Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

25 Temmuz 2008 Cuma

ADEM İLK FIRSATTA HAVVA’YI SUÇLAMADI MI?



Schiller’in “Asıl yalnızken yalnız değilim.” sözleriyle onun o anda ki, kendi içindeki savaşımından kaynaklanan bir yaşam kontrolü arzusu içinde olduğunu düşündüm. Belki içsel ve geriye dönüşsel olarak ele aldığımızda, kişinin anılara imgesel yol aldığında bu söylemi gerçekleştirmiştir, düşünsel olgusu çok yüksektir.
Yaşamın nasıl olması gerektiğine dair önceden planladığımız kavramlar varsa, onlar yaşanan o taze anın tadına ulaşmamızı ve bir sonraki anın sürprizlerini engeller. Oysaki yaşam her zaman beklenen gibi değildir. Kimi kez yol alırken yaşam yolunda irili ufaklı çakıl taşlarıyla kaplı olduğunu görürüz. Kimi kez de aşamayacağımız engeller ve uçurumlarla karşılaşırız. İnişlerimiz de olur, çıkışlarımız da. Ama önümüze çıkan her engeli eninde sonunda bir şekilde aşmaya çalışırız, değil mi?
İşte çoğu felsefenin manevi temel taşlarından biri de yaşamımız hayal ettiğimiz gibi gelişmez, yüreğimiz o anda gelişenlere seyirci olmaktan öte yaşamayı seçer. Suyun akışı gibidir yaşam. Aktığı yöne doğru iz bırakarak ilerler. Önüne çıkan engelleri eninde sonunda aşar. Biz insanlar toplumda veya ikili birlikteliklerimizde paylaştığımız yaşamı zehir de edebiliyor, huzurlu da kılabiliyoruz. Hiç yoktan gereksiz yere tartışmalarla birbirimizi öteliyor, suçlamalarla incitip, kırılmalara neden oluyoruz. Herhalde bu huzur bozma sendromu, insanoğlunun genetiğine yazılmış ki, asırlardır süregeliyor.
Mark Twain’in; “Cennet ve cehennemle ilgili ileri geri laf söylemek istemem; çünkü ikisinde de dostlarım var” sözlerinde ne güzel barış kokuyor, dostluk duygularımız kabarıyor değil mi?
Şimdi size bir hikâye anlatmak istiyorum: Dünyanın bütün renkleri bir araya gelip tartışmaya başlamışlar. Önce yeşil sözü almış; “ ben daha güzelim, çünkü hayatın rengiyim. Dünyaya baksanıza her yerde benim rengim hakim.
Mavi renk dayanamamış; “sen sadece yeryüzünün rengisin, oysa ben hem gökyüzünün hem de denizlerin hâkimiyim. Ben huzurun rengiyim,” der demesine de
Sarı renk ikisinin de sözünü kesmiş;”Size gülerim, ben olmadan siz hiçsiniz. Dünyaya sıcaklık veren güneşin rengiyim. Ben olmazsam yaşam donar,” der demez,
Kırmızı renk sözü almış; “Asıl yaşamın rengi benim. Ben kan rengiyim. Aynı zamanda aşk ve tutkuda tek söz sahibiyim. Ben olmadan hayat durur.”
Mor Renk hiç yerinde durur mu?
“Siz boşuna tartışmayın, hepinizden üstün olan benim. Birkaç rengi içimde barındırırım, ben asaletin, gücün, bilgeliğin rengiyim. Bu yüzden krallar, liderler, öğretmen ve bilgeler beni seçerler, üstün insanların rengiyim ben…”
Demiş demesine de Beyaz renk bir köşede kıs kıs gülmüş; “Nasıl da unutursunuz? Hepinizin bileşkesi benim. Hepiniz benden doğdunuz. Hanginiz bunu inkâr edebilir? Bütün renklerin atası benim.
Renkler böylesi üstünlük tartışmaları ile kavgaya tutuştuklarında beyaz renk siyah renge göz kırpmış. Bir anda ortalık simsiyah olmuş, siyah renk haykırmış:
“Haydi, şimdi bakın birbirinize, kim daha üstün? Bakın her biriniz rengimde kayboldunuz. Demek ki kimse kimseden üstün değil. Her birimiz kendimize göre en özeliz.”
Renklerin sesi soluğu kesilmiş ve uykuya çekilmişler. Hak vermişler siyahla beyaz renge o günden sonra saygı duymuşlar.
Onlar o günden sonra gökyüzünde ve suların yansımalarında hep birlikte huzur içinde yaşamaya başlamışlar. Her yağmur sonrası bizler onları bir arada seyretmekten hoşlanırız. Adına da gökkuşağı deriz.
Nasıl ki, Adem eline geçen ilk fırsatta suçu Havva'ya attıysa sürekli tartışma ve savunmalar içinde kendimize yer açacağız. Ve huzurlu-mutlu yaşamaktan uzaklaşacağız.
İşte hayatın özeti bu değil midir?
Onun akışına kendimizi bırakıp, yaşanan ve yaşayacaklarımızı da telaşsızca kabullenip iç huzuru yakalayabiliriz.
İstersek bunu başarabiliriz. Tıpkı gökyüzünde buluşan gökkuşağı renkleri gibi…
Sevgiyle Renk Renk Işısın Yüreğiniz
Emine PİŞİREN
2012-03-Kasım

ELİNİN KÖRÜ!..


ELİNİN KÖRÜ!..

Zaman zaman düşünmüşümdür. Türkçemizde deyimler, ata sözlerimiz ne derece doğru ve yerinde kullanılıyor? Geçenlerde yazmış olduğum bir yazımda, “elinin körü” diye bir deyim kullanmıştım. Biz bu deyimi genelde sabır kat sayımızın düştüğü anlarda dudaklarımızdan yüksek tonla söyleriz…

Evet, nedir “elinin körü”? Çok araştırdım, sordum, internette turladım ama bulamadım. Yani, benim bildiğim “elinin körü” hiçbir yerde yoktu…

Öğrenme ve araştırma yolculuğumda gördüm ki, her deyim her ata sözü birden fazla anlamda kullanılır olmuş. Bu yolculuğumdan keyif bile aldım. Atalarımız kafalarına göre takılmış. Size birden fazla örnek gösterebilirim…

Okul ile et kesim evini aynı kefeye koyan ve eğitimin şiddetle daha iyi olacağına inanmış atalarımız ve eğitimcilerimiz bakın neler söylemiş?

“Eti senin kemiği benim!”
“Hocanın vurduğu yeri ateş yakmaz!”
“Dayak cennetten çıkmadır!”
“Laf ile uslanmayanın hakkı kötektir!”
“Kızını dövmeyen dizini döver!”
“Kadının sırtından sopasını, karnından sıpasını eksik edilmemeli!”

Yukarıda sıraladığım birkaç atasözümüz uluslar arası adalet sıralarında masaya konulsa, nasıl sonuçlanır, artık varın sizler düşünün?..İşkenceden zevk alan insanlar olduğumuzu düşünecekleri kesin…

Eşitlik, eşitlik diye çığırtkanlık yapmışızdır. Bazen de, feminist olanların yanında yer almışızdır. Çoğunlukla ulu önder Atatürk’e kızmışızdır. Haremlik selamlık onun sayesinde kalktı diye. Bakın o devirlerde atalarımız nasıl cinsiyet ayrımı yapmışlar?

“ Bir evde iki kız olacağına dağda domuz olsun!”
“Bir evde iki kız biri çuvaldız biri bız! Bir evde iki oğlan biri devlet, biri mihnet!”
“ Kız doğuran tez kocar!
“Kız çocuğu el çocuğu!”
“Kız dediğin çiğ ettir, kaldıkça kokar!”
“Kızını döven dizini dövmez!”
“Oğlan büyür koç olur, kız büyür hiç olur!”
“Kızın mı var, derdin var!”

Yukarıda benim anladığım şu; “cinsiyet ayrımı yapılmış ve kadınlarımız aşağılanmış” o devirlerde…

Birde dikkatimi çeken şu oldu. Aman Allah’ım! Yahu, tüylerim diken diken oldu! O yetim ve öksüzlerin ne suçu var ki? Hele şehit çocuklarını aklıma getirince, daha da içim acıdı! Bakın neler zırvalamış atalarımız!..

“Çam ağacından ağıl olmaz, el oğlundan oğul olmaz!”
“Üveyin özü olmaz, köreğin gözü olmaz!”
“ Astar bez olmaz, üvey öz olmaz!”

Daha fazla yazamadım, kötü oldum! Yetimhaneleri düşündüm. Orada sıcak bir yuva ve anne baba özlemi içinde olan o minik yavruları aklıma getirince atalarımıza kızdım bile. Evlat edinmeye özendirmemişler…

Oysa o dönem, madem halifelik dönemiydi de, Hz. Muhammed Efendimizin(s.a.v) her hadisinden bir kıssadan hisse almamışlar mı? Bu konuda aklıma bir hadis geldi:

“ Allah’ın Resulu, bahçede oynayan çocukları izliyormuş. Bakmış ki bir çocuk köşede ağlamaklı, arkadaşlarına katılmıyor, öyle mahsun durmakta. Yaklaşmış yanına, ‘ Neden sende arkadaşlarınla oynamıyorsun, üzgünsün?’ gibilerinden sormuş. Çocuk ise;

- “ Nasıl mutlu olabilirim? Bugün arife, yarın bayram. Onların güzel kıyafetleri var, benim yok.” Der.

Hz. Muhammed, merak eder sorar:

- “ Neden sana alınmadı bayram elbiseleri?”

Çocuk boynunu büker, gözleri ağlamaklıdır.

- “ Babam öldü. Annem başkasıyla evlendi. Beni sokağa attılar.”

Allah’ın Resulü, daha da meraklanmıştır:

- “ Baban neden öldü?”

- “ Peygamberimizin savaşında şehit oldu!”


Çok duygulanmıştır kainatımızın efendisi. Çocuğu ellerinden tutar ve onu sevgili eşine emanet eder.

“ Bu çocuğu yıkayıp ve en güzel giysileri giydirelim.”

Daha sonra da, çocuğa eğilip, şu sözleri söyler;

- “ Senin babanın adı Muhammed annenin adı Hatice olsun mu?”

Çocuk bir süre sonra dışarı çıkar. Onunla az önce alay edip, üstündeki eskilere gülen çocuklar bu kez oldukça şaşkındırlar! Bu değişimi merak etmiş ve başına üşüşmüşlerdir. Çocuk başını dik tutup şöyle der.

- “ Benim bir babam var adı Muhammed Mustafa’dır. Bir annem var adı da, Hatice’dir.”

Diğer çocuklar imrenir ve bu kez yüzleri asılır ve çoğu şöyle der:

“ Keşke bizim de babamız şehit düşmüş olsa da, babamızın adı Muhammed annemizin adı Hatice olsaydı.”

Bu görüntü Hz. Muhammed Efendimizi çok etkilemiş olmalı ki, mescitte ashabına ve cemaate vaaz vermiştir. Yetimleri öksüzleri evlat edinmeye teşvik etmiş ve kendisi de örnek olmuştur…

Ben az önce yukarıda birkaç örnek verdiğim atasözlerimizi çoğaltabilirim. Daha birçok küfür içeren sözlerde söylenmiş. Şöyle bir düşündüm, “bizler bu sözleri duyarak büyüdük, daha değişik ve sağlıklı nasıl davranıp düşünebiliriz?” diye…

Şimdilerde zeka ve akıl ile ilgili bilim adamlarımızın akıl almaz tezleri var. Bilgiler genlerle aktarılıyor, daha sonraki nesle. Ee, ne olacak bizim psikolojimiz?

Ortaya çıkacak bir şarlatan, “yok efendim bu doğru şu yanlış…” gibilerinden akıl ve ahkam kesmeye. Bunca zamandır öğrendiklerimiz yanlış mıydı? Sahi ben bu araştırmaya hangi soruyla başlamıştım? Ah, anımsadım!

“ Elinin körü!..”

Geçenlerde bir yazımda belirtmiştim. Yoğun bir 24 saat sonrası oğlum benden, “anneee, bana üçü bir arada yapar mısın? Bende yanlış bir deyim kullanmıştım. “ Elinin körünü iç!”

Balıkesir Edremit ilçesine bağlı bir köyde bulunmuş, ”elinin körü”. Evet yanlış duymadınız. Elinin körü bir lamba. Yani yağ ile yanan bir kandil. Eskiden elektrik olmadığında, akşamları göz gözü görmediği zaman, “elinin körünü alda çık dışarı!” der ve Aladdin’in lambasına benzer küçük gümüş veya bakırdan bir kandil ile aydınlık sağlanırmış…

Bundan sonra, “bir insan neyse yetmişinde de odur!” gibilerinden atasözlerine kanmak yok öyle. Değişimin ve öğrenmenin yaşı yoktur. Yaşayış ve düşünce yapımız gün geçtikçe evrim geçirmekte. Ama atalarımıza saygımızda kusur etmeden değil mi?

“ Sukut ikrardan gelir!”
“ Söz gümüşse sukut altındır!”

Hoppalaaa! Gördünüz mü, ben bile şimdi çelişkiye düştüm!..

Yüzünüzden sevgi dolu gülüşler eksik olmasın, kalın sağlıkla!..




Emine Pişiren
Edremit/ Akçay/2008