konuşuyor:
" Kendisini aldattığını öğrenen adam, eşini yeni sevgilisiyle birlik olup 4 yerinden bıçakladı. Emniyet ekipleri..."
Kumandayla kapıyorum televizyonu.
Ne kadar sıradanlaştı ölümler, öldürmeler!
Aldatmalar, boşanmalar ne çok fazla! Sevginin...Sadakatin öldüğüne dair ne çok haberlere tanık oluyor gözlerimiz!..
Yazımın başında ifade ettiğim de işte bu sebeptendi.
Kertenkeleler kadar başarılı değil sevdalarımız...
Bu kadar basit midir?
"Artık Seni Sevmiyorum!
Senden Vazgeçiyorum!"
Diyebilmek...

Emine Pişiren / Kocaeli

BANA ARTIK " SEN " DİYEBİLİRSİN



Kelebekler uçuşurken yüreğimde, onun ılık soluğu, "You can call me now!" Diyen sesi kulağımın içinden beynime, oradan da yüreğime doğru yol aldığını öyle yoğun hissediyordum ki...

Ürperdim, baştan aşağı!

O an, az kalsın elimdeki minik kağıt destesini elimden düşürmek üzereydim.
Başımı tekrardan ona yavaşça kaldırıp gözlerindeki beni, okumak istemiştim, o an!
 Gülen gözleri, bir çelik keskinliğinde beni izlemekteydi.
Yutkundum.
Ona hafif bir gülüş uzatıp alkışların sahiplerinin yüzlerine kondurmuştum yüzümdeki ışıltıyı.

Alkışların arasında birkaç ses yükselmişti salonda:

 “Hocam poliçe satışımız ile ilintili midir bu yapacağınız test?”

“Evet, İlintili çünkü bu test “SİZİ” çok detaylı eni-konu ele verecektir. “

“İlintili, Çünkü her birey hem kendi, hem de karşısında, birlikte yaşadığı kişinin zihnini merak eder. Örneğin siz hiç yeni başlamış bir ilişkinin sizi nereye kadar sürükleyeceğini? Veya sevgilinizin zihninden geçenleri, hiç keşfetmek istemez misiniz?”

Menejerimizin verdiği yanıt salondakileri tatmin etmişti ki başka ses yükselmemişti.
Tek tek kağıtları dağıtırken tepegözün yansıttığı beyaz ekranda test sorularına ilişti gözlerim.

Test altı aşamalı psiko_felsefi içerikliydi. Yanıtlar, basitti. Kolayca verebileceğimiz sorulardan oluşuyordu. Kısa sorulara zevkle yanıt vermiştim.

Şimdi o testi sizlere de sormamı ister misiniz?

İstersiniz tabi ki. Zira hepimizin içinde keşfedilmeyi bekleyen, anlaşılmayı, anlamak, bilmek istediklerimiz sırlar dünyası vardır.

Bunu neden, niçin yapıyorduk?

Belki de o sırlarla yüzleşmek istemediğimizden, belki de " o, şu, bu ne der?" Kaygılarıyla bilinçaltımıza öteler, bilinçüstü ninnilerle uyutuyorduk.

 Böylece ruhumuzu üşütüp nezleye tutulmasını istemiyorduk. Aksi halde kendimize tuğlalar örüp tüm evrene kapatacaktık.

Ruhunun üşüdüğünü hisseden insan artık bir daha bunu unutamaz. İşte geçmişte edindiğimiz kimi acı/tatlı deneyimlerimiz bize küçük testlerle ışık tutuyor.
Kişilik zırhımızın delinmeden, o tozlu zihnimizde keyifle yolalıp ilerlemek, tıpkı uzun süreli kapalı kalmış bir evin tavanarasında saklı kalan sandıktaki anılar gibidir.
Kısacası söz yerini biliyor. O gizleri empati yoluyla gün yüzüne çıkartacak anahtarsa, "SİZ'İN" elinizdedir.
Bu test, aynı zamanda, dünyamızı kabus ötesi bir, “ölüm korkusuyla” sarıp sarmalayan, zayıf olanın Azrail’i Kovit-19 Virüsünden dolayı kendimizi karantinaya aldığımız, şu günlerimizde ilaç gibi gelecektir ruhumuza.

Gelelim mini testimize:

...Hafta sonu evinizde yatağınıza uzanmış, televizyonda en sevdiğiniz filme dalmış izlerken, kapınız çalınıyor. Aniden yataktan sıçrıyorsunuz! “Kim bu saatte gelen?” diyor, kapıyı açıyorsunuz. Kapıyı açtığınızda asıl şoku yaşıyorsunuz!
 Eşikte iki hayvan durmaktadır. Ağızlarında birer zarf tutmaktadır. Zarfları usulca alıyorsunuz. İki mektup size yazılmış, geleceğe dair. Birini açıyor, okuyorsunuz.
Sizi mutlu bir gelecek beklediğini yazarken, İkinci mektupta felaketleri ve mutsuz bir geleceği yazıyor. İşte o anda size şöyle bir soru sorulacak:

“Aşağıdaki hayvanlardan hangisi size iyi haberi, hangisi kötü haberi getirdi?”

Sadece iki hayvanı seçeceksiniz.
1-Kaplan
2- Kuzu
3- Köpek
4- Papağan
5- Kaplumbağa
...
Bir insanın seçtiği eş, onun geleceğini yakından etkiler. Bu ister iş ortağı olsun, ister ev arkadaşı, ister sevgilisi, ve isterse evleneceği insan olsun, onun ileride yaşacağı ya kabusu olacaktır ya da mutluluğu.

Niçin hayvanlar seçilidir bu testte?

Sorusunun yanıtı ise biz doğa ile ilintili birlikte bir yaşam sürüyoruz. Hayvanlarla ilgili olumlu/olumsuz düşünceleriniz; psikolojik açıdan zengin ve bilinç_altınızdaki karmaşalar hakkında bizlere ipuçları sunar.
Hayat senaryomuz çoktan yazılmış olsa bile birey tercihleriyle yaşayacaktır. Size mutluluk mesajı getiren hayvan, ideal eş/ortak/sevgili olarak düşündüğünüz kişiyi temsil etmektedir.
Felaket habercisi olan hayvansa; sizi o derin kuytu karanlıklara sürüklemesinden korktuğunuz kişiyi temsil eder.
Sonuçları bu yazımın altındaki yorumlara yazacağım. Böylece katılımlarınızla yazımı zengin kılacaksınız, aynı zamanda okur/yazar bağını kurmuş olacağız.
Ha, bir de şu var ki, yazmadan bu yazıma son veremem:
Kimse mükemmel değildir. Bizler, hayat deryasında hedefe ulaşmaya çalışan yüzücüleriz.
Eğer herkes o zorlu dalgaları kulaçlayabilseydi, hedef bu kadar önemli olmazdı.
Çünkü elde edildikten sonra değerler küçülüyor. Önemsizleşiyor.

Şairin söylemiyle:

" Eğer kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi!"

Bir sonra ki yazımda buluşmak ümidiyle.
Haydi size kolay gelsin.

Emine Pişiren / Kocaeli

"SİZ" İ SEVİYORUM



Her insan kendi gölgesinin kölesidir. Ve çok ilginçtir ki, ayaklarının üzerindeyken gölgesinin de gölgesini arar durur insan. Ta ki, güneş kızıl eteklerini toparlayıp gidene kadar...

Bugün size ilk kalbimin kime, niçin? heyecan duyduğu yıllarıma götürmek için geldim. Yaşadığım duygu anlarımı, yazımın içinde gözleriniz ilerledikçe tanık olacaksınız.

Gerçek şu ki, hepimizin iki yaşamı vardır. Biri sıklıkla geri dönüşler yaptığımız çocukluk yıllarımızdaki düşlerimiz, bir diğeriyse tercih ettiklerimizle birlikte, “imece hayallerle” yaşadığımız yıllardır.

Çocukluk yıllarımız belki iyi, belki kötü geçmiştir. Ama yine de özleriz o yıllarımızı. Sonraki yıllarımızda eğer mutsuzluklar yaşıyorsak, ya da yorgunsak ruhsal dünyamız altüst olur.
Kimi zaman bir benin dışındakileri, çok anlamak istediğim anlarım olmuştur. O zamanlar, baktım ki, çok yoruluyorum, kendimi acilen sürüklüyorum “yalnızlık” kendimi susarak dinlendiğim limanıma.

 Kısa süreli konakladığım o limanda düşünerek yaşadığımı anlıyorum. Hatta daha ötesi derinleşerek çoğaldığımı hissediyorum.

 Sevmekten bir türlü usanmadığım, beni sürekli coşkuyla kendisine çeken yaşamın o şahaser kollarına atılmak için yüreğim yine pır pır ediyor. Hayatın cazibesine doğru ayaklarım uzaklaştırıyor beni o sessiz limanımdan. Ve beni mutluluklarla hüzünlerin kucaklayacağı hayata doğru, bir mıknatısa çekilir gibi çekiliyorum. Fernando Pesoa’nın dediği gibi;

“Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok.”

Memuriyet sınavlarına girmeden önce bir yıla yakın sigortacılık hayatında deneyimlerim olmuştu. Bir Amerikan Şirketi olan sektördeki ilk haftam çok renkli geçmişti. Amerikalı Menejerimiz bize özgüven dopingi gerçekleştiriyordu.

Beden dilimizle nasıl konuşuruz? Karşımızdaki kişiyi nasıl anlarız?Nasıl gülümseriz? Nasıl konuşuruz? Ve hiç tanımadığımız birinin asıl niyetini nasıl çaktırmadan sorgularız?
Gerçekten çok haz aldığım eğitim seminerlerimizden biriydi o gün. Menejerimiz o gün ilk soruyu bize şöyle sormuştu:

“Sevdiğiniz, size enerji verecek, dilinizden karşı yöne iletilirken kulağınızda hoş bir esinti olacak, hatta sizde olumlu bir özgüven kazandıracak sözcüklerin içinde üç harfli bir sözcük söyleyebilir misiniz?”

Bulunduğum salonda tam 250 kişi vardı. Onlar soruyu düşünürlerken, öne doğru atılıp parmağımı kaldırdım. Hiç düşünmeden “SİZ” diyebilmiştim.
Menejer bana hoş bir gülüş uzattıktan sonra,

“Başka yanıtı olan?” diye sıralar arasında dolaşıyordu.

 Benimse yüzüm yanmaktaydı. Kendime kızmaktaydım.

Neden “Siz” demiştim?

 Bu büyük bir aptallıktı. Ama adam çok yakışıklıydı. Üstelik, o bakımlı, ellerine bakışlarım odaklanmıştı. Evet, bir erkekte en çok dikkat ettiğim iki şey vardı. Elleri ve gözleri...Menejerimiz her ikisinde de benim içsel sezgisel sorularımın yanıtını tam puanla vermekteydi. Her gün spor ceketinin altına farklı renkte kazaklar giyiyordu. Şık giyimi ile dikkatimi zaten çekmişti.

Siz de şaşırdınız “SİZ” yanıtıma değil mi?

Salondaki kalabalıktan farklı üç harfli sözcükler yükselmekteydi. Sizler de eminim bu satırlar arasında biraz soluklanacaksınız ve şuna adım gibi  eminim ki, “Rab, Aşk, Ben, Can, Dost,” ve benzeri sözcükler usunuzdan yuvarlanacaktır.

İşte bedeninizin, ruhunuzun, zihninizin, hafızanızın, hedeflerinizin, hayallerinizin, beklentilerinizin, ve tüm duygularınızın gıdasıdır o üç harfli sözcük.

“Niçin SİZ’i seviyorum, dediniz Miss. Gürbüz?”

Bir anda sıçradım yerimden.
“Ben mi?”
“Evet siz!”

 Az önceki aptalca yanıtımdan yine öyle  utanmıştım ki. Yakışıklı menejer beni yanına davet ediyordu. ‘Eyvah!’ dedim, içimden. ‘Eyvah ki, ne eyvah!’
Onun yanına yaklaşana kadar hızlı düşünme yetimi kullanıyordum:Ona;

 ‘Evet, neden SİZ? Sizi beğeniyorum da ondan, mı deseydim? Hayır, hayır ! Buna salaondaki herkes güler ve, kendimi Afrika Ormanlarında bir şebek gibi hissederdim.’

“Please be quick Miss. Gürbüz”

Acele etmemi istediği sözleri ingilizce söylemişti. Adımlarımı hızlandırdım. Akıl süzgecimden ona vereceğim sözcükleri yanyana dizdiğimde sahnedeydim.

“Arkadaşlar, Miss. Gürbüz bize SİZ sözcüğünü neden çok sevdiğini anlatacak. Lütfen, sessiz olalım, arkadaşınızı dinleyelim.

"Sahne senindir artık," der gibi eliyle işaret etmişti, ışığın olduğu yönü. Tabi içimdeki ona duyumsadığım hayranlığı herkesin içinde anlatacak değildim. Bundan sonraki dakikalarda sözel hayal, iletişim gücümü açığa çıkartacaktım: Konuşmaya başladığımda heyacanım da solgun bir ışık olmuştu sol yanımda...

 “Evet, neden SİZ dedim. Size ilginç gelen bu sözcüğün içinde öyle çok BEN gizlidir ki...Çok geniş bir anlamı vardır. Tıpkı uçsuz bucaksız evren gibi.
Gülüşüm, sevişim, neşem, hüznüm, umutlarımı besleyen geleceğim gibidir SİZ. Küçücük gibi duyduğumuz bu üç harfli sözcük aslında çok saygın bir sözcüktür.

"...Örneğin; İlk tanıştığımız kimseleri, bir düşünün hele. Hiç ona “Ne haber nasılsın?” veya “Bugün seninle şu meseleyi konuşalım mı?” dediğinizde karşınızdaki kişi sizi nasıl empati yoluyla değerlendirebilir?
Saygısız!
Ukala!
Megalamon!
Bencil!
Densiz!
İtici!
Yılışık!
Laubali!
Tabi bu benim ilk anda aklıma gelenlerdi bu sözcükler...

"...Peki o kişiye “Nasılsınız?” Sizi tanımakla onurlandım.” Veya “Sizi görmek güzeldi.” Demiş olsaydınız, aynı kişinin içsel tepkisi nasıl olurdu?
Saygın, Zarif, Kibar, Sosyal mesafeli, Onurlu, vb...
O sizde daha hoş bir iz bırakırdı değil mi?
 Ve daha çok sözcük sığar, içinde “SİZ” olan üç harfli cümlelere.
İşte bu nedenle söyledim üç harfli sözcüğü...”

Sözlerimi noktaladığımda salonda ıslıklara eşlik eden alkışlarla, yanımda omuzlarımı sıkıca kavramış menejerimizin tenimi ateş gibi yakan ellerini ,”İşte bu, işte sizden istediğim de buydu!” sözlerini dün gibi anımsıyorum.

Daha sonra elime bir deste küçük kağıtları tutuşturup beni asistanı yapmıştı. Kulağıma söylediği sözlerse ayaklarımı yerden kesmişti.
Sonra mikrofondan bulunduğumuz salona o hoş sesi yayılmıştı...

“Haydi dağıtın bunları arkadaşlarımıza Miss. Gürbüz. Arkadaşlar, şimdi ufak bir testimiz var. Sizden beni dikkatle dinlemenizi rica ediyorum.
Allah’ım, sesi ne kadar da hoştu. Türkçemizi o yabancı aksanıyla ne güzel de konuşuyordu. Kalbimin atışları nasıl da hızlanıyordu onun yanına yaklaştığımda. Oysa tüm dikkatini salondaki insanlara vermişti.

“Miss. Gürbüz doğru yanıtı verip bu güzel konuşmayı yaptığınız için sizi yürekten tebrik ediyorum. Arkadaşımızı alkışlayalım lütfen."

" Teşekkürler Miss. Gürbüz. Şimdi siz de yerinize geçin lütfen. Ve teste başlayalım.”

Yerime geçip oturduğumda hala kulağımdaydı onun sesi:

" Bana artık SEN diyebilirsin."

Emine Pişiren/Kocaeli

SANA GİT DEMEDİM Kİ...


Eğer ki, duyumsadıklarımı, yaşanmışlıklarımı bugün yazıyorsam, bu yarınlarıma gönül izlerimi bırakmak adına değilll...Gönül yangınımı biraz olsun azaltmak adınadır...
Yaşanmışlıklarımı bir diğerimize ifşa etmek, bu kadar önemli mi? Değil elbette ki...Çünkü ben hislerimin akislerini hayatın tuvali olan sayfalarına resmediyorum.
...
Tepegözün beyaz tahtaya yansıttığı beş hayvan üzerinde gitti geldi gözlerim. Menejerimizin seçmemizi istediği şıklar basitti. Gözlerime bir iki dakikada işaretlenecek kadar kolay görünüyordu. Hayat bana, çocukluğumdan beri, basit sorularda mutlak büyük yanıtların olabileceğini, asıl gerçeklerin detaylarda uyuduğunu ve düşünüp karar vermemi öğretmişti.

Bu nedenle basit soru üzerinde düşünmek zorundaydım. Her hayvanın üzerinde biraz düşünüp, sonunda  kararımı vermiştim. Kaplan bana kötü davranmasın, iyi haberimi getirsin, dedim içimden. Sıra kötü haberin hayvanına gelmişti. Kötü haberi duymak istemiyordum hiç. Haber gelecekse, ne kadar geç duyarsam, o kadar iyiydi benim için. Bu yüzden en yavaş, en temkinli adım atan kaplumbağayı seçmiştim.

Testi bitirdikten sonra kağıtlarımızı toplayıp Amerikalı Menejerimize uzattım. Özellikle kağıtlara isimlerimizi de yazmamızı istemişti.
Yanımdaki bayan arkadaş, kulağıma fısıldadı:

“Siz hangi hayvanları seçtiniz?”

“Kaplan ile kaplumbağa.”

O da “Bende papağanla köpeği seçtim.”

Ona hafiften bir gülüş uzattıktan sonra dikkatimi menejerimize vermiştim.
Masasına oturmuştu. Bizi şaşırtan kısa konuşmasından sonra:

“Arkadaşlar, hangi hayvanları seçtiğinizi anımsıyor musunuz?”

Salonda “evet” sesleri yükselmişti.

“O halde şimdi sizlerden tahtada yazılı olan şıkların yanıtlarını okumanızı rica ediyorum. Her arkadaşımız, kendi değerlendirmesini yapmasını rica ediyorum.”

Konuşmasını sürdürdü:

“Ve bu seçkilerinizi kişisel dosyamda bulunduracağım. Böylece her birinizin, bir ötekinden , ne beklediğini bilmiş olacağım. Seminerimiz bugünlük bitmiştir. Teşekkür ederim arkadaşlar. Biraz kahve içmeye ne dersiniz?” demez mi?

Öylesine tepegözün yansıttığı sözcüklere baka kalmıştık. Adeta apışıp kalmıştık! Gel de düşün şimdi.

Kaplan:
İyi haber= Coşkulu güçlü irade sahibi, hükmedici bir eşle mutlu olacağınıza inanıyorsunuz.
Kötü haber= Kibirli, ormanın sahibiymiş gibi etrafınızda dolaşan, ev işlerinize yardımcı olmaktan söz ettiğinizde homurdanıp söylenen, hükmedici bir eşe tesadüf etmekten korkuyorsunuz.

Köpek:
İyi haber= Bir eşte beklediğiniz en temel özellik, koşulsuz adanmışlık ve kesin sadakattir.
Kötü haber= Herkesi memnun etmeye çalışan ve başkalarının ne düşündüğüne önem vermekte olan biriyle asla anlaşamazsınız.

Kuzu:
İyi haber= Sizin için mutluluğun kaynağı, yumuşak kalpli, şirin, sevecen, sıcak kalpli ilgili bir eştir.
Kötü haber= Evde pinekleyen, her gün aynı şeyleri yapan,, sıkıcı, tembel, sıradan bir eşle asla birliktelik yaşamak ürkütüyor sizi. Böyle biri sizin kabusunuzdur.

Papağan:
İyi haber= Size uygun olan, eğlenmeyi seven, konuşkan, üreten, doğaçlama yeteneği ile sizi neşelendiren, güldüren, hoş zaman geçirten biriyle olmak istersiniz.
Kötü haber= Çalışmaktan hoşlanmayan, sürekli dırdır edip gevezelik eden, suçlayıcı biri ile olmaktan kaygı duyarsınız.

Kaplumbağa:
İyi haber= Ciddi, emin ve güvenilir, ihtiyaç duyduğunuzda yanınızda bulunan bir eşle mutlu olursunuz.
Kötü haber= En büyük kabusunuz; hayatınızı zeki olmayan, çok ağır hareket eden, kifayetsiz ve asalak ruhlu biri ile sürdürmek istemenizdir.

...
Seminer salonumuz boşalmıştı bile. İçimden “kahve içmeyi ertelesem daha iyi. Ben hangi hayvanı seçmişim ki?” sorusuyla baş başa kalmıştım.
Ta ki, yanıma yaklaşmakta olan ayak seslerini ve onun traş losyonu kokusunu duyana kadar...

Emine Pişiren/Yazar

Dip Not: Yazımın bundan sonra ki bölümleri “Sana Git Demedim ki...” adlı Öykü Kitabımda yazılıdır. İlginize, sabrınıza, yorum ve yazıma katkılarınıza sonsuz minnet ve teşekkürlerimle...

OYSA...



İnsan düşününce, hele ki ortam sessizse, ne çok bilgi düşüyor belleğinden.
Ne bileyim, insan soruyor:

" Bu dünyada hiç mi bir şey yolunda gitmez?"

Hiç unutmam; geçmiş zaman olur ki, gazetenin birinde bir haber okumuştum. Başlık şu şekilde atılmıştı:

"İngiltere'de mutlu bir çift severek ayrıldılar!"

Haberin devamını okuyunca, gazete küpürünü kesmiştim. Zira bana çok ilginç gelmiş, kalplerin tutsak, ama yasaların hükmettiği bir ayrılmaydı.

İngiliz Adaleti çiftin boşanmasına bir celsede acilen karar verdiği, gibi birbirini çok seven çiftin, "sosyal mesafesini" şehirler arası tutulması gerektiğine karar vermişti.
Haberi okudukça konuya ilgim, daha çok artıyordu.
Meğer, ten allerjisi varmış. Çift bulundukları ortamda dahi ürtiker oluyor, ardından ciltlerinde kırmızı içi su dolu kabarcıklar oluşuyormuş.
Dünyada hiç adı konulmamış bu cilt hastalığına, doktorlar " Temas Dermatit" teşhisi koymuşlar.
Seve seve ayrılan gözü yaşlı çift, mahkeme sonrasında tokalaşmak şöyle dursun, duruşmaya avukatları ve hastalık raporlarıyla, tanık bilirkişi doktorları girmiş.
Ayrı şehirlerde yaşamaya başlamışlar. Bu kez de birbirlerine özlem ve sevda kokan mektuplar yazmaya başlamışlar.
Tabi, kısa sürmüş bu yazışmalar. Nedeniyse, çiftin mektuba dokunan parmaklarında allerjen belirtilerin yeniden oluşmasıymış... Tabi sonrası malum, yine hastane koşturmalar ve yine serum takılarak yapılan tedaviler...

Haberi, okuduktan sonra yeni bir öyküme konu olabilir, düşüncesiyle saklamıştım, bir kitap arasına.
Şimdi, medyada sıklıkla  Kovit-19 bulaşmasın, diye " Sosyal Mesafeyi Koruyalım" uyarılarını duymaktayız.
Bu nedenle evlere kapanmış, kendi tutsaklığımızı yaşamaktayız. Alışverişlerimizde bu mesafeyi unutmaktayız.
Sonuç, malum.
Ölüme yolcu ediyor insanları dünyayı sarmış, bu lanet hastalık.
İtalyan düşünür ve yazar Leo Buscalgia'nın bir şiirini okumak geldi içimden: İzninizle:

"...Anımsıyor musun, yeni arabanı
Ödünç alıp çarptığım günü?
Öldüreceğini sanmıştım beni öldürmedin oysa...

Anımsıyor musun, seni zorla sahile götürdüğüm,
Yağmur yağacağını söylediğin ve yağdığı günü?
“Söylemiştim sana” demeni bekledim, demedin oysa...

Anımsıyor musun, kıskandırmak için seni,
Başka oğlanlarla oynaştığım ve senin kıskandığın günleri?
Terk edeceğini sanmıştım terk etmedin oysa...

Anımsıyor musun; çilekli pasta düşürüp,
Arabanın paspasını kirlettiğim günü?
Tokatlayacağını sanmıştım beni, tokatlamadın oysa...

Anımsıyor musun; dansın resmi giysili olduğu,
Ve benim söylemeyi unuttuğum,
Senin de kot pantolonla geldiğin günü?
Bırakacağını sanmıştım beni, bırakmadın oysa...

Evet yapmadığın çok şey vardı.
Ama dayandığın, sevdiğin, koruduğun beni...

Çok şey vardı;
Benim de senin için yapmak istediğim;
Vietnamdan döndüğünde
Dönmedin oysa..."
...
Ne çok pişmanlıklar yaşanıyor, şu barut kokularıyla kirlettiğimiz, tarumar edip yok etmeye çalıştığımız dünyada...

"Keşke," demeden önce "belkileri" umutla, cesurca kucaklamalı insan. Aksi halde sol yanımızı, "bir mezarlık" olarak şiirde olduğu gibi ziyaret edeceğiz.

Oysa dünya senden ibaret değil!

"Seni Seviyorum," demek için illa ölümü, beklemeye ne gerek var?

Emine Pişiren / Yazar