Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

6 Ekim 2020 Salı

BIRAK TÜLBENT KURUSUN

 TAVŞAN OL, KEDİ OL, AMA KÜSME!


Soru sormuş biri:


" Bir kadın, bir erkeğin karşısında neden susar?" Diye...


Bu sorunun yanıtını şöyle yazabilirdim:

" Uzun süren susmalarda, tartışmalarda her iki tarafta haksızdır."


Rahmetli annem bize sık sık şu öğüdü yineler dururdu:


" Karı kocanın küskünlüğü bir tülbent kuruyana kadardır."


O yıllarda kadıncağızı ışınlamak isterdik başka ortamlara...


" Amann anneee, sus şimdi sen dee..!" Der kadını sustururdum.


Cicim ayları yılları geçince fikir, düşüncelerimizi kabul ettirme inatlaşması içinde bulurduk kendimizi.

Böylece kendimi her tartışmada haklı görür, suskunluğumu uzatmak isterdim. Küskünlüğümü uzatır, erkeğimi cezalandırdığımı düşünürdüm.

Oysa kimi küsmeler bir saldırı, bir geri çekilme olabiliyor. Farkında olmadan da bizi ikinci bir tartışmaya zemin hazırlayabiliyordu.


Neden tülbent kuruyana kadar? Sorusunu hiç sorgulamaz,

" Amann annee, şimdi sırası mı? Asıl sen sus azıcık!" Der dururduk kadıncağıza.


İlerleyen yıllarda aile bireyleri artınca tülbent kuruyana kadardı suskunluklarımız. Ya birimiz usulca kedi olurduk, ya da tavşan gibi şirinlik rollerini benimserdik.

İnanın barışmalarımız, sevgimizin mihenk taşı olurdu.


Şimdi gelelim, şu sorunun açılımına...


"Bir kadın bir erkeğin karşısında neden susar?"


Bana göre bu tür sorular; kadın erkek ayrıştırmacılığını bileyleyecek tuzak sorulardır.

Erkekler de susar, kadınlar da.

Tam da Hacı Bektaş Veli'nin sözleri yanıtlar şu sorunun cevabını:

" Erkek dişi sorulma, muhabbetin dilinde.

Hakkın gözünde her şey yerli yerinde.

Noksanlık da, eksiklik de senin görüşlerinde."

...

Kimse alınmasın lütfen şu sözlerime.

Sözüm bu meclisin dışında söz edenlere.

Zaman gelir, sebepli sebepsiz susarım, ben de.

Bazen susmak iyi gelir, ruha da kalbe de...

Arınırız.

Çoğu kavgaların barikatıdır susmalar.

Karşımızdakinin düşünmesini de sağlar.

Acaba neden susuyor? 

Sorusunun analizini yaptırtır.


Kimi susmalar; insanlarda meditasyon yaptırtır, kimileri empati duygumuzu gelişmesine neden olur.

Kimileri var ki, evlerden ırak olsun!

Öfke, kin, nefret, vb olumsuz duygularımızın mihenk taşı olur.


Sözün özü; yan etkileri olduğu kadar, faydaları da vardır suskuların. Mesela, özlemek gibi...


Rahmetli anamın sözlerini kulağıma küpe olarak takmıştım.

Böylece mutluluğun, huzurun sihirli formülünü edinmiştim.


Onu ilk haliyle anımsa.

Tavşan ol, kedi ol, ama küsme..!


Annem ne demişti, anımsayalım?


"Karı kocanın küskünlüğü bir tülbent kuruyana kadardır."


Sahi bir tülbent kaç dakikada kurur?


Emine Pişiren/Akçay

25 Eylül 2020 Cuma

YUFKA YÜREK

 GÜVERCİN YÜREĞİM...(Son)


" Bak İlkin...Sakın beni onunla yalnız bırakma, sakın!"


" Tamam...Sen nasıl istersen, ama..."


Heyecanımdan dudaklarımın içinde zorlukla tuttuğum sözcükler onu azarlar gibi çıkmıştı. Kadının koluna sıkı sıkıya yapışmıştım.

"Canım senden özellikle rica ediyorum. Bırakma beni..."

İlkin hanım saatini gösterdi.

" Tabi bırakmam. Ama, on beş dakika sonra oğlumu kreşten almam lazım da..."

Ayak sesleri onun son basamaklara geldiğini anlamamıza yetmişti. Sus, işareti yapıp masama koşturdum. İlkin de kendi masasına...

Sinan kapıdan girmeden önce başını iyice eğmişti. Zira tarihi yapının iç kapıları çok alçaktı. 

Önce kısa süre bakışmıştık.

" Sinan!" 

" Emine!"

Yıllar sonra birbirimizi yeniden görme şaşkınlığını, kısa sürede atmıştık üzerimizden. Sesimin tonuna yumuşaklık verdim.

" Hoş geldin Sinan.

" Hoş buldum. N'ber?"

 Tokalaştığımız an elektrik çarpmış gibi her ikimiz de irkilmiştik. Ellerimizi çabuk çektik.

İlkin, öylece ayakta kapıda durmaktaydı. Bakışlarında hayranlığı yakalamıştım.

Gözleri bir Sinan'ın bir benim arasında gidip gelmekteydi. O gözler her ikimizin de tepkisini ölçer, gibiydi.

Hemen toparlamıştım kendimi.

Gözlerimi odanın içine çevirmiştim. Odada iki siyah deriden oturma koltuğu vardı. Sinan'a birini işaret ederken ağzımın içinde birikmiş  tükrüğümü birkaç kez yutkunmak zorunda kalmıştım.

İlkin'e masamdaki sandalye kalmıştı. Üçümüz de aynı anda oturduk. Sinan'ın bakışları üzerimdeydi. O gözlere bakmıyordum. 

Ellerim buz gibiydi. Üstelik terliyorlardı. Elimi sürekli dizlerime sürüp ıslaklığı silmeye çalışıyordum.


" Hiç değişmemişsin Emine. Hala..."

 Onun sözlerini kesmiştim.


" Şey... Bir şey içer miydin?"

Reddetmemişti.


" Ah, iyi olur. Hava da soğuk. İçimi ısıtacak neyiniz var?"


İlkin, hemen araya girmişti.


" Bu saatte çayhanemiz kapanmıştır. Ama burada size bol köpüklü bir Türk kahvesi pişirebilirim. "


Sinan başını İlkin'den yana çevirince, kadına öfkeli bakış uzatıp dişlerimi sıktım. Oysa o, tatlı tatlı gülümsüyordu.

İlkin, bakışlarımda ki ifadeyi görmek istememişti bile. 

Hızlı adımlarla tedavi odasına koşturdu. 

Sinan ile odada yalnız kalmıştık.


" Neden Sinan?"

Artık sesimde kontrol vardı.

" Ne, neden Emine?"

" Niçin geldin? Hem beni nasıl buldun?"

Oturduğu koltukta arkasına yaslandı. Bir bacağını her zaman ki gibi diğer bacağının üzerine yatay atıp dizine elini koymuştu. Bu onun her zamanki özgüvenli duruşuydu. Lâcivert takım elbisesi içinde öyle şıktı ki...


Allah'ım beni hala, nasıl da bir mıknatıs gibi kendine çekmekteydi!

Çabuk toparlamıştım kendimi.


" Seni nasıl mı buldum? Senden hiç vazgeçmemiştim ki...Tam üç yıl seni aradım Emine."


Kalbim yerinde değildi. Boğazımdaydı. Heyecanımı yutkundum.


" Neden üç yıl önce değil de şimdi bulabildin?"


" İyi soruydu...İkametgahın yoktu. Üstelik hiç kimse nerede çalıştığını, nerede yaşadığını bilmiyordu?"

" Ya şimdi?"

Güldü...

" Güzel bir tesadüf diyelim..."

Gizemli duruşunu gözlerimde ki ifadeyi yakalar, yakalamaz savuşturdu. Uzanıp ellerimi avuçlarına hapsetmişti.


" Biliyor musun?.. Şu bakışın beni benden alıyor Emine..."


Ellerimi kurtarmak istedim. Lakin çok zordu. Sıkıca tutuyordu avuçlarında.


" Ve aynı yumuşak, naif, soğuk nemli eller...Ne güzeller! Seni hayallerimde ki, o özel yerde bıraktığım gibi buldum Emine."


İtiraz ettim.

" Hayır, hayır! Artık aynı değilim."

Ve devam ettim.

" Sevdiğim bir eşim ve dünya tatlısı bir kızım var."

Bakışları donmuştu..!

Ellerimi,  onun durgunluğunu fırsat bilip avuçlarından kurtardım.

Bir anda ayağa fırlamıştım!


" Kısacası artık ben üç kişilik bir insanım Sinan."


Tam o dakika İlkin, tepside buharları tütmekte olan üç kahve fincanı ile içeri girmişti.

Kısa bir suskunluk odaya hakim olmuştu.

Sinan, teşekkür ederek fincana uzandı.

Bense elimdeki fincana boş boş bakmaktaydım.

" Çiçekleriniz çok güzel."

Sessizliği yine bozan olmuştu.

Cumbanın içindeki kırmızı renkli sardunyalara uzandı bakışlarım.

Gülüş uzattım İlkin'e doğru.


" Evet, harikalar. İlkin Hanım sağ olsun. O ilgileniyor."


Suskunluğumuzu masamdaki telefon bozmuştu.

İlkin, telefona uzandı. Sonra başını benden yana çevirip,"Eşim" dedi. Arayan eşiydi. Saraydan ayrılma vaktimiz gelmişti. Her iş çıkışı onların aracıyla Beşiktaş'a kadar giderdim.


" Şey...Sinan, bizim çıkmamız lazım. Sarayın kapıları kapanıyor. Aksi halde burada kilitli kalırız."


O da sanki bu anı bekler gibi hemen ayağa kalktı.


" Ah,  bu çok iyi. Sohbetimize biz de bir cafede devam ederiz. Aracım park yerinde. Haydi birlikte çıkalım."


Ona hayır, bile diyememiştim. Birlikte çıktık. İlkin, arkamızdan garanti gülmekteydi. Zira hafiften onun kıkırdaması kulağıma çalınmıştı.

...


Hava, nefeslerimizi buz kesecek derecede soğuktu. Kış kışlığını cidden gösteriyordu. Kar lapa lapa yağmaktaydı.

Sinan ve ben Beşiktaş'ta bir kafedeydik. 

Sıcak sahleplerimizi yudumlarken beni merakta bırakan soruya yanıt bekliyordum.


" Hangi güzel tesadüf beni bulmanı sağladı Sinan?"


Uzun siyah kirpiklerinin hapsettiği gece gibi parıldayan gözleri ışıl ışıl bana bakmaktaydı.


" Buldum işte. Sevinmedin mi, beni gördüğünde?"


" Açıkçası hiç beklemiyordum Sinan. Sürpriz oldu, desem..."


Bir anda yine beklemediğim konuşmayı yaptı.

" Evlen benimle."

" Saçmaladın ama..."


Sözcüklerim öksüz kalmışlardı. Ona karşı çıkar gibi geriye sıçramıştım. Az kalsın sahlep üzerime dökülecekti. Masaya ellerim titreyerek fincanı koyarken, azıcık elime dökülmüştü. Peçete ararken bakışlarım, Sinan çoktan ayağa kalkıp yanıma gelmişti. Cebindeki mendili çıkartıp elimi silmeye çalışıyordu.


" Acımadı değil mi?"


" Yok, ılıktı zaten. Biliyorsun sıcak içemem ben..."


" Evet...Bilmem mi?"


Derken bakışları alyansım üzerindeydi. Elimi silerken, alyansımı fark ettiği öyle belliydi ki... Kendisini hemen uzaklaştırdı.

Yerine geçip oturdu.


" Eşini seviyor musun Emine?"

Hiç düşünmeden " Evet, hem de çook..."


"Benden de mi, çok?"


" Öyle olmasa seninle evli olurdum Sinan..."


Şok bir soruyla titremiştim.


" Ayrıl ondan Emine..."


" Sen çıldırdın mı Sinan?"


" Evet çıldırdım. Seni tam üç yıl Istanbul kazan ben kepçe arayarak çıldırdım Emine!"


Heyecanım soluk almamı engelliyordu. Boynumdaki atkımı gevşettim.


" Sinan, sen nişanlıydın...Unuttun galiba...Üstelik..."


Eliyle dudaklarımı kapattı.


" Sus lütfen, sus!"


" Hayır, susmak istemiyorum. Beni lütfen artık rahat bırak Sinan. Başka bir andayız. Ve kızımızı büyütüyoruz."


Gözlerindeki parlaklık sönmüştü.


" Tamam, ama bir şartla..."


" Şartın olamaz Sinan. Ben evli bir kadınım ve eşimi seviyorum. Ayrıca, evliliğin kutsallığına inanıyorum."


O sözlerimi duymamış gibiydi. Ellerime tekrar uzanmıştı.


" Bana yeter ki doğruyu söyle. Kızını çocuğum gibi kabullenmeye hazırım. Onu birlikte büyütürüz. Yeter ki şu an bana gerçeği söyle."


Ağzım açık kalmıştı.


" Neymiş o gerçek?"


" Beni seviyor musun?"


Hiç düşünmeden ;


" Hayır. Sen üç yıl öncede kaldın Sinan."


"Bir kez daha soracağım. Vereceğin bu yanıt, her ikimizin kaderini de belirleyecek."


" Hayır. Seni üç yıl önceye gömdüm."


" Peki. O halde elveda Emine!"


Dedi ve oturduğu sandalyeden kalkmıştı. Deve tüyünden dikilmiş lacivert paltosunu ve bordo renkli kaşkolünü alıp hızla kasaya yönelmişti.

...

İki hafta sonra Topkapı Sarayının Müdürü beni odasına çağırmıştı. Odadan içeriye adımımı atar atmaz az kalsın dudaklarım uçuklayacaktı. Sinan odadaydı.

 Müdür;

" Gelin Emine Hanım. Bakanlık müfettişimiz sizin dilekçeniz üzerine kurumumuza gelmiş. Sizi tanıştırayım..."

Çok değil bir hafta sonra eski görev yerime iade edilmiştim.

...

Şimdi Akçay'daki güvercinleri elimde uzun süpürgeyle kovalıyordum. Korkum yuvalanıp yumurta yapmalarıydı. Onlara engel olmalıydım. Zira bir hafta sonra binamızın mantolaması yapılacaktı. 

O zaman daha kötüydü ya... Yavrular yumurtadan çıkana kadar beklenecek, büyüyüp kanatları güçlenene kadar o yuva sakinlerini ürkütmemek gerekecekti.

"Yuva yıkanın yuvası olmaz!" Diye fısıldamıştı anılarımda ki, o seslerden biri. Annemdi sesin sahibi.

Günlerce, inatla güvercinleri kovaladım. Sonunda doğaya karıştılar, gelmediler bir daha...

Tıpkı bir hafta sonra elime geçen nikah davetiyesinden sonra bir daha Sinan'ı görmediğim gibi...

Evlenecekti...

Yüzümde huzurun gölgeleri ile başımı gökyüzüne çevirdim. Derin bir soluk almıştım.

Sonra bir fısıltı savurdum gökyüzüne doğru.

"İnşallah mutlulardır..."

Aşkı özgür bıraktığım için hiç de pişman değildim.

Neden mi?

Çünkü ben o gün güvercin yüreğimin sesini dinleyip doğru karar vermiştim.


Emine Pişiren/ Akçay


7 Haziran 2020 Pazar

HEM DE HİÇ!



Şu sonsuz gibi görünen evren, asırlık koca bir çınar.
Dallarıysa, ayrı ayrı gezegenler.
İnsanlarsa, bu koca çınarın dallarında ki yapraklar.
Dünya sadece dallardan biridir, bu koca çınarda.

“Ağaç dalıyla yapraklarıyla gürler,” derdi annem.
Lakin, her canlının bu dünyada bir yaşam süresi vardır.

Derim ki;
Hani hazanda daldan düşer ya sararınca toprağa yapraklar;
Vaktimiz gelince bizler de bu dünyayı terk edip toprak olacağız.
Vakti gelince çınar da devrilecek.

Anlaşılan o ki, kimseye kalmayacak bu evren, şu cennet gibi dünya!
Yapılan kötülükler de elbette ki, kişinin yanına kar kalmayacak.

O gün geldiğinde, kişi yaptıklarının/yapmadıklarının hesabını verecek yaratıcıya.
Vermelidir de…

Evrenin lisanını okuyan, konuşan sınırsız hazineye sahip; Hz. Sultan Süleyman, dahi o gün hesap vermek için tam 400 yıl sırasını bekleyecek!

Asıl olan ise yeşilken güzeldir bu dünya.
Sevmek varken en başta, nedendir bu öfkeyle nefret?
Anlamak varken, anlaşılmamak nedendir?
Onur varken niçin gururla kibirin sol yanımızı acıtmasına izin veriyoruz?

Bak, kum saati gibi akıyor zaman!

O halde; barış içinde yaşamak/yaşatmak varken, niçindir bu kargaşa?

Hiç anlamış değilim!

Hem de hiç!

Emine Pişiren

RESİMLİ YÜREK ÖZLERİM












YERİN YÜREĞİMDİR

Yerin Yüreğimdir: Kendini o kadar özgür görme
Güvercin kanatlarına bağlama vedalarını
Düşersin sonra bensizliğe, kanadın var mı?
Ne olursun alıp başını, hemen gitme öyle

Şöyle bir düşün: Hayallerimizi yaşamadık daha
Sensizlik heveslerim, hiç yoktu ki yarınlarımızda
Nice hazanlar, nice baharlar sağmadık mı seninle?
Ne olursun önce bir soluklan; hemen gitme öyle

Vursun o asi rüzgarların gönlümün sahillerine
Gel gönül toprağım gell,
Gel başımın tacı gell…
Esen meltemlerim yine sen ol
Ufuklarda gemilere el sallayan, yine sen ol.
Ne olursun yüreğimi alıp, rotasız esme enginlere...

Emine PİŞİREN/Edremit
14.07.2009

MASKE


Maske satışları serbest bırakılmış. Olması gereken de zaten buydu. Bilim Heyetinin başlatmış olduğu sosyal sürecin bir gereği de "Korsan Ticaretin" önünü yasal yolla engellenmesi, milletin mağduriyetinin giderilmesiydi.

Tabi daha önceki duyunsadığımız yönetime olan kişisel,siyasal tepkimize bağlı öfkemiz; sabır duygumuzu özgür bırakmış ve tüm iyi niyet, olumlu düşünme, vb, gibi duygularımızın önüne geçmiştir.
Bu nedenle aslında eczanelerin bile " S.O.S" mandalını çeknesini görmezden gelmiştik.
Bilim Heyetinin ve Hükümetin şu kötü günlerdeki tüm çabalarını dahi görmüyoruz. Hemen "Önyargılı"  savunma mekanizmamıza sarılıp " Agresif" davranış moduna geçiyoruz.

Bir kaç ay öncesini size anımsatayım:
İlk başta maske fırsatçıları 1₺ olan maskeyi 45 ila 50₺ sattılar. Millette bir panik oluştu ki sormayın!
Size özellikle yaşamış olduğum bir geçmiş anımı aktaracağım...

Martın ilk haftasıydı;
Esnaf arkadaşımı bir kahve içimlik zamanda ziyaret ettiğimde, baktım masasında 2 düzüne maske duruyordu.

" Nedir bunlar ya? Niçin bu kadar çok aldın?" Diye sorduğumda, verdiği yanıtla tüylerim diken diken olmuştu!

" Korona Virüsünü duymadın mı canım? Maske internette dahi bulunmuyor. Allahtan ben wish sitesine üyeyim de tanesini 14 ₺ den getirttim. Baksana 50 ila 60 ₺ dan satıyorlar."

Dudaklarımdan," Yuhh!" Nidası çıkmıştı.

" Nasıl olur?! Daha bir ay öncesi atölyeme tanesi 1₺ dan almıştım."

Dedikten sonra cep telimden tüm siteleri dolaştı parmaklarımla gözlerim.
Evet 10 ila 14 ₺ bulduğumda sepete koyamıyordum. Çünkü kırmızı harflerle " Tükendi" yazmaktaydı.

Bende de bir panik oldu mu?
Pmomoni teşhisiyle daha yeni hastalıktan kurtulmuştum. Şimdi de Covit-19 ile mi, korka korka mücadele edecektim?

Söylene söylene hemen eczaneye koşturdum. Maskeler çoktan tükenmişti.

Eve giderken öfkeyle söyleniyordum:

Bu nasıl iş yahu?!

Bekliyorlarmış  da...

Yok efendim, medikalciler getirecekmiş de...

Ölme eşeğim ölme!

Artık eski almış olduğum maskelerle idare edecektim.
Veya dikecektim.
Çok değil, tam bir hafta sonra haberlerde izledim ki, kontrol alınmıştı. Maskeler ücretsiz dağıtılacağı gibi korsan satıcılara cezalar kesilecekmiş.
İçim öyle rahatlamıştı ki, sormayın...
Güven ve huzur ne hoş duygulardır, değil mi?

Gelelim bugüne...
Şimdi satışı serbest bırakıldı. Ağzı olan konuşuyor. Maskeden paradigmalar oluşturup parafox yaratılıyor.
Ee, ne varmış bunda?
Hem, artık karaborsa olmayacak derecede çok maskemiz dikilmedi mi, bu arada?
Dikildi...
Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler.
Eh, bizler de 1 ₺ na maske satın alamayacak mıyız?

Alırız evelallah!

Avrupa ve diğer ülkeler maske savaşları verirken, bizim yaptığımıza bakın yahu?!!

Hükümet kontrolü ancak böyle kısıtlayıp kontrol altına aldı. İyi de yaptı. Hem eczacılar da rahatlamıştır bu arada.

Avrupa da, Amerika da maske bulunmadığı gibi 10 adet maske 70 euro dan satılıyormuş şimdilerde...
Bu haberleri BBC haber kanalından İngilizce okuyabilirsiniz.

Sözün Özü:

Kimse maske üzerinden lütfen siyaset yapmasın.
Bize yakışan; kurusıkı atış değil de eleştiri oklarını akıldan atarak, akılsal muhalefet yapmak yakışır.

Somut verilerle çıkalım eleştiri arenalarına.
Bilgi kirlilikleri ile siyaset bize yakışmaz.

Sağlıklı ve mutlu bir gün diliyorum.

Emine Pişiren

SEVİYORUM SİZE NE!



Televizyonu açayım, haberlerde ne var ne yok, izleyeyim, istemiştim.
Gözlerimin ışığına dokunacak kanal kanal geziyorken bir programa takılı kaldım.
Ah o da ne!?
Ekranda yaşlı bir baba ile bir anne ağlıyor.
Niçin ağladıklarını, merak ettim ve biraz izleyeyim, dedim kendimce.
Hay keşke izlemeseydim..!
Kızları 8 aylık hamile evinden kaçmış ve kadının kocası efendi efendi bir köşede oturuyor.
Aslında bu tür programları hiç izlemediğim gibi saatlerce ekranlara gözlerini tutuklayan insanların ne kadar boşa vakit tükettiklerine şaşırırdım.
Peki, beni o gün ekrana gözlerimi yapıştıran duygu neydi?
Önce o duygumu yazmak istiyorum:

Öfkeydi!

Kime?

Kendisinden 49 yaş büyük bir adama kaçmış 8 aylık hamile kadınaydı öfkem.

Yaşlı annesini, kır saçlı babasını 80 milyonun önünde utançtan ağlatmasına değildi öfkem!

Kimeyeydi biliyor musunuz?

Evli kadının haberi sunan program yapımcısı soruyor:

"Sen ki, hala evli birisin: Virüslü şu tehlikeli günlerde karnın burnunda, kendinden 49 yaş büyük torun sahibi evli bir adamla korkmadan nasıl yaşıyorsun?"

Kadın pişkin pişkin bağırıyor:

" Herkes özgürdür. Canım kimle isterse onunla yaşarım. Bu konu kimseyi ilgilendirmez!"

Sunucu devam ediyor:

" Tabi ki, bu senin hayatın. O insanla nasıl tanıştığını merak ettik. Güvende misin peki?"

" Bu sizi ilgilendirmez. Güvenmesem onun yanında ne işim var?"
Diyor telefondaki utanmaz, ar damarı çatlamış kadın.
 Sonra sus pus sakince oturan, 25 yaşlarında görünen kadının kocası sözü alıyor.

" 1,5 yıl önce internetten tanışmışlar. Benim sonradan haberim oldu."

Sunucu kadın daha çok şaşırıyor.
" Siz 9 aydır evli değil misiniz? Karınız da 8 aylık hamile şimdi. Yani sizle evliyken onunla da mı görüşüyormuş?"
Genç koca," Belki de çocuk da benden değil..." diyor.
...
Eskiden ne iyiymiş kanunlarımız. Zina suç sayılırdı. Emniyet devreye girerdi. Zina davası açılırdı.
Günümüzde zinanın adı " Aşk" oluyor.
Bu ne ya?!
Öfke duygusu, saç diplerimi acıtırken programdaki avukat hanım devreye giriyor.
Hay ağzına sağlık onun.
Aynı şeyleri söylüyor. Ve ekliyor;

" Siz şu an eşinizi bırakıp evliyken başka evli bir adama kaçmışsınız. Karnınızdaki çocuk her kimdense doğduğu zaman kimle evliyseniz onun nüfusuna geçecek. Bu hiç de etik değil. Bu yaptığınızdan utanç duymuyor musunuz? Bari çocuk yapmadan önce ve boşandıktan sonra istediğiniz kişiyle özgürce birlikte olsaydınız. Bir başka hayatı karartmaya hakkınız yok..!"

Telefondaki kadın cidden çok rahat ve agresifti.

" Size ne...Canım ne zaman isterse o zaman giderim. Kiminle istersem onunla yaşarım..!"

Diyor...diyor da...ya terkedilen kocanın kanunlar karşısında hiç mi bir hakkı, hukuku olmayacak?

Bu nasıl iştir ya!

Programda biraz daha kaldığımda şu kanıya vardım:
Evden kaçan çocuklu kadınlar, hep sanal dünyadan tanışmışlar. Gözlerini aşk kör etmiş gerçekten.
Ne geride çocuklarını, ne başı utançla yere eğili eşlerini ve ne de ana-babalarını düşündükleri yok...
Hani desek ki, erkektir, çapkındır, elini yıkar, ayağını paspasına siler evine girer...
Ama o izlediğim, eşlerini aldatan, evlerini terk eden kadınların en az 2 ila 3 çocukları vardı...

Benim öfkemi tavan yaptıransa 3 çocuk ekrana çıkıyor ve;

" Anne ne olur eve dön. Seni çok özledik. Sensiz yemek yiyemiyoruz..." diye ağlıyorlardı.

Yeni bir yaşam kurmuş kadınsa; çocuklarının sesine duyarsız kalıyor, başını çeviriyordu. Vicdan yoktu. O kadının duruşu katı kalpli annelerin duruşuydu..!

Aşk bu değildi.
Aşk bu denli basit ve iğrenç temellere konuk olmaz!
Kadının sütüdyoyu terkederken son sözleri öfke kat sayımı yükseltmeye yetmişti:

"Seviyorum size ne!"

Televizyonu kapattım. Sonra aldı mı beni bir düşünce!

Büyüklerimizin bir türlü anlamını çözemediğim sözünü düşünmeye başladım.

"Dayakla sabır cennetten çıkmıştır."

Şimdi öfkemin nedenini anladınız mı?

Emine Pişiren/ Kocaeli

ANNEMİN EKMEK KIRINTILARI



Akşam yemeğinden arta kalan pilavı kuşların yemesi için çimlere doğru balkondan kaşık kaşık atarken düşünüyordum.

Şimdi anlıyor muyuz acaba yokluğun ne demek olduğunu?

Çocukluğum fakirlik içinde geçmişti. Babamı 4 yaşında yitirince, annem ve diğer 3 kardeşimle yaşam bizlere çok ağır gelmişti.
Çaresiz kalan annem, sonunda bizleri devletin yatılı okullarına dağıtmak zorunda kalmış.
Yaşamda tek başına kalan 24 yaşında ki kadın, bırakmamıştı kendini. Koca eline bakmamak, yavrularını üvey baba eline baktırmamak adına bir yol çizmişti kendisine.

Hem de onurlu bir yaşam yoluydu.
Kızılay Hemşireliğinden sertifika almak için kendini geliştirme sürecine girmişti.
Annem, hafta sonları bizi yanına aldığında evimizde bir eksiklik vardı. Fark edince  ilk şu soruyu sormuştuk:
" Mustafa nerede anne?"
" Cennette!"
Aldığımız yanıtla sarsılmıştık..!
Mustafa  bir daha gelmeyecekti! O bizim en küçük kardeşimizdi.
Dokuz aylık, ak tenli kardeşimizi artık mıncık, mıncık sevemeyecektik.
Bu bizim çekirdek ailemizde babamdan sonra ikinci eksik kalışımızdı...

" Cennet nasıl bir yer anne?"

Ve annem üç çocuğunun sorularını, çocukluğunda köy imamından aldığı derslerden edindiği bilgilerle yanıtlardı.
Cenneti öyle güzel anlatırdı ki, oraya nasıl gideceğimizi sorar, hayaller kurardık.

Hayallerimiz hep, "Yaratıcıyı memnun etmek adına ve iyi bir insan nasıl olunur?" Üzerine kuruluydu.
O yedi rengin olduğu, süt ve balların ırmak gibi aktığı cenneti düşleyerek büyüdük biz...

 Daha sonraki yıllarda öğrenmiştik küçük kardeşimizin açlıktan, yeterince tedavi olamamaktan gözlerini yaşama kapamış, olduğunu...

Annem tek gözlü kiralamış olduğu odasında; üç çocuğunu hafta sonları ağırlarken, yer sofrasında yemeklerimizi yerdik.

Buzdolabı yerine tel dolabımız, set üstü ocak yerine, gaz ocağımız, masa yerine yuvarlak yer soframız, karyola yerine yer yatağımız, televizyon yerine 2. el petekleri sararmış radyomuz vardı.

Annem yer sofrasına oturduğumuzda yemek duası yaptırmadan, kaşıklarımızı elimize almamızı istemezdi.

" Artsın, eksilmesin. Taşsın, dökülmesin. Ardı kesilmesin. Allah olmayanlara da versin. Aminn!"

Yemek bitmeden bir lokmayı bırakmamızı isterdi. O son lon lokmayı tabağımızda yemek artığını iyice temizlememiz içindi.

Biz sofradan bir an önce kalkmak oyun bahçemize koşmak isterdik.
Annem kırıntıları işaret parmağı ile toplar yerdi.

O yıllar, çocukluk işte. Annemin aşırı tutumlu olduğunu düşünürdük.
Sonraki yıllarda anladım ki, annem 2. Dünya Harbinin çocuklarındanmış.
Hani, yokluk, zorlu yıllarının çocuğu...
Bu yüzdenmiş, kaçık çorapları, yırtılan elbiselerimizi yamaması...
Bu yüzdenmiş, erişte, tarhana, konserve hazırlaması...
Bu yüzdenmiş, kuru ekmekleri atmayıp, köfte içine saklaması...
Bu yüzdenmiş, semt pazarına alaca karanlıklarda çıkması...

Ya şimdi bizler nasılız?

Evlerimiz saray da olsa mutlu muyuz?
Her gün elbise değiştiriyor muyuz?
Makyaj, kuaför, kişisel bakım yaptırabiliyor muyuz?
Bayatlamış ekmekleri çöpe atıyor muyuz?

Kırıntıları parmaklarıyla toplayan annem, sofra örtüsünü de itina ile toplar, kuşlara silkelerdi.
Onların nasibi, der ve şu sözleri söylerdi bize:

"Ekmeğin değeri toklukta değil açlıkta anlaşılır."

Şimdi, sol yanımın en seçkin yerinde hatıralarla, dualarla duran annem, yokluğu bilen tam bir Anadolu Kadınıydı.

Emine Pişiren/ Kocaeli

6 Haziran 2020 Cumartesi

SANA TEŞEKKÜR EDERİM ANNE...



"Yaşam ve ayna gerçekleri saklamayan iyi bir öğretmendir." E.Pişiren

-Alo, anne…

-Efendim çocuğum. Nasılsın, iyi misin?

-İyiyim annem. Bugün bir şey oldu, seninle onu paylaşmak istedim.

Anne gerilir. Yüzlerce km mesafede gazete ilanıyla iş bulup giden 23 yaşındaki kızının sesinde heyecan vardır. Korkunun nabzı ağzında atmaya başlamıştı. İki ay önce de biricik kızıyla bu şekilde konuştuğunda, buzda kayıp ayağını kırmış olduğunun haberini almıştı. Daha sonra da soluğu Eskişehir’de almıştı. Evlat değil miydi işte...Bir ömür boyu yaslanır başları göğsünüze; onların sevince de, telaşları da yansır annelere...Sessizce içinden dualar etmeye başladı.

-Kızım bir şey mi oldu, şimdi de nereni kırdın? Yüreğimi ağzıma getirme her seferinde.
O ne? Sevgili kızı kahkahalarla gülmeye başlamıştı.

-Ah, anneciğim, canım annem, merak etme bir yerim kırık değil çok şükür. Artık alıştım. Düşmeden buzda yürümeyi öğrendim. Asıl sana anlatacağım başka bir şey var…

-Maaşına zam mı verdiler?

-Ha ha ha, annem benim. Neler de gelir aklına! Zam falan değil, bu daha başka bir şey.

-Çabuk söyle, meraktan çatlayacağım şimdi…

-Tamam annem. Hani sen bana o mendil satan küçük kız çocuğunu anlatmıştın ya… Anımsadın mı?

-Ee, anımsadım…

-İşte burada, Eskişehir’de benim de başıma bir benzeri geldi de…

-Anlamadım! Nasıl geldi?

-Her akşam iş çıkışı Porsuk Nehrinin üzerindeki köprüden evime giderim ya. İşte dün akşam iş yerinden geç ayrıldım. Saat dokuz falan gibiydi. Hava da buz gibiydi. Senin anlayacağın tükürük havada buz tutuyordu. Tam köprüden adımımı attım ki, bir çocuk sesi duydum. Ben hızlı hızlı eve varıp, üşüyen el ve ayaklarımı kaloriferde ısıtmayı düşünürken, o çocuk sesi ne diyordu biliyor musun annem?

-Ne?

-Abla açım!

-Hımm… Sonra?

-Sonra, tabi geri döndüm…Ayaklarım ilerlemedi ki… Onun yanına gittim ve sordum.”Gerçekten aç mısın çocuk sen?” diye, sorduğumda utangaç boynunu büküp başını salladı anneciğim…

- Peki, sen ne yaptın kızım?

-Tabi, o anda bana anlattığın hikayedeki o çocuğu düşündüm: bende o çocuğun elinden tutup; “Madem açsın gel sana bende döner ekmek ısmarlayayım” dedim.
Anne duygulanmıştı. Kızının anlattıklarından öylesine etkilenmişti ki, içine akıttığı gözyaşları boğazından aşağıya akmaya başladı.

 Fısıldadı:

-Aferin kızım, seninle gurur duyuyorum.

-Annem beni dinle dahası var.

-Ee, anlat bakalım bebiş, dahası neymiş?

-Çocuk dokuz yaşlarında falandı…Kuzu kuzu benimle dönerci dükkanına kadar geldi. İçerisi sıcacıktı. Bende açtım, ama cebimdeki para ancak çocuğun karnını doyuracak kadardı. Dönerciye parayı uzatıp, yarım ekmek ve bir ayran parası bıraktım. Çocuğu görmeliydin annem, gözleri iştahla açılmış, üstelik üşümesi de geçmişti. Biliyor musun anneciğim, o çocuğun içeri girmeden önce eli elimde bile titriyordu.

-Ne güzel bir hayır etmişsin kızım. Allah senden razı olsun. Peki, sen neden açtın? İş yerinde akşam yemeği vermediler mi?

-Verdiler tabi…Akşam yemeğimiz saat 18:00 de yedik. Üç saat sonra yeniden acıktım. İş çıkışı bir şeyler atıştırırım, diye düşünmüştüm. Bir de et kokusu iştahımı arttırır…Biliyorsun hiç dayanamam…

-Bilmem mi? Yolda dana görsen, kesip yemek istersin…

Anne kız gülüştüler.

-Beni asıl mutlu eden şey de şuydu annem…

-Ne?

-Hani sen ben ilkokul sonda iken bir öykü anlatmıştın.

-Neydi?

-Hani, bir sahilde deniz-yıldızlarını tek tek denize fırlatan çocuğa, adamın biri “ne fark edecek ki, nasıl olsa yarın yine deniz çekilecek” demişti de... Çocuk da elindeki denizyıldızını var gücüyle ileriye doğru, attıktan sonra; “Bak bunun için çok şey değişti” demişti…

-Evet, çocuğum, zaman içinde göremediğimiz çok şeyler var, görmesini bilen fark eder ancak…

- İşte o gece onu düşündüm annem, ben sıcacık yatağımdayken,”Bu akşam karnı aç bir çocuğu doyurdum” diye huzurlu uyudum. Açlığımı bile hissetmedim. Bir akşam aç kalmakla ölmem ki, değil mi anneciğim?

-Evet yavrum, çok haklısın. Asıl açlık ruhunun gıdası “Huzuru “ almanı sağlamış. Çünkü onu satın alamadığın anı yakalamışsın… İşte yaşamdaki tek gerçek de ruhun doyumudur, canım yavrum. Teşekkür ederim insanca davrandığın için…

- Asıl ben sana teşekkür ederim annem, bana insanca yaşamayı öğrettiğin için…

Emine Pişiren/Akçay

Kayıt Tarihi:25 Şubat 2010 Perşembe 13:35

5 Haziran 2020 Cuma

KIRMIZI RUGAN BOTLARIM


“Ayakkabım yok diye üzülüyordum, ta ki ayakları olmayan bir çocuk görene kadar…”-Antele France-


Çocuk ağlıyordu...
Hem de nasıl bir ağlamak. .!Gözyaşları yanaklarından aşağıya doğru sicim gibi akıyordu.

Soğuk dişlerinin arasından hızla girip küçük bedenini titretiyordu. Çok üşüyordu. Dişleri birbirine bateristin timpaniye seri halde vuruşları gibi vurmaktaydı. Ayakları adeta yere çakılmıştı.
Nasıl olduysa olmuş buzun kırılma noktasına basmış ve dizlerine kadar buzun altındaki suya gömülmüştü.

O gün üstelik bayramdı. Arife gününde arkadaşlarının uzaktan akrabaları kaldıkları yurda gelmişti. Kimi kazak, kimi pantolon, kimileri de birbirinden güzel ayakkabılar hediye edilmişti. Ve küçük mankenler gibiydiler.

 Annesi gelmemişti. Evet, her hafta sonu eli kolu dolu dolu gelen annesi iki haftadır gelmiyordu. Kimse de ona bilgi vermemişti.

Çok sonraları öğrenecekti; annesinin de böbrek ameliyatı olmak üzere hastanede olduğunu. Ve tek bir böbrekle yaşamını devam edeceğini...

Her hafta sonu yurt annesinin onu hamamda yıkarken sırtına vurup acımadan yüzüne haykırır gibi,

 “Boşuna bekleme artık ananı…o seni terk etti, gelmeyecek …” diye söylediği acı sözleri aklına getirdikçe yüreğine ateşler düşmekteydi.

Çocuk içli içli ağladı…
Ağladıkça küçük sırtına koca yumruklar inmekteydi.

 “Sus kıran giresicesi çocuk, suss!”

Sırtından kaburga kemikleri kırılacakmış gibi ses çıkıyordu. Sustu çocuk…Başka çaresi yoktu ki susmaktan başka…

Kabakulak olduğu zaman da revir hemşiresi şiddetli tokat atmıştı;

“Sus Allah’ın cezası suss, bir daha ağlarsan yersin yine tokadı!...”

O zaman da susmuştu çocuk. Üstelik yutkunamıyor ve her iki boğazı kulağına kadar balon gibi şişmişti…Ağrısı dayanılacak gibi değildi…Revir hemşiresi ok saplar gibi iğne yaptığında,

 “Annecimmm…annecimmm” diye ağladığında da koca bir Osmanlı Tokadı kalçasında patlamıştı…
Çocuk şimdi de ağlıyordu…

Çocuk yüreği çaresizdi…
Ama bu kez gözyaşları sessizce içine akıyordu. Artık gözyaşlarını göstermemeyi öğrenmişti.
Çünkü o çoktan susmayı da öğrenmişti...

Arkadaşları bayramlıklarını üzerlerinde denerken, o uzaktan izlemekle yetinmişti. Hatta onların neşeli ve mutlu çığlıkları duymamak için kulaklarını kapatmıştı. O gece hiç bitmesin, sabah olmasın istemişti. Çünkü bayramda giyeceği ne bir elbisesi, ne de bir yeni ayakkabısı vardı. Sabaha kadar ağladı. Pamuktan yastığı tuzlu gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

Oysa hemen üstündeki ranzada yatmakta olan, anne ve babası yangında ölmüş, en yakın arkadaşı Fatma’ya bile yurt öğretmeni Muhterem , kırmızı rugan ayakkabı hediye etmişti. Nasıl da imrenmişti…

Hayırsever zenginler, arife günü yurda gelip hediyeler dağıtırlardı. Yetim ve öksüz çocukların en mutlu günleri arife ve bayram günleri olurdu.
Çocuk bütün gün şöyle düşündü:

 'Muhterem Öğretmeni, neden ona vermemişti? Bayram sabahı neden gri lastik ayakkabıları giymek zorunda kalmıştı?'

Her sabah okula gitmek için hazırlanırken, aynadaki görüntüsüne bakmak bile istemiyordu.

 Ayrıca gri lastik ayakkabısını ve gri ilkokul önlüğünü her sabah giyerken içi bulanıyordu.

 Okuldaki yurtlu olmayan sınıf arkadaşlarının alaycı bakışları ve kaçgöç bakışlarla kulaktan kulağa konuşmaları çok canını üzüyordu;

"Bak o çocuk da yurtlu, hani şu gri renkli önlük giymiş olan..."

Bu sözler içinde parçalanan cam kırıkları gibi yüreğini acıtıyordu ve öyle zoruna gidiyordu ki yurtlu olmaktan…

Ya şimdi, evet şu an yağan tipi altında zangır zangır titriyordu. Az önce tek sıra halinde tören alanına birlikte yürüdüğü arkadaşları çoktan gözden kaybolmuşlardı bile.

 En arka sırada olduğundan kimse onun yokluğunu da fark etmemişti. Ayakları kırılan buzun içine girdiğinde bile sesi çıkmamıştı. Kendisini fırsat buldukça döven yurt öğretmeni, sesini duyacak diye gıkı bile çıkmamıştı. Oysa öyle çok canı yanmıştı ki...
Sesli ağlamaya başladı.

"Anneciğimim...Anneciğim mm... Üüüü...hüüü!"

O anda sesine sanki bir melek yanıt vermişti:

“Ah kıyamam, ne oldu sanaaa öyle!?”

Hayır... Hayır, rüya görmekteydi!..
Ayakları yerden kesilmiş ve sıcacık kucaklarda taşınıyordu şimdi de...

"Ah, yavrum mm, şuna bakkk!.. Buza saplanmış yavrum... Nasıl da titriyor. Kuş gibi canım benim mm"

"Evet, ayakları buzlu sudan donmuş. Yazık, bir de lastik ayakkabı giydirmişler. Hem de bu kış gününde... Olacak şey mi bu!"

Artık güvenli kucaklardaydı. Bir erkek ve kadın... Yoo, bir anne ve bir babaydı onlar...

Ve artık benim de bir babam var, annem benim için üzülüyor, dedi içinden çocuk.

Okul basamaklarından yine aynı kucaklarda çıktı. Hani adımlarını zor atıp da gıcırdayan tahta basamaklardan, bu kez onu seven, başını sık sık;

 "Geçti yavrum, hadi ağlama artık bak okuluna getirdik seni.." diye şefkat gösteren anne sıcaklığı tüm hücrelerine dolmaktaydı.

O gece mutlu bir şekilde yatağına uzandığında, pamuk yastığındaki gözyaşları çoktan kurumuştu.

Çünkü çocuk, yastığının altında defalarca okşayıp, bir türlü bırakamadığı “bir çift kırmızı rugan botunun” sıcaklığını hissediyordu...
Çocuk bu kez mutluluktan ağlıyordu.

Emine PİŞİREN/Edremit-31.08.2011



1 Mayıs 2020 Cuma

DOST KAPIMA DESTUR DEMEDEN GİRME



Şu telefon cidden fazla akıllıymış. Ekranıma dokunur dokunmaz bir baloncuk zıplıyor sol alt köşeye.
Tam da klavye tuşlarının olduğu yere. Parmağım dokunursa şayet bir harfe, açılıyor Facebook'un yazışma bölümü.

Önceleri bildirimlerim kapalıydı. Ne güzel rahattım.
Baktım ki, kimi dostlarım gönül koyuyor, güncelledim. Şimdi kim, ne zaman on line? Tanımadıklarım dahi bana el sallıyor, yazıyor, vs, o sanal posta kutusunu tek tek silerken, taze bir baloncuk daha geliyor, gözlerime.
Açılınca profildeki ismini okuyorum. Tanımıyorum, kim?

Beyefendinin biri işte...
Üç nokta düşüyor ekranıma ve yazıyor, "Merhaba" dan önce;

"Evde mi, kaldın Emine?"

Sonra ikinci sorusu düşüyor ekranıma:

" Ne pişiriyorsun sen yine?"

Yüzüm kesekağıdı gibi buruşuyor!
Alışmıştım yıllarca diğer yarımın emaneti soy_adımla alay eden bu tip insanlara...
"İnsan pişiriyorum," diye hep aynı yanıtı verirdim.

Önce, "sil" tuşu ile veda etmeyi düşündüm. Ama bu çok kolay olurdu, o pişkin pişkin gülümseyen adama.

Kendimle söyleştim nedense yine:
'Onun özür dilemesini sağla Emine,'
' Bu senin en asli görevin, değil midir, yaşamında?'
'İnsan kazan.İnsan kaybetmek niye?'
'Ne der Yunus anımsasana.'
"Az söz insan yüküdür./Çok söz hayvan yüküdür."
Sonra toparlıyorum belleğimdeki sözcüklerin eteklerini, onu Yunus'un sözleriyle edebe davet ediyorum:

" Cümleler doğrudur; sen doğru isen./ Doğruluk bulunmaz; sen eğri isen."

Bunun üzerine o densizce yazan beye, tek söz ettim kendimce.
" Evet, evde kaldım düşman gelince. Hamdım, piştim seni görünce. Soyadıma dediğin gibi gelince. Şanıma yakışır, senin gibi insanları pişirince."
Bir süre sustu. Ekrana  önce iki sözcük düştü.

" Özür dilerim."

Sonra ekledi:

" Densizlik ettim!"

" Saygılar sunarım."

En azından saygı yerini bulmuş, yeni bir duygu erezyonu yaşamamıştık.

İşte bu dakikalarda güne güzel başladığımı düşünmüştüm.

Günaydın.

Emine Pişiren

YİYECEKLERİN CİNSİYETİ NE?



Masamıza konmuş yemek tabağının içindeki yemeğin, cinsiyeti, nedir? Sorusu hiç aklımıza gelmez.
Aşçı N.Çakır Tezgin ilgimi çeken bir başlık atmış. Başlık şöyleydi:

 “Yemeğin de Cinsiyeti Olur mu?”

Tabi gel de yazıyı okuma Emine, diye iç sesimi dinleyip ivecenlikle satırlara koşturdu gözlerim. Tabi yazara saygımdan, emeğe saygımdan dolayı, özgün metninden tam alıntı yapmayacağım.

Diyor ki yazar:

“Kıtlık ve savaş zamanlarıyla dinsel oruç dönemleri insanları farklı arayışlara yönlendirdiyse de, av eti, baklagil ve tahıl gibi belli temel gıdalar başrolü daima elinde tutmuştur.”

“Dünyada insan yaşamının ilk kırıntılarının baş gösterdiği ilkçağlardan beri vücut yakıtımız olan su ve yiyecek hakkı kutsalımızdır. Milyonlarca yıldan bu yana en onulmaz kavgalar yiyecek üzerinden çıktığından, karın doyurmanın keskin sınırının hep ekmek ve su ihtiyacıyla belirlenmesi gayet doğaldır.”

“Halen de ekmeğini kazanma kaygısı “ekmek kavgası” tanımıyla temel dokunulmazımız olmaya devam etmekte. Yemeğin adı çoğu zaman ekmek kavgasına dönüşmüş ise, dünyada sayısız insan bu uğurda kan dökmeye devam ediyorsa bunun büyük bir kavga olduğunu kabul etmek durumundayız. Kadın-erkek cinsiyeti fark etmeksizin sür git tarihsel bir kavga bu.”

“Peki, uğruna bunca mücadele verilen yiyeceğin cinsiyetinden söz etmek mümkün müdür? Örneğin; fasulye ya da nohuda erkek deyip armut ve kiraza dişi diyebilir miyiz? Ya havuç, sarımsak, patates, mısır, biber…”

**
Yazarın bu satırlarını okuduktan sonra sürekli düşündüm, "en sevdiğim yemeklerin cinsiyeti nelerdir?" diye...Ve gözlerimin diasına gebelik yıllarım düşüverdi birden.
Sahi, doğum yapmadan önce ben hangi besinleri yemiştim?
 Hani 9 aylık gebeliğimizde o pikalı günlerimiz yok muydu? Türkçe anlamıyla aşermelerimizden bahsedeyim biraz, aklıma gelmişken...

 Neydi aklımı gerilere doğru  götüren?
Kimi kömür yer, kimi kireç ve toprak yiyenleri bile duymadık mı?
Bense kızımda her Allah’ın günü limon  soyar tuza banar yerdim. Ha, bir de turşucunun önünden geçmeye göreyim, vallahi beni tutabilene aşk olsun. Bir bardak acılı, ekşi, şalgam suyunun içinde kornişonları “hüpp” ederdi midem. Bir de hiç sevmediğim, yiyenlere burun kıvırdığım “kokoreç” görmeyeyim. Bir kedi gibi dikilirdim ızgara yapanın başına. Ha, bir de midye tavaya bayıla bayıla yerdim...
Acaba dişi miydi tüm yediklerim, içtiklerim?
Dişiydi demek ki, kız doğurmuştum.
Oğlum aklıma gelivermişti birden! Onu dünyaya gelmeden önce neler yemiştim?
Pasta, kremalı tatlılar, kaymaklı ekmek kadayıfı, hamur işleri, vs...Tam 55 kilodan 75 kiloya çıkmıştım.
Demek ki, doğru söylemiş büyüklerimiz:
“Ye ekşiyi al, Ayşe’yi kucağına./Ye tatlıyı al, Ali’yi kucağına...”
Ya da;
“Ye tatlıyı, doğur atlıyı./Ye ekşiyi al, Ayşe’yi.”
Siz hiç yemek yerken cinsiyetli bir yemek yediğinizi düşünür müsünüz?
Derler ya,  bir de;
“Ye tatlıyı, içme suyu yanarsın./ Ye yağlıyı, iç suyu, donarsa donsun.”
Rahmetli annem her balık yediğimizde masaya mutlaka tahin helvası koyardı. Derdi ki;
“Balığın karnınızda tatlıyla ölmesi gerekir. Yoksa balık karnınızda yüzer durur.”
Tabi hemen tahini parmaklardık. Öyle ya ya balık canlanırsa?
Çocuktuk işte, nasıl da masumane kanardık...
Sahi, kızıma hamileyken bir de sürekli et yerdim. Acaba yediğim, koyun inek, tavuk, vs türevleri dişi miydiler?
Ya oğlumda sürekli yediğim mercimek, kuru fasulye, nohut, pirinç pilavı ve şeker pare tatlısının cinsiyeti neydi?

 Eşime sorardım: "Hayatım akşama ne yemek pişireyim?"
Aldığım yanıtsa, genellikle," Kuru fasulye ile pirinç pilavı," olurdu.

"Aman yine mi, aynı yemek? Hiç de bıkmıyorsun!" derdim.

 Bunun nedenini hep düşünür dururdum.
Demek ki, annesinin gebelik pikasına bağlıydı, erkeklerin yemek tercihleri.
Siz hiç nohut ve fasulye yemeklerini yerken dişi veya erkek olduklarını, düşündünüz mü?
Şahsen ben hiç düşünmemiştim. Ama bundan sonra düşüneceğim. Çünkü, yemek yerken sadece açlığımızı bastırmayı düşünürüz. Bir de ne kadar lezzetli olup olmadığını.
Ama Maya Kliniğindeki kursiyer gebeler, doğurmak istedikleri çocuklarının cinsiyetlerini, beslenme diyetlerini uygulayarak belirledikleri deneyimlerle sabit olduğu kanıtlanmıştır.
Bir çalışma da İngiltere'de Exeter Üniversitesindeki Dr. Fiebes Mathews ve ekibi tarafından gerçekleştiriliyor.
Ekip, anne adaylarının beslenme şekli ve bebeğin cinsiyeti arasındaki ilintiyi araştırmışlar.
750 kadının gebelikten önce ve gebelik esnadındaki beslenmesini inceleyen bilim insanları, enerji desteğini fazla alan kadınların %56'sının bebeği erkek, enerji desteğini az alanların %45'inin de kız bebeği dünyaya getirdikleri tespit edilmiş.

 Aynı ekip çalışmasında görünüyor ki, sabahları kahvaltıda C, B, E vitamininden zengin besin tüketen anne adaylarının erkek bebek dünyaya getirdiklerini belirttiler.

Yazımın finalini aşçı Nurdan Çakır'ın  şu sözlerine yer verdim:
Der ki:
"İncirin erkeği (ilek inciri) vardır, halk arasında soğanın erkeği de bolca zikredilir hatta efelenen küçük oğlan çocuklarına “soğan erkeği” denir.”

Yüzüm ışıdı tabi bu tespitine. Soğan dedim de  aklıma erkeklerin en sevdiği yemekler geldi.
Kuru fasulye ve Pilav.
Yanında da turşu da olsun mu?

Emine Pişiren/Kocaeli

AĞRILARIMIZI TEDAVİ EDEBİLİRİZ






Gary. H. Craig der ki:

" Bütün olumsuz duyguların nedeni, vücudun enerji sisteminin bozulmasından kaynaklanmasıdır."

EFT enerji psikolojisi, yani duygusal özgürleşme tekniğidir.

Bir nevi refleksoloji uygulamasıdır.
Türkçe anlamıyla parmak uçlarının kısa ve küçük dokunuşlardır. Bu dokunuşlar sonrasında organların uyarılması sonucunda salgı bezlerimizin ve organlarımızın dengelenmesidir.
Bu dokunuş tekniği ile sinir noktalarını uyarıyoruz.
Beynimiz milyonlarca hücreden oluşmuştur. Bu hücreler bioelektrik üretmektedir. Yaşam enerjimiz vücudumuzda enerji meridyenleriyle  tüm hücrelerimize dolaşır. Eğer ki bu dolaşımda engel veya blokaj olursa o organ alarm verir.
Kısacası; biz bunu dokunuşlarımızla aşabilirmişiz.
 Böylece elektromanyetik uyarılar nöronları aktif edip organlarımızı işlevselliğinde ivme kazandırmış oluyor.
Basit tekniği uygulayan Çinlileri örnek gösterebilirim.
Nasıl mı?
KM' lerce uzunluktaki Çin Seddi yapılırken, ayakları şişip, ağrı çeken Çinliler EFT dokunuşlarıyla ayak ağrı ve şişliklerinden kurtulmuşlardır.

2. aya girdiğimiz karantina sürecinde evimizde kalıp, basit bir ağrıyla "Kovit-19 bulaşır," korkusuyla hastaneye gidemiyoruz.
İşte bu nedenle bende EFT tekniği ile kendilerini tedavi eden Uzakdoğunun Sağlık Kültürünü sizinle paylaşmak istedim. Faydasını gördüm.
Dün şiddetli başım ağrıyordu. Fotoğtaftaki noktalara her iki elimin orta parmağı ile tam 2 dakika kısa kısa EFT VURUŞLARI uyguladım.
3 dk sonra ağrım hafiflemiş, 10 dk sonra tamamen geçmişti.
Eminim ki, sizler de faydasını görürsünüz.
Sağlıklı günler dileklerimle...

Sevgi ve dostlukla kalın.

Emine Pişiren

+++

Temel EFT sisteminde parmak uçlarıyla vuruş yapılacak noktalar şunlardır:

01-KN- Karate Noktası:
 (İncebağırsak Meridyeni -Nokta: İB2)

Her iki elin serçe parmağın dibi ile bilek arasında, yan tarafta bulunan etli kısmın ortasında bulunur. Güven noktasıdır. Psikolojik geliş-gidişlerin giderilmesinde yardımcı olur. Kişisel nefret, kendinden şüphe ve kişisel güvensizlik sorunlarının aşılmasını kolaylaştırır. Uyarıldığı zaman, şok durumundan kurtulmayı kolaylaştırabilir.

02-KB- Kaşın başlangıcı:
 (Mesane Meridyeni – Nokta: MS2)

Her iki kaşın burun tarafındaki uç noktalarıdır. Bu noktalar parmak vuruşlarıyla uyarıldığında cesaret ve enerjide artış sağlanır. Korku ve endişelerin giderilmesinde etkilidir. Ruhsal sarsıntılardan sıyrılmayı sağlar.

03-GU- Göz Ucu: (Safra kesesi Meridyeni – Nokta: SK1)

Her iki gözün dış ucunda yer alan kemiğin üzerindedir. Bu noktalar parmak uçlarıyla vurularak uyarıldığında, öfke ve kızgınlığın kontrol edilmesini, şoklardan ve endişe nöbetlerinden kurtulmayı sağlar. Kendine hakimiyet ve sakinlik için yararlı olur.

04-GA- Gözün altı: (Mide meridyeni – Nokta: MD1)

Bu nokta gözün 2 cm kadar altında ve gözbebeği ile aynı doğrultudadır. Uyarıldığında topraklama etkisi yaratır. Sabit fikir, bağımlılık, endişe ve eksiklik duygularıyla başedebilmeyi sağlar.

05-BA- Burnun altı: (Du Meridyeni – Nokta: DU27)

Üst dudak ile burun arasında kalan bölgede yer alır. Uyarıldığında utangaçlık, içe kapanıklık, sıkılganlık gibi sorunların çözülmesinde yardımcı olur.
Açlık duygusunun denetiminde ve alerji kontrolünde etkindir. Du meridyeni, simetrik olmayan iki ana meridyenden biridir. Bu nedenle bu meridyenin üzerinde yer alan noktalar tektir.

06-ÇN- Çene: (Merkez Meridyeni-Ren – Nokta: REN24)

 Çene çıkıntısı ile alt dudak arasındaki bölgede yer alır. Parmak uçlarıyla vurularak uyarıldığında bağışıklık sistemini etkiler ve yorgunluğa iyi gelir. Utanç, panik ve endişe için etkili olur. Merkez meridyeni de simetrik değildir.

07-KK- Köprücük Kemiği: (Böbrek Meridyeni – Nokta: BB27)

 Köprücük kemiğinin göğüs kafesi ile birleştiği, boynun hemen altındaki noktadadır.
Uyarıldığı zaman girişimcilik, işleri tamamlamada kararlılık, zihinsel gerginliğin azalması ve tüm zihinsel sistem üzerinde etkili olur. Ayrıca burası önemli bir acı denetleme merkezidir.

08-KA- Koltuk Altı: (Dalak Meridyeni – Nokta: DL21)

Bu nokta, koltuk altının 10 cm kadar aşağısında yer alır. Parmak uçlarıyla vurarak uyarıldığında zihinsel berraklık ve odaklanma konusunda yardımcı olur. Endişe, bağımlılık ve yaşamı olduğu gibi kabullenme açısından önemlidir. Sindirim ve özümsemeyi kolaylaştırır.

09-BP- Başparmak: (Akciğer Meridyeni – Nokta: AK11)

 Başparmağın ilk boğumu ile tırnak dibi arasında kalan bölgenin yan tarafındadır. Bu noktanın uyarılması negatif düşünceleri, kibiri, gücenmeyi hafifletir.
Sezgi gücünü ve yaşama sevincini geliştirir.

10-İP- İşaret Parmağı: (Kalınbağırsak Meridyeni – Nokta: KB1)

İşaret parmağının tırnak hizasındaki, başparmağa bakan yanında yer alır.
Suçluluk ve kızgınlığı giderir ve duyguları serbest bırakır. Zihinsel tıkanıklığı aşmaya ve pozitif düşüncelere olanak sağlar.

11-OP- Orta Parmak: (Perikardium (kalp zarı) Meridyeni – Nokta: PR9)

Orta parmağın tırnak dibi ile ilk boğumu arasında ve işaret parmağına bakan tarafında bulunur. Kıskançlık, haset ve alçaklık kompleksi için yararlıdır. Bazı alerjiler için etkili olur. Mizah duygusunu geliştirir.

12-SP- Serçe Parmak: (Kalp Meridyeni – Nokta: KL9)

Serçe parmağın tırnak hizasındaki yüzük parmağına bakan tarafında yer alır. Karşılıksız sevgi noktasıdır. Empati, şefkat ve karşılıksız sevgiyi destekler. Kalıcı belleğin gelişimini, kısır düşüncelerden arınmayı sağlar. Duygusal dengeler açısından önemlidir.

13-GM- Gamut Noktası: (Üçlü Isıtıcı Meridyeni – Nokta: ÜI3)

 Elin sırt tarafında, yüzük parmağı ile serçe parmağın birleştiği noktanın 2 cm kadar aşağısında yer alır. Gamut serisi uygulanırken bu noktaya sürekli olarak vurulur.

14-HN- Hassas Nokta (Sore Point):

Boynumuzun ön tarafında, köprücük kemiklerinin arasında yer alan V şeklinin tabanından 7-8 cm aşağı inip, buradan da 7-8 cm sağa ve sola doğru gittiğimizde bu noktalara ulaşırız. Bu bölgeler ovulduğu zaman genellikle rahatsız edici bir hassaslık duyulur. Bu noktalar, lenf sıvısının biriktiği yerlerdir.
Ovma işlemi tekrarlandıkça burada biriken lenf sıvısı zamanla kaybolur ve hassaslık hissi de ortadan kalkar.
Kurgu işlemi sırasında bu noktaların ovulması önerilmekle birlikte; giysilerin engellemesi, yerinin belirlenmesindeki zorluk ve toplu ortamlarda özellikle bayanlar açısından sıkıntı yaratması nedeniyle Hassas Noktanın ovulması yerine Karate Noktasına vuruş yapılması daha pratik olmaktadır. Biz de Karate Noktasının kullanımına daha
sıcak bakıyoruz.
Tek başına ve uygun ortamlarda kurgu cümleleri bu noktalar ovulurken söylenebilir. Bazı görüşlere göre bu noktalar, karate noktasına kıyasla daha fazla etkili olmaktadır.

15-GN- Göğüs Noktası: (Karaciğer Meridyeni – Nokta: KR14)

Bu nokta özellikle bayanlar açısından yerinin tespiti ve uygulaması zorluk yarattığı için genellikle kullanılmamaktadır. Özel uygulamalarda vuruş serisine dahil edilmesi daha doğru olur. Karaciğer meridyeninin dengelenmesi önemlidir. Bu açıdan, Tepe Noktası da önemli bir nokta olarak ele alınmalıdır.

16-TN- Tepe Noktası: (Du Meridyeni – Nokta: DU20)

Bu noktanın kullanılması, bir EFT konferansında önerilmiş ve bazı EFT uzmanları tarafından kabul görmüştür. Özellikle kısaltılmış EFT uygulamalarında bu nokta başlangıç veya bitiş noktası olarak tercih edilmektedir. Bu noktanın diğerlerinden farkı, yakın bölgelerden birkaç meridyenin
birden geçiyor olma-sıdır. Bu nedenle, hızlandırılmış uygulamalarda bu noktadan yararlanmak ta mümkündür. Gary Craig’in EFT Elkitabında yer almasa da, bazı video kayıtlarında bu noktadan onun da yararlanmakta olduğu görülmüştür.
Tepe bölgesi aslında bir çok akupunktur noktasının sık aralıklarla yer aldığı bir bölgedir. Bu nedenle vuruşlar ya bitiştirilmiş dört parmağın alt tarafıyla, geniş bir alanı kapsayacak şekilde; ya da parmak uçlarını bu bölgede gezdirerek yapılır. Bir çok akupunktur noktasının yer aldığı bu bölge, tepeleme oturumlarında giderek daha yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.

17-BL- Bilek iç taraf: (Üçlü Isıtıcı Meridyeni – Nokta: ÜI4)

Bu nokta da sisteme sonradan dahil edilmiştir. Yaygın bir kullanımı olmamakla birlikte, bazı uzmanlar bu noktayı da çalışmalarına dahil etmektedirler.
Deneyebilir, uygun görürseniz, kullanabilirsiniz.

18-BL- Bilek dış taraf: (Kalp Meridyeni – Nokta: KL7 ve İnce Bağırsak Meridyeni – Nokta: İB5)

 Bu nokta da sisteme sonradan dahil edilmiştir.
Yaygın bir kullanımı olmamakla birlikte, bazı uzmanlar bu noktayı da çalışmalarına dahil etmektedirler. Deneyebilir, uygun görürseniz, kullanabilirsiniz.

Kaynak:
Hipnoterapi/NLP Uzmanı
Ahmet Aksoy

ARTIK SENİ SEVMİYORUM




Bir kertenkele duyarlılığına eremedi kadın ve erkek.
Yıllar önce kesmiş okuduğum bir gazete küpürü elime değmişti dün. Hani eskileri taşınırken tek tek kontrol edersiniz ya, işte bende anılara yol aldığım dakikalardı.
Yer Japonya.
Japon mimar yeni almış olduğu evinin tadilatında ilginç bir durumla karşılaşıyor.
Salonun duvarları karton kalınlığında kontraplakları tek tek sökerlerken, öyle bir manzarayla dona kalıyor ki, duruyor bir an. Ve izliyor gördüğü şeyi.
20 cmlik bir çivi, kıvranmakta olan kertenkelenin tam sırtına çakılı. Kertenkele yaşıyor oluşu, genç mimarı öyle şaşırtıyor ki, nedenini araştırmak istiyor.
Öyle ya, dış duvar ve iç duvar arasındaki 20 cmlik mesafede sırtına çakılı iri çiviyle nasıl yaşıyordu? Neyle besleniyordu?
Kafasındaki sorularına yanıt bulmaya karar verdi. Ve hemen hiç düşünmeden eski sahibini aradı.
İç duvarların hangi tarihte yapıldığını sordu. Aldığı yanıt merakını daha da kışkırtmıştı.
Duvarlar tam 6 yıl önce yenilenmiş.
Mimar o gün işi durduruyor. Konuyu çözmek için tüm vaktini, 6 yıldır 2 duvar arasına çiviyle çakılı bir kertenkeleye ayırıyor.
Sandalye çekip oturuyor. Bakışlarını bir an bile çevirmeden duvara odaklanıyor.
Tam 1 saat sonra duvarda ikinci bir hareket görüyor. Başka bir kertenkele ağzında üzüm tanesiyle çiviyle çakılı kertenkeleye yaklaşıyor. Üzüm bitene kadar ağzında tutuyor, onu besliyor.
Japon mimar, kımıltısız bekleyişini sürdürüyor. Diğer kertenkele üzüm bitince gidiyor. Bir kaç saat sonra bu kez, ağzında avlamış olduğu bir böcek sunuyor çiviyle duvara tutsak eşine.
Eşini tam 6 yıl besleyerek onun hayata tutunmasını sağlamış.
Ve ondan hiç vazgeçmemiş.
...
Bu hikaye beni derinden etkilemiş ki, gazete küpürünü saklamışım.
Derin bir soluk alıp, rengi sararmış g.küpürünü katlayıp eski yerine koydum. Atmaya kıyamamıştım.
Belki, benden sonra çocuklarımdan biri okur, diye...
Kulağıma dokunan bir sesle, bakışlarımı yeni açtığım televizyona çeviriyorum.
Haber sipikeri konuşuyor:
" Kendisini aldattığını öğrenen adam, eşini yeni sevgilisiyle birlik olup 4 yerinden bıçakladı. Emniyet ekipleri..."
Kumandayla kapıyorum televizyonu.
Ne kadar sıradanlaştı ölümler, öldürmeler!
Aldatmalar, boşanmalar ne çok fazla! Sevginin...Sadakatin öldüğüne dair ne çok haberlere tanık oluyor gözlerimiz!..
Yazımın başında ifade ettiğim de işte bu sebeptendi.
Kertenkeleler kadar başarılı değil sevdalarımız...
Bu kadar basit midir?
"Artık Seni Sevmiyorum!
Senden Vazgeçiyorum!"
Diyebilmek...

Emine Pişiren / Kocaeli

BANA ARTIK " SEN " DİYEBİLİRSİN



Kelebekler uçuşurken yüreğimde, onun ılık soluğu, "You can call me now!" Diyen sesi kulağımın içinden beynime, oradan da yüreğime doğru yol aldığını öyle yoğun hissediyordum ki...

Ürperdim, baştan aşağı!

O an, az kalsın elimdeki minik kağıt destesini elimden düşürmek üzereydim.
Başımı tekrardan ona yavaşça kaldırıp gözlerindeki beni, okumak istemiştim, o an!
 Gülen gözleri, bir çelik keskinliğinde beni izlemekteydi.
Yutkundum.
Ona hafif bir gülüş uzatıp alkışların sahiplerinin yüzlerine kondurmuştum yüzümdeki ışıltıyı.

Alkışların arasında birkaç ses yükselmişti salonda:

 “Hocam poliçe satışımız ile ilintili midir bu yapacağınız test?”

“Evet, İlintili çünkü bu test “SİZİ” çok detaylı eni-konu ele verecektir. “

“İlintili, Çünkü her birey hem kendi, hem de karşısında, birlikte yaşadığı kişinin zihnini merak eder. Örneğin siz hiç yeni başlamış bir ilişkinin sizi nereye kadar sürükleyeceğini? Veya sevgilinizin zihninden geçenleri, hiç keşfetmek istemez misiniz?”

Menejerimizin verdiği yanıt salondakileri tatmin etmişti ki başka ses yükselmemişti.
Tek tek kağıtları dağıtırken tepegözün yansıttığı beyaz ekranda test sorularına ilişti gözlerim.

Test altı aşamalı psiko_felsefi içerikliydi. Yanıtlar, basitti. Kolayca verebileceğimiz sorulardan oluşuyordu. Kısa sorulara zevkle yanıt vermiştim.

Şimdi o testi sizlere de sormamı ister misiniz?

İstersiniz tabi ki. Zira hepimizin içinde keşfedilmeyi bekleyen, anlaşılmayı, anlamak, bilmek istediklerimiz sırlar dünyası vardır.

Bunu neden, niçin yapıyorduk?

Belki de o sırlarla yüzleşmek istemediğimizden, belki de " o, şu, bu ne der?" Kaygılarıyla bilinçaltımıza öteler, bilinçüstü ninnilerle uyutuyorduk.

 Böylece ruhumuzu üşütüp nezleye tutulmasını istemiyorduk. Aksi halde kendimize tuğlalar örüp tüm evrene kapatacaktık.

Ruhunun üşüdüğünü hisseden insan artık bir daha bunu unutamaz. İşte geçmişte edindiğimiz kimi acı/tatlı deneyimlerimiz bize küçük testlerle ışık tutuyor.
Kişilik zırhımızın delinmeden, o tozlu zihnimizde keyifle yolalıp ilerlemek, tıpkı uzun süreli kapalı kalmış bir evin tavanarasında saklı kalan sandıktaki anılar gibidir.
Kısacası söz yerini biliyor. O gizleri empati yoluyla gün yüzüne çıkartacak anahtarsa, "SİZ'İN" elinizdedir.
Bu test, aynı zamanda, dünyamızı kabus ötesi bir, “ölüm korkusuyla” sarıp sarmalayan, zayıf olanın Azrail’i Kovit-19 Virüsünden dolayı kendimizi karantinaya aldığımız, şu günlerimizde ilaç gibi gelecektir ruhumuza.

Gelelim mini testimize:

...Hafta sonu evinizde yatağınıza uzanmış, televizyonda en sevdiğiniz filme dalmış izlerken, kapınız çalınıyor. Aniden yataktan sıçrıyorsunuz! “Kim bu saatte gelen?” diyor, kapıyı açıyorsunuz. Kapıyı açtığınızda asıl şoku yaşıyorsunuz!
 Eşikte iki hayvan durmaktadır. Ağızlarında birer zarf tutmaktadır. Zarfları usulca alıyorsunuz. İki mektup size yazılmış, geleceğe dair. Birini açıyor, okuyorsunuz.
Sizi mutlu bir gelecek beklediğini yazarken, İkinci mektupta felaketleri ve mutsuz bir geleceği yazıyor. İşte o anda size şöyle bir soru sorulacak:

“Aşağıdaki hayvanlardan hangisi size iyi haberi, hangisi kötü haberi getirdi?”

Sadece iki hayvanı seçeceksiniz.
1-Kaplan
2- Kuzu
3- Köpek
4- Papağan
5- Kaplumbağa
...
Bir insanın seçtiği eş, onun geleceğini yakından etkiler. Bu ister iş ortağı olsun, ister ev arkadaşı, ister sevgilisi, ve isterse evleneceği insan olsun, onun ileride yaşacağı ya kabusu olacaktır ya da mutluluğu.

Niçin hayvanlar seçilidir bu testte?

Sorusunun yanıtı ise biz doğa ile ilintili birlikte bir yaşam sürüyoruz. Hayvanlarla ilgili olumlu/olumsuz düşünceleriniz; psikolojik açıdan zengin ve bilinç_altınızdaki karmaşalar hakkında bizlere ipuçları sunar.
Hayat senaryomuz çoktan yazılmış olsa bile birey tercihleriyle yaşayacaktır. Size mutluluk mesajı getiren hayvan, ideal eş/ortak/sevgili olarak düşündüğünüz kişiyi temsil etmektedir.
Felaket habercisi olan hayvansa; sizi o derin kuytu karanlıklara sürüklemesinden korktuğunuz kişiyi temsil eder.
Sonuçları bu yazımın altındaki yorumlara yazacağım. Böylece katılımlarınızla yazımı zengin kılacaksınız, aynı zamanda okur/yazar bağını kurmuş olacağız.
Ha, bir de şu var ki, yazmadan bu yazıma son veremem:
Kimse mükemmel değildir. Bizler, hayat deryasında hedefe ulaşmaya çalışan yüzücüleriz.
Eğer herkes o zorlu dalgaları kulaçlayabilseydi, hedef bu kadar önemli olmazdı.
Çünkü elde edildikten sonra değerler küçülüyor. Önemsizleşiyor.

Şairin söylemiyle:

" Eğer kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi!"

Bir sonra ki yazımda buluşmak ümidiyle.
Haydi size kolay gelsin.

Emine Pişiren / Kocaeli

"SİZ" İ SEVİYORUM



Her insan kendi gölgesinin kölesidir. Ve çok ilginçtir ki, ayaklarının üzerindeyken gölgesinin de gölgesini arar durur insan. Ta ki, güneş kızıl eteklerini toparlayıp gidene kadar...

Bugün size ilk kalbimin kime, niçin? heyecan duyduğu yıllarıma götürmek için geldim. Yaşadığım duygu anlarımı, yazımın içinde gözleriniz ilerledikçe tanık olacaksınız.

Gerçek şu ki, hepimizin iki yaşamı vardır. Biri sıklıkla geri dönüşler yaptığımız çocukluk yıllarımızdaki düşlerimiz, bir diğeriyse tercih ettiklerimizle birlikte, “imece hayallerle” yaşadığımız yıllardır.

Çocukluk yıllarımız belki iyi, belki kötü geçmiştir. Ama yine de özleriz o yıllarımızı. Sonraki yıllarımızda eğer mutsuzluklar yaşıyorsak, ya da yorgunsak ruhsal dünyamız altüst olur.
Kimi zaman bir benin dışındakileri, çok anlamak istediğim anlarım olmuştur. O zamanlar, baktım ki, çok yoruluyorum, kendimi acilen sürüklüyorum “yalnızlık” kendimi susarak dinlendiğim limanıma.

 Kısa süreli konakladığım o limanda düşünerek yaşadığımı anlıyorum. Hatta daha ötesi derinleşerek çoğaldığımı hissediyorum.

 Sevmekten bir türlü usanmadığım, beni sürekli coşkuyla kendisine çeken yaşamın o şahaser kollarına atılmak için yüreğim yine pır pır ediyor. Hayatın cazibesine doğru ayaklarım uzaklaştırıyor beni o sessiz limanımdan. Ve beni mutluluklarla hüzünlerin kucaklayacağı hayata doğru, bir mıknatısa çekilir gibi çekiliyorum. Fernando Pesoa’nın dediği gibi;

“Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok.”

Memuriyet sınavlarına girmeden önce bir yıla yakın sigortacılık hayatında deneyimlerim olmuştu. Bir Amerikan Şirketi olan sektördeki ilk haftam çok renkli geçmişti. Amerikalı Menejerimiz bize özgüven dopingi gerçekleştiriyordu.

Beden dilimizle nasıl konuşuruz? Karşımızdaki kişiyi nasıl anlarız?Nasıl gülümseriz? Nasıl konuşuruz? Ve hiç tanımadığımız birinin asıl niyetini nasıl çaktırmadan sorgularız?
Gerçekten çok haz aldığım eğitim seminerlerimizden biriydi o gün. Menejerimiz o gün ilk soruyu bize şöyle sormuştu:

“Sevdiğiniz, size enerji verecek, dilinizden karşı yöne iletilirken kulağınızda hoş bir esinti olacak, hatta sizde olumlu bir özgüven kazandıracak sözcüklerin içinde üç harfli bir sözcük söyleyebilir misiniz?”

Bulunduğum salonda tam 250 kişi vardı. Onlar soruyu düşünürlerken, öne doğru atılıp parmağımı kaldırdım. Hiç düşünmeden “SİZ” diyebilmiştim.
Menejer bana hoş bir gülüş uzattıktan sonra,

“Başka yanıtı olan?” diye sıralar arasında dolaşıyordu.

 Benimse yüzüm yanmaktaydı. Kendime kızmaktaydım.

Neden “Siz” demiştim?

 Bu büyük bir aptallıktı. Ama adam çok yakışıklıydı. Üstelik, o bakımlı, ellerine bakışlarım odaklanmıştı. Evet, bir erkekte en çok dikkat ettiğim iki şey vardı. Elleri ve gözleri...Menejerimiz her ikisinde de benim içsel sezgisel sorularımın yanıtını tam puanla vermekteydi. Her gün spor ceketinin altına farklı renkte kazaklar giyiyordu. Şık giyimi ile dikkatimi zaten çekmişti.

Siz de şaşırdınız “SİZ” yanıtıma değil mi?

Salondaki kalabalıktan farklı üç harfli sözcükler yükselmekteydi. Sizler de eminim bu satırlar arasında biraz soluklanacaksınız ve şuna adım gibi  eminim ki, “Rab, Aşk, Ben, Can, Dost,” ve benzeri sözcükler usunuzdan yuvarlanacaktır.

İşte bedeninizin, ruhunuzun, zihninizin, hafızanızın, hedeflerinizin, hayallerinizin, beklentilerinizin, ve tüm duygularınızın gıdasıdır o üç harfli sözcük.

“Niçin SİZ’i seviyorum, dediniz Miss. Gürbüz?”

Bir anda sıçradım yerimden.
“Ben mi?”
“Evet siz!”

 Az önceki aptalca yanıtımdan yine öyle  utanmıştım ki. Yakışıklı menejer beni yanına davet ediyordu. ‘Eyvah!’ dedim, içimden. ‘Eyvah ki, ne eyvah!’
Onun yanına yaklaşana kadar hızlı düşünme yetimi kullanıyordum:Ona;

 ‘Evet, neden SİZ? Sizi beğeniyorum da ondan, mı deseydim? Hayır, hayır ! Buna salaondaki herkes güler ve, kendimi Afrika Ormanlarında bir şebek gibi hissederdim.’

“Please be quick Miss. Gürbüz”

Acele etmemi istediği sözleri ingilizce söylemişti. Adımlarımı hızlandırdım. Akıl süzgecimden ona vereceğim sözcükleri yanyana dizdiğimde sahnedeydim.

“Arkadaşlar, Miss. Gürbüz bize SİZ sözcüğünü neden çok sevdiğini anlatacak. Lütfen, sessiz olalım, arkadaşınızı dinleyelim.

"Sahne senindir artık," der gibi eliyle işaret etmişti, ışığın olduğu yönü. Tabi içimdeki ona duyumsadığım hayranlığı herkesin içinde anlatacak değildim. Bundan sonraki dakikalarda sözel hayal, iletişim gücümü açığa çıkartacaktım: Konuşmaya başladığımda heyacanım da solgun bir ışık olmuştu sol yanımda...

 “Evet, neden SİZ dedim. Size ilginç gelen bu sözcüğün içinde öyle çok BEN gizlidir ki...Çok geniş bir anlamı vardır. Tıpkı uçsuz bucaksız evren gibi.
Gülüşüm, sevişim, neşem, hüznüm, umutlarımı besleyen geleceğim gibidir SİZ. Küçücük gibi duyduğumuz bu üç harfli sözcük aslında çok saygın bir sözcüktür.

"...Örneğin; İlk tanıştığımız kimseleri, bir düşünün hele. Hiç ona “Ne haber nasılsın?” veya “Bugün seninle şu meseleyi konuşalım mı?” dediğinizde karşınızdaki kişi sizi nasıl empati yoluyla değerlendirebilir?
Saygısız!
Ukala!
Megalamon!
Bencil!
Densiz!
İtici!
Yılışık!
Laubali!
Tabi bu benim ilk anda aklıma gelenlerdi bu sözcükler...

"...Peki o kişiye “Nasılsınız?” Sizi tanımakla onurlandım.” Veya “Sizi görmek güzeldi.” Demiş olsaydınız, aynı kişinin içsel tepkisi nasıl olurdu?
Saygın, Zarif, Kibar, Sosyal mesafeli, Onurlu, vb...
O sizde daha hoş bir iz bırakırdı değil mi?
 Ve daha çok sözcük sığar, içinde “SİZ” olan üç harfli cümlelere.
İşte bu nedenle söyledim üç harfli sözcüğü...”

Sözlerimi noktaladığımda salonda ıslıklara eşlik eden alkışlarla, yanımda omuzlarımı sıkıca kavramış menejerimizin tenimi ateş gibi yakan ellerini ,”İşte bu, işte sizden istediğim de buydu!” sözlerini dün gibi anımsıyorum.

Daha sonra elime bir deste küçük kağıtları tutuşturup beni asistanı yapmıştı. Kulağıma söylediği sözlerse ayaklarımı yerden kesmişti.
Sonra mikrofondan bulunduğumuz salona o hoş sesi yayılmıştı...

“Haydi dağıtın bunları arkadaşlarımıza Miss. Gürbüz. Arkadaşlar, şimdi ufak bir testimiz var. Sizden beni dikkatle dinlemenizi rica ediyorum.
Allah’ım, sesi ne kadar da hoştu. Türkçemizi o yabancı aksanıyla ne güzel de konuşuyordu. Kalbimin atışları nasıl da hızlanıyordu onun yanına yaklaştığımda. Oysa tüm dikkatini salondaki insanlara vermişti.

“Miss. Gürbüz doğru yanıtı verip bu güzel konuşmayı yaptığınız için sizi yürekten tebrik ediyorum. Arkadaşımızı alkışlayalım lütfen."

" Teşekkürler Miss. Gürbüz. Şimdi siz de yerinize geçin lütfen. Ve teste başlayalım.”

Yerime geçip oturduğumda hala kulağımdaydı onun sesi:

" Bana artık SEN diyebilirsin."

Emine Pişiren/Kocaeli

SANA GİT DEMEDİM Kİ...


Eğer ki, duyumsadıklarımı, yaşanmışlıklarımı bugün yazıyorsam, bu yarınlarıma gönül izlerimi bırakmak adına değilll...Gönül yangınımı biraz olsun azaltmak adınadır...
Yaşanmışlıklarımı bir diğerimize ifşa etmek, bu kadar önemli mi? Değil elbette ki...Çünkü ben hislerimin akislerini hayatın tuvali olan sayfalarına resmediyorum.
...
Tepegözün beyaz tahtaya yansıttığı beş hayvan üzerinde gitti geldi gözlerim. Menejerimizin seçmemizi istediği şıklar basitti. Gözlerime bir iki dakikada işaretlenecek kadar kolay görünüyordu. Hayat bana, çocukluğumdan beri, basit sorularda mutlak büyük yanıtların olabileceğini, asıl gerçeklerin detaylarda uyuduğunu ve düşünüp karar vermemi öğretmişti.

Bu nedenle basit soru üzerinde düşünmek zorundaydım. Her hayvanın üzerinde biraz düşünüp, sonunda  kararımı vermiştim. Kaplan bana kötü davranmasın, iyi haberimi getirsin, dedim içimden. Sıra kötü haberin hayvanına gelmişti. Kötü haberi duymak istemiyordum hiç. Haber gelecekse, ne kadar geç duyarsam, o kadar iyiydi benim için. Bu yüzden en yavaş, en temkinli adım atan kaplumbağayı seçmiştim.

Testi bitirdikten sonra kağıtlarımızı toplayıp Amerikalı Menejerimize uzattım. Özellikle kağıtlara isimlerimizi de yazmamızı istemişti.
Yanımdaki bayan arkadaş, kulağıma fısıldadı:

“Siz hangi hayvanları seçtiniz?”

“Kaplan ile kaplumbağa.”

O da “Bende papağanla köpeği seçtim.”

Ona hafiften bir gülüş uzattıktan sonra dikkatimi menejerimize vermiştim.
Masasına oturmuştu. Bizi şaşırtan kısa konuşmasından sonra:

“Arkadaşlar, hangi hayvanları seçtiğinizi anımsıyor musunuz?”

Salonda “evet” sesleri yükselmişti.

“O halde şimdi sizlerden tahtada yazılı olan şıkların yanıtlarını okumanızı rica ediyorum. Her arkadaşımız, kendi değerlendirmesini yapmasını rica ediyorum.”

Konuşmasını sürdürdü:

“Ve bu seçkilerinizi kişisel dosyamda bulunduracağım. Böylece her birinizin, bir ötekinden , ne beklediğini bilmiş olacağım. Seminerimiz bugünlük bitmiştir. Teşekkür ederim arkadaşlar. Biraz kahve içmeye ne dersiniz?” demez mi?

Öylesine tepegözün yansıttığı sözcüklere baka kalmıştık. Adeta apışıp kalmıştık! Gel de düşün şimdi.

Kaplan:
İyi haber= Coşkulu güçlü irade sahibi, hükmedici bir eşle mutlu olacağınıza inanıyorsunuz.
Kötü haber= Kibirli, ormanın sahibiymiş gibi etrafınızda dolaşan, ev işlerinize yardımcı olmaktan söz ettiğinizde homurdanıp söylenen, hükmedici bir eşe tesadüf etmekten korkuyorsunuz.

Köpek:
İyi haber= Bir eşte beklediğiniz en temel özellik, koşulsuz adanmışlık ve kesin sadakattir.
Kötü haber= Herkesi memnun etmeye çalışan ve başkalarının ne düşündüğüne önem vermekte olan biriyle asla anlaşamazsınız.

Kuzu:
İyi haber= Sizin için mutluluğun kaynağı, yumuşak kalpli, şirin, sevecen, sıcak kalpli ilgili bir eştir.
Kötü haber= Evde pinekleyen, her gün aynı şeyleri yapan,, sıkıcı, tembel, sıradan bir eşle asla birliktelik yaşamak ürkütüyor sizi. Böyle biri sizin kabusunuzdur.

Papağan:
İyi haber= Size uygun olan, eğlenmeyi seven, konuşkan, üreten, doğaçlama yeteneği ile sizi neşelendiren, güldüren, hoş zaman geçirten biriyle olmak istersiniz.
Kötü haber= Çalışmaktan hoşlanmayan, sürekli dırdır edip gevezelik eden, suçlayıcı biri ile olmaktan kaygı duyarsınız.

Kaplumbağa:
İyi haber= Ciddi, emin ve güvenilir, ihtiyaç duyduğunuzda yanınızda bulunan bir eşle mutlu olursunuz.
Kötü haber= En büyük kabusunuz; hayatınızı zeki olmayan, çok ağır hareket eden, kifayetsiz ve asalak ruhlu biri ile sürdürmek istemenizdir.

...
Seminer salonumuz boşalmıştı bile. İçimden “kahve içmeyi ertelesem daha iyi. Ben hangi hayvanı seçmişim ki?” sorusuyla baş başa kalmıştım.
Ta ki, yanıma yaklaşmakta olan ayak seslerini ve onun traş losyonu kokusunu duyana kadar...

Emine Pişiren/Yazar

Dip Not: Yazımın bundan sonra ki bölümleri “Sana Git Demedim ki...” adlı Öykü Kitabımda yazılıdır. İlginize, sabrınıza, yorum ve yazıma katkılarınıza sonsuz minnet ve teşekkürlerimle...

OYSA...



İnsan düşününce, hele ki ortam sessizse, ne çok bilgi düşüyor belleğinden.
Ne bileyim, insan soruyor:

" Bu dünyada hiç mi bir şey yolunda gitmez?"

Hiç unutmam; geçmiş zaman olur ki, gazetenin birinde bir haber okumuştum. Başlık şu şekilde atılmıştı:

"İngiltere'de mutlu bir çift severek ayrıldılar!"

Haberin devamını okuyunca, gazete küpürünü kesmiştim. Zira bana çok ilginç gelmiş, kalplerin tutsak, ama yasaların hükmettiği bir ayrılmaydı.

İngiliz Adaleti çiftin boşanmasına bir celsede acilen karar verdiği, gibi birbirini çok seven çiftin, "sosyal mesafesini" şehirler arası tutulması gerektiğine karar vermişti.
Haberi okudukça konuya ilgim, daha çok artıyordu.
Meğer, ten allerjisi varmış. Çift bulundukları ortamda dahi ürtiker oluyor, ardından ciltlerinde kırmızı içi su dolu kabarcıklar oluşuyormuş.
Dünyada hiç adı konulmamış bu cilt hastalığına, doktorlar " Temas Dermatit" teşhisi koymuşlar.
Seve seve ayrılan gözü yaşlı çift, mahkeme sonrasında tokalaşmak şöyle dursun, duruşmaya avukatları ve hastalık raporlarıyla, tanık bilirkişi doktorları girmiş.
Ayrı şehirlerde yaşamaya başlamışlar. Bu kez de birbirlerine özlem ve sevda kokan mektuplar yazmaya başlamışlar.
Tabi, kısa sürmüş bu yazışmalar. Nedeniyse, çiftin mektuba dokunan parmaklarında allerjen belirtilerin yeniden oluşmasıymış... Tabi sonrası malum, yine hastane koşturmalar ve yine serum takılarak yapılan tedaviler...

Haberi, okuduktan sonra yeni bir öyküme konu olabilir, düşüncesiyle saklamıştım, bir kitap arasına.
Şimdi, medyada sıklıkla  Kovit-19 bulaşmasın, diye " Sosyal Mesafeyi Koruyalım" uyarılarını duymaktayız.
Bu nedenle evlere kapanmış, kendi tutsaklığımızı yaşamaktayız. Alışverişlerimizde bu mesafeyi unutmaktayız.
Sonuç, malum.
Ölüme yolcu ediyor insanları dünyayı sarmış, bu lanet hastalık.
İtalyan düşünür ve yazar Leo Buscalgia'nın bir şiirini okumak geldi içimden: İzninizle:

"...Anımsıyor musun, yeni arabanı
Ödünç alıp çarptığım günü?
Öldüreceğini sanmıştım beni öldürmedin oysa...

Anımsıyor musun, seni zorla sahile götürdüğüm,
Yağmur yağacağını söylediğin ve yağdığı günü?
“Söylemiştim sana” demeni bekledim, demedin oysa...

Anımsıyor musun, kıskandırmak için seni,
Başka oğlanlarla oynaştığım ve senin kıskandığın günleri?
Terk edeceğini sanmıştım terk etmedin oysa...

Anımsıyor musun; çilekli pasta düşürüp,
Arabanın paspasını kirlettiğim günü?
Tokatlayacağını sanmıştım beni, tokatlamadın oysa...

Anımsıyor musun; dansın resmi giysili olduğu,
Ve benim söylemeyi unuttuğum,
Senin de kot pantolonla geldiğin günü?
Bırakacağını sanmıştım beni, bırakmadın oysa...

Evet yapmadığın çok şey vardı.
Ama dayandığın, sevdiğin, koruduğun beni...

Çok şey vardı;
Benim de senin için yapmak istediğim;
Vietnamdan döndüğünde
Dönmedin oysa..."
...
Ne çok pişmanlıklar yaşanıyor, şu barut kokularıyla kirlettiğimiz, tarumar edip yok etmeye çalıştığımız dünyada...

"Keşke," demeden önce "belkileri" umutla, cesurca kucaklamalı insan. Aksi halde sol yanımızı, "bir mezarlık" olarak şiirde olduğu gibi ziyaret edeceğiz.

Oysa dünya senden ibaret değil!

"Seni Seviyorum," demek için illa ölümü, beklemeye ne gerek var?

Emine Pişiren / Yazar

19 Nisan 2020 Pazar

VURGUN YEMİŞTİ YÜREĞİM...






Çocuklarımızı büyütürken, onların  özgüvenlerini kazandırmak amacıyla çırpınırdık. Öyle ki, 0 ila 6 yaş sonrasında dahi bir anne/ baba olarak, onların kişisel gelişimlerinde aktif pasif rol bize düşerdi.
Zorlandığımız zamanlarda kimi kıymetli doktor, psikolog yazarlarımızın kitapları ışığımız, rehberimiz olurdu, genellikle...

 Haluk Yavuzer, Doğan Cüceloğlu, Özcan Köknel, İpek Ongun, vb yazarların kitapları hala raflarımdadır.
O sararmış sayfaları bugün bile karıştırırım.
Nasıl unuturum o geçen yılları?

 Bakışlarım durgun mavi körfeze daldı bir an...
Yaşadığı şehirden çok uzaklara gidip okuyacak kızımın valizini hazırlarken dahi gözyaşlarımı sakladığım o gün geldi durup dururken şimdi...

Evinden çok uzaklarda farklı hayatlara dokunacaktı kızım.
O okurken dahi, en çaresiz ve sıkıntılı günlerinde ona mektuplar yazardım. Hala saklarım o mektupları.

Bugün kitaplığımın raflarının tozunu alırken elime Psikolog İpek Ongun'un, " Bir Genç Kız Yetiştiriyorum" adlı kitabı geçti.
Kitabı elimde tutarken gözlerim nemlendi.
Çünkü o kitap, ilk göz_ağrımızı yetiştirirken aldığım ilk kitaplardan biriydi.

 Kitabın tozunu aldıktan sonra raftaki yerine koyarken içinden ikiye katlanmış bir kağıt düştü. Kağıdı açtım. Kızıma yazmış olduğum mektuplardan biriydi.
Tarihe baktım. 1998 yazıyordu.
Depremden 1 yıl önceki tarihti...
Ve kızımın baba ocağından ilk kez ayrıldığı tarihti.

Mektubu gözyaşları içinde okurken şu satırları zorlukla okudum.

"...Sevgili Kızım,
Şimdi benden çok uzaklardasın. Hayat belki sana kolay sorular sormayacaktır. O soruları yanıtlarken zorlanacağın günlerin de olacaktır. Son mektubunu ağlayarak yazmışsın.
Mektubunda  hem beni, hem babanı suçluyorsun.

Neden kızım?

Satırlarındaki eleştiri oklarını düşünmeden bize attığını görüyorum.
Diyorsun ki;
" Anne, siz bana ipekten halılar sermişsiniz. Ayaklarım incinmesin diye. Meğer, dışarıdaki hayat çok kötüymüş! Yollar dikenli ve taşlı. Yürürken ayaklarım kanıyor. Yara oluyor. Dizlerim kanıyor anne! Ne üfleyip acısını geçirecek, ne de yaralarıma merhem sürecek annem var yanımda.  Ve ne de babam... "

"...Sevgili Yavrum,
Seni çok iyi anlıyorum. Haklısın. Evinden çok uzaklardasın. Tabi ki zorluklar yaşıyacaksın. Hayat her zaman tepside mevvalar sunmadı bize.
Onları kazanmak için zor ve çetinlikleri de yaşattı bize.
Sen şimdi evinden çok uzaklarda o dikenli, taşlı topraklı yollarda yürümeyi de öğrenmelisin. Bu yüzden gittin okumaya.
Nasıl ki, ipek halıda yürümeden önce emekliyordun, düşe kalka yürümeyi öğrendin, şimdi hayat yolunda da aynı düşüşleri yaşayacak, öğreneceksin.
Bunun için lütfen kızma bize.
Uzaklarda da olsak, babanla bir nefes kadar yakınız sana.
Sakın vazgeçip pes etme. Arkadaşlarınla iyi geçin.
Sessizliğin içinde kendi sesin olmayı dene yavrum.

Çünkü farklı hayatlarla birlikte yaşamayı da öğrenmen gerekecek. Ve kimsenin acılarıyla sakın alay etme. Kimseyi küçük görmemelisin.

"...Bak Canım Yavrum,
 Sana şimdi kısa bir yaşanmışlık anısı yazacağım:

"...Yurt dışında tıp okumakta olan bir üniversite öğrencisi şöyle anlatıyor.
' Bizim üniversitede genç kızların kullandığı saatlerden takan bir erkek doktor vardı. Onun bu hâline sürekli güler, eğlenirdik. Sonradan öğrendik ki, o taktığı saat, ölen kız çocuğuna aitmiş.'
...
Gördün mü canım yavrum. Nice hayatlar var ki, onlar belki de sevdiklerinin kayıplarıyla yas tutuyor, olabilirler.
Onları gördüğünde sakın alay etme.
Çünkü kızım, acılarıyla kıvranan yürekler sessiz ağlarlar.
Annen"
...

Mektup elimden düştü. Omuzlarım çöktü. Şimdi evimde oğlumla karantinadayız. Baharı gözlerimizle camdan görüyoruz.
Mayıs yaklaşırken, kırlarda papatyalar tomurcuk vermiş. Kiraz ve ayva ağacı var bahçemizde. Çiçekler açmış. Dağları görüyorum. Yemyeşil.
Ama baban, sen, torunlarım yoksunuz..!
İşte bu anlarımda acının en kötü rengi dokunuyor sol yanıma.
Vurgun yemiş yüreğimle sessizce yaslanıyor bakışlarım durgun mavi körfeze doğru. Fısıldıyorum:

"Bu yıl da yalancı baharı gördü gözlerim..."

Emine Pişiren / Kocaeli