Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

26 Mart 2019 Salı

SULTAN BABANIN ASASI (1)





                                                       

                             BİRİNCİ BÖLÜM

Ömer, Faruk, Serap, Toprak, Mine, İnci, Pınar aynı ilçede yaşayan çocukluk arkadaşlarıdır. Her pazar yaşadıkları ilçede bulunan spor salonunda buluşurlar. Böylece hem sohbet ederler, hem de spor yapmış olurlar.
Faruk spor salonuna gitmek üzere evden çıkar. Faruk yolda giderken sürekli Pınar'ı düşünmektedir. İçinde ona yoğun hisler beslemektedir. Ama bu duygularını bir türlü genç kıza açamamasının nedeniyse, çocukluktan beri arkadaş olmalarıdır. Arkadaşlıklarının bitmesini istemiyordur. Üniversiteden arkadaşı Ömer ile buluşup konuyu ona açar.
Ömer ve Faruk kafa kafaya verip bir plan yaparlar. 
Ömer arkadaşına yaşadıkları ilçede bir medyumun varlığından bahseder. Ona gidip Pınar'ın duygularını öğreneceklerdir. Ömer ve Faruk medyumun adını duymuşlardır, ama tam adresini kız arkadaşı bilmektedir. Ona telefon açıp öğrenmek isteyince kız arkadaşı onları götürebileceğini söyler. Birlikte gitmek için gün kararlaştırırlar. Ve detayları görüşmek üzere gençler spor salonunda buluşurlar.

Yaşı 70'lere dayanmış medyum kadın, o sabah başı ağrıyarak kalkar. Neden böyledir bir türlü anlayamaz. Boynundaki yemeniyi çözüp başını alnını sıkacak gibi iki kez dolayıp sarar. Ocağı yakar, çaydanlığı üzerine koyar. Sonra da dolaptan peynir ve yumurta alıp tavada pişirir. 
Kahvaltısını bitirdikten sonra ağrı kesici yutar. Masa üzerindeki sigara tabakasına uzanır. İçinden, kendi sarmış olduğu sigaralardan bir tane alıp yakar. 
Tam bu esnada kapı çalınır. 
"Yine kim geldi acaba?" der yüksek sesle ve sokak kapısını açar.
Karşısında Faruk, Ömer ve Mine durmaktadır.
Hoşgeldiniz çocuklar, der ve gençleri içeri buyur eder.
Gençler koyu renklerle boyalı eve girdiklerinde ürperirler. Medyum kadının kırış kırış yüzü ve siyah delici bakışları onları ürkütmüştür.
Sigarasından bir nefes alıp onlara doğru üfler; Faruk'a bakışlarını çevirip konuşur:
"Sen boşuna sevdaya kapılmışsın. O aslında sana en yakın olana yüreğini kaptırmış!" der demez Faruk ve diğer gençler korkuyla ürperirler!
Mine sessizliği bozar.
"Ne olur,  arkadaşa baktıktan sonra bize de bakar mısınız?" diye ısrarla sorar.
Medyum kadın geriye doğru sıçrar:
"Hayır...Hayır! bunu sakın yapmayın! "
Dedikten sonra salonun köşesindeki siyah perdeyi yana doğru çeker. Karşılarına ayrı bir bölme açılır. Masa ve masanın üzerinde bir gümüş renkli kazan ve tepede lamba vardır. Köşedeki duvarda hayvan kemikleri, tüyler, siyah garip şekiller asılıdır. Gençler iyice çekincelidir, medyum kadını bakışlarıyla izlerler. Medyum birden arkasını döner.
"Yalnız bu size çok pahalıya patlar. Bana da tabi. Sabahki baş ağrımın nedeni şimdi anlaşıldı!" der.
Gençler iyice meraklanır. Ömer önce söz alır:
"Para sorun değil. Siz yeter ki, bizim geleceğimizi söyleyin. Razıyız bedel ödemeye..." der demez kadının korkunç kahkahası onların heyecanlı yüreklerinde korkunç akisler yapar.
"Ha ha ha ha...Bedel mi, ödeyeceksiniz?"
Faruk söz alır:
"Evet, para sorun değil..."
Medyum kadın ikinci kahkahayı atar.
"İşte duymak istemediğim bir yanıt. Ucunda ölüm dahi olacak kadar mı seviyorsun o kızı?
Faruk büyülenmiş gibidir:
"Evet ölmeye bile razıyım. Onu çok seviyorum." der.
Medyum kadın o anda , 
"Peki o zaman, şimdi sizden iki şey istiyorum. Bakalım onları bana getirebilecek misiniz?"
Faruk ve Mine aynı anda öne doğru atılırlar:
"Nedir onlar?"
Medyum kadın:
"Kara yılan ve sarı yılan derisini, bir de sevdiğin kızın ve sizlerin kanları lazım bana. Bir kaç damla olacak ama...Ve donmamış olmalı kanlarınız."
Gençler suskun kalırlar. 
"Bu çok zor. Bizden istediğiniz oldukça zor bir istek." der Mine.
Faruk, kısa bir süre düşünür. Medyum gençlere gizemli gizemli bakar.
"Ben çay içiyorum, sizler de ister misiniz?" diye sorar.
Gençler hep bir ağızdan, "Hayır, Hayır, sağ olun. Biz bir aramızda konuşup size gelelim," derler
Ve ürkütücü evden dışarı çıkarlar.
Hepsi nefes nefesedir.
Faruk,
"Bu nasıl bir kadın yahu?"
Ardından:
"Hem kara yılan ve sarı yılan derisini bulduk, diyelim...Pınar'ın kanını nasıl alacağız yahu?"
Mine telaşla atılır:
"Kadına bak ya...Bir de sıcak donmamış olacak diyor..."
Ömer:
"Oha çüş yani!"
...




                  ***

Yazan Ve Düzenleyen: Emine PİŞİREN


Dip Not: 


Yukarıda yazılı eserin tüm telif hakları Emine Pişiren, adlı yazara aittir. 

5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Hükümlerine göre satın alınan basılı standardların bir bölümü veya tamamı iltibas edilemez, çoğaltılamaz ve basılamaz. 
Bu nedenle telif haklarının ihlalinin tespiti ve gelen ihbarlar üzerinden Hukuk Müşavirliği kanalı ile işlem başlatılarak ve takibi yapılır.


















13 Mart 2019 Çarşamba

EYVAH! (Son)



"İki öğünü bir etmişin, bir öğünü sır etmişin."
Yaz aylarının sabahları pek mahmur kalkardık. Daha afyonumuz patlamadan, taze ekmek kokusu için 500 metre mesafedeki ekmek fırınına gitmek, genelde hep bana düşerdi. Neden bana düştüğüne gelince; bunu sevimli minik köpeğimiz Pamuk daha iyi anlatır sizlere.
Pamuk, sabahın köründe çişi geldi mi, aynı saatlerde baş ucuma gelip, inlerdi. Duymazdan geldiğimde de yapacağını yapardı. Yerden öyle bir sıçrayıp üzerime çökerdi ki, ne olduğumu anlamazdım!

Haydi, istersen kalkma şimdi. İkilerdi zıplayışlarını...

İşte o gün, yine erkenden kalkıp, biraz sahil turu attıktan sonra ekmek fırınına gitmiştim. Tabi dönüşte alt kattaki komşumuz, bizi görünce biraz hoşbeş sohbet etmiştik. Saat de öğlen olmuştu. Elimdeki ekmekleri görünce, kahvaltı etmediğimi söylemiştim komşuma. O da yukarıdaki sözü söylemişti, gülerek.
"İki öğünü bir etmişin, bir öğünü sır etmişin."
Eşim akşam üzeri eve geldiğinde 'öğlen yemeğini' kaynatmıştık biz de. Yani, sizin anlayacağınız bir öğünümüz sır olmuştu, Akçaylı komşumun dediği gibi...

O günü anımsıyorum da...
Hafta sonları evden çıkmak mümkün değildi. Ev işlerim hafifleyince, sıra yemeği pişirmeye gelmişti. Patates soğan sepetine uzandım, içi boştu!

Eyvah evde soğan da yokmuş!

"Hay Allah, yemek soğansız olur mu?" yüksek sesle düşünmüştüm.

Hırkamı üzerime alıp, kapı komşuma gidip, ödünç bir soğan isteyecektim. Tam kapıdan çıkacaktım ki; Annemin sözleri düştü belleğimden. Vazgeçtim komşuya gitmekten. Ve soğansız pişirmiştim o gün kuru fasulyeyi.
Akşam sofrayı kurdum. Sıra sıcak yemek servisine gelmişti. Tarhana çorbasını sıcak çay içer, gibi 2 dakikada içen eşimin boşalan tabağına kuru fasulyeyi servis ettim.
Tabağından iki kaşık alan eşim,
"Bu ne ya bulamaç gibi, tat yok, lezzet yok!" demez mi?
Bende kem küm edip,
"Soğansız pişirdim, ondan öyle canım..." demiştim.
Bu kez eşim demez mi! 
"Soğan yoksa, neden pişirdin ki? Yazık etmişin kuru fasulyeye!"

Sanki bana yazık değildi. Bütün gün evde işlenmekten canım çıkmıştı!
O akşam eşimin bu sözlerine çok alınmıştım. Hani derler ya,

"Evliliğin ilk üç senesi canım cicim, balayı aylarıdır!"

 Eşimin bana hoşgörülü, anlayışlı davranmasını beklerken, üstüne üstlük de soğansız yemek yaptığım için suçlamıştı beni!

O akşam yorgunluk mu, kırılganlıktan mıdır ne, boğazımdan hiç lokma geçmemişti.
Henüz birbirimizi tam tanımadan çokk önemli, ciddi bir ortaklığa imza atmıştık.
Evlilik, gibi..!
Annemin sözlerinden biri daha aklıma gelmişti, sessizce yatak odamızda ağlarken...
"Bak kızım, bu evliliği sen istedin. Oysa ben senin çok zengin biriyle evlenmeni, yokluk çekmeni hiç istemem. Madem çulsuz biri ile evlendin, sonuçlarına da katlanacaksın. Sakın, ben çok mutsuzum, diyerek kapıma gelme...Yuvana sahip çık, sabır göster!"
Bana bu sözleri söylediği o yıllarda anneme öyle çok kızmış, öyle çok içerlemiştim ki!
Ah, ne çok kırgınım sana anne ne çok!

"Keşke, Kapım sana her daim açık, omzum sana her an hazır, kimseye gidip maymun olma, gel ana evine kızım! Deseydin ya anne?"
Ben böylesi kendime acırken, eşim gelip başımı okşamış, alnımdan öpüp özür dilmişti:
"Affet, sana biraz kaba davrandım, canım. Keşke giderken deseydin bana, gelirken soğan alırdım."
"Demedim işte. Sepette soğan var sanıyordum."
Barışmalarımız güzel olurdu. Acının üzerine yenilen tatlı gibiydi barışmalarımız.
Hayat bu işte!

Eyvah, dediğimiz anlarımız hep sürpriz olarak kapımızı çalıp duracaktır. Bizde onu sabır ve sükunetle karşılamaya hazır olmalıyız.
Ve her eşimin bana gelişinde anneme dualar ederdim, bir önceki ona olan kırgınlıklarımı unutup:
"İyi ki, kapım sana açık, gel her kavga sonrası kızım!" demedin anne!
Aksi halde ben sabır denen duyguyla hiçbir zaman başa çıkamazdım ki...

Emine Pişiren/ Kocaeli/ Mart. 2019

EYVAH! (1)


Annemin, evlenmeden önce " Off be anne!" Diye burun kıvırmış olduğum:
" Kızım bak bu sözümü kulağına iyi küpe yap. Kocanın durumu bozulabilir. Maddi durumunuz iyi olmayabilir. Hayat bu!.. Kilerinde soğanın da olmayabilir. Sakın komşundan borç soğan isteme!"
Annemin bu nasihatine kulak asmamış, neden/niçin söylediğini pek anlam verememiştim. Tabi o yıllarda damarlarımızda kan hızlı akmaktaydı. Büyüklerimizin çoğu sözlerini duymazdan gelirdik.
Evlendim. Yaşım 23...
Nasıl bir borç ödüyoruz anlatamam sözcüklerle...
Mobilyacılara, ev sahibine, vs...
Bir de üstelik kucağımızda bir bebe...
Üstelik de çalıştığımız işyerine 3 araçla gidip geliyorduk evimize...
Eşimin maaşı borçlara, benimkisi boğaza gidiyordu...
Değil üste başa takım elbise almayı, ayakkabılarımızın ne kabarasını çaktırmaya, ne de tabanına, pençe artırmaya paramız kalmıyordu cüzdanımızda.
Kısacası, o yıllarımız zorluydu! Hani derler ta, "meteliğe kurşun atıyoruz." İşte sıkıntılı yıllarımızdan biriydi...
Bir hafta sonunda eşim yürüyüşe çıkmıştı. Bende ev temizliği, mutfak, vs, evde iş görmekteydim. Akşamdan kuru fasulye ıslatmıştım. Eh biraz da kavanozda dibe vurmuş pirinç de vardı...Eşim de çok severdi kuru fasulye yemeğini... Ohh, değmesin kimse bizim keyfimize!
Yeni doğmuş, dediğim kızım da henüz 6 aylıktı. Eh, onun da 2 şişe taze sütü vardı. Pirinç unu ve şeftali püresi yaptım mı, onun da karnı doyacaktı.
Ben o gün haldır haldır iş yapıyordum, hem de düşüncelerdeydim.
'Nasıl olsa pazartesi maaşlarımızı alacaktık, şükür bu ayı da sorunsuz atlattık!'
Tek endişem Taksim'deki iş yerimize gidecek yol paramızın olmadığı idi...
Yürüyüşteki eşimin cebinde ne var, ne kadarını harcadı ? Tam tahmin edemiyordum.
Her şey tıkırındaydı. Biz azla yetinmeyi, var olanla mutlu olmayı bilen bir kuşağın çocuklarıydık. Mayamızda sabır ve hoşgörü vardı.
Eşim eve geldiğinde her şey yerli yerindeydi. Tek şey hariç..!
Kuru fasulyeyi soğansız pişirmiştim!

Devam Edecek
Emine Pişiren/ Kocaeli

11 Mart 2019 Pazartesi

VE GİTTİ KADIN...




"Bir kadın ne ister? Bunu 30 yıldır bir türlü anlamış değilim," diyen Freud, biraz eşini gülümsetseydi, onun gözlerinde oluşan manayla zaten sorusuna yanıt alırdı. 30 yıldır aynı soruyu kendisine sormazdı.
 Psikanalizin babası, demek ki eşine hiç espri, şaka yapmamış. Yapmış olsaydı, bir kadının gözlerindeki sevginin rengini de görebilirdi. Çünkü, neşe kana karışan en etkili ilaçtır.

Kısa bir fıkrayla konumuzu renklendireyim size:

...Adam eve hanımının yanına geldi, onu çok üzgün gördü. Yanında oturdu, şefkat ve sevgi dolu bir ses tonuyla başını okşayarak:

-“Biliyor musun, sen dünyanın en güzel ikinci kadınısın” dedi tebessümle.

Kadın başını kaldırdı, hayret ve şaşkınlık içerisinde:

-“Peki birinci kim ki?” diye sordu.
Adam, gayet emin bir tonla cevap verdi:

-“Mutlu ve tebessüm ettiğin zaman sen.”

Bunun üzerine kadının tüm üzüntüsü gitti, yerine neşe geldi, yüzüne can geldi. Yuvaya tekrar saadet hakim oldu.
×××
Peki, siz hiç düşündünüz mü, kadınlar neden zeki ve esprili erkeklerden çok hoşlanırlar?

Espri, birlikte olduğun insana neşe bulaştırır.
Neşe, tüm negatif enerjiyi topraklama yapar ve kişiyi pozitif enerjiyle mutlu eder.
Mutluluk, kanımızın kimyasını anında değiştirir.
Endorfin ve seratonin adlı mutluluk hormonlarıdır. Bu hormonları vücud kendi üretir.
Bu iki hormon oksitosin hormonunu tetikler. Yani sevgi hormonunu. 
Çiftler, böylece havada aşk kokusu duyumsamaya başlarlar.

Biz hanımlar günlük telâşlarımız ve yoğunluklarımızla bedenen, ruhen tükeniriz.

Bir kadını en iyi anlayacak, ona ilgi gösterecek kişi, ya sevgilisi, ya da eşidir.

Biz kadınlar, gülen bir yüz gördüğümüzde, başımıza şefkatli bir elin değmesiyle hemen yelkenleri suya indiririz.
Belki de o zaman tüm yorgunluğumuz gidiyor üzerimizden ve mutlu oluyoruz...
Yeter ki anlaşılmak istenilsin kadın...

Kadın:

Güldü, "hafif" dediniz.
Konuştu, "bilmiş" dediniz.
Sustu, "cahil" sandınız.
Sabredip katlandı, "saf, aptal" bildiniz.
Sonunda,
Yoruldu, vazgeçti ve gitti kadın!
Kanımca siz onu, hiç anlamak istemediniz..!

Emine Pişiren / Kocaeli

5 Mart 2019 Salı

YÜREK ÖZLERİM


























BOYNUZ ( Son Bölüm)






"Kendimi bir nokta olarak gördüğümde, bir bakmışım ki, anlamlı bir cümlenin somundayım."
_Yunus Emre_

Muhittin Bey, bir ay sonra bilincini de yitirmişti. Evden ayrılmak istemeyen üç gelini, nedense birbirlerinin bir dedektif gibi takipçisiydiler. Kayınpederlerini hiç yalnız bırakmıyorlardı.
Akşamı işlerinden yaşlı adamın oğulları gelip, babalarının durumunu öğrendikten sonra fazla durmayıp evlerine gidiyorlardı.
Hiçbiri BOYNUZ hakkında konuşmuyordu. Ama hepsinin bilip de sakladıkları ortak sırlarıydı.
Günlerden bir gün üç gelin hanım, balıkçı Mehmet'tin sesini duydular.

"Muhittin amcaa...Muhittin Amca!"

Ortanca gelin pencereye koşturup açtı. Kayın babasına seslenen balıkçıya;

" Babam konuşamaz
 Hasta yatıyor. Birşey mi vardı?"Der.

.Diğer gelin hanımlar, "Acaba borcu mu vardı?" Diye yüksek sesle düşünüp, birbirlerine kuşkuyla bakınıp durdular. 

Balıkçı geçmiş olsun, dedikten sonra,
 " Yok birşey yenge.  Allah şifalar versin. Epeydir göremedim de kendisini. Merak ettim...Ondan seslendim. Bir de benden öküz boynuzu almıştı. Ne'yaptı onu? çok merak ettim de... "

Odadaki diğer gelinler, cama koşturup, elleriyle ağızlarını kapadılar. Küçük gelin balıkçıya şaşırmış bir şekilde sorar:

" Ayol ne boynuzu? Hem babamın boynuzla ne işi olabilir ki?"

" Ben bilmem, boynuzu  benden alan oydu..."

Balıkçı sorduğu soruya yanıt alamamıştı. Herzamanki gibi o tanıdık sesiyle bağıra bağıra balık kasalarını taşıdığı el arabasını iteleyerek oradan uzaklaşmıştı.

" Çok taze istavritlerim varr... Mezgitlerim varr. 1,5 kilosu 10 liraya..."

Gelinler, kanepeye oturmuş, az önceki balıkçının sorusunu düşünmekteydiler. Acaba balıkçı BOYNUZ hakkında daha neler biliyordu?
Bir kaç gün sonra mahallede bir rivayet aldı başını gitmişti.
"...Muhittin Bey, boynuzlardan okuyup üfleyip büyü mü yapmıştı? Ki, gelinleri onun yanından bir an bile ayrılmıyorlardı?"Diye...

Ve bir sabah bir uyandılar ki, Muhittin Bey sessiz sedasız dünyasını değiştirmişti! Yüzünde gülümseme ifadesi vardı. Gözleri de açık değildi...
Defin işleri, hoca, dualar sonunda o beklenen an gelip çatmıştı.
Gelinlerin ellerinde tespihlerle  yatağın dört bir tarafına dizilmişlerdi. Kalkmak bilmiyorlardı. İçlerinden dualar edip, diğer iki kişinin gitmesini öyle çok istiyordu ki, Muhittin beyi kimse sormuyordu.
En sonunda ağabeyleri Aladdin dayanamaz, konuya açıklık getirir:

" Biraderlerim, sayın yengelerim, Sizlerin neden hala evinize gitmek istemediğinizi az çok tahmin edebiliyorum!"

Hepsi bir ağızdan aynı sözcükleri konuşurlar:

" Yoksa size de mi babam... Yani boynuzdan seninde mi haberin var ağabi?"

"Vardı ya..."

"Tabi vardı..."

" Ah peder bey, ah! Bizi iyi piştiledin!.."

"Ne piştisi yahu! Bizi bayağı, bayağı kekledi yaşlı bunak!"

Aladdin, uyarır kardeşlerini:

" Hoop orada dur, bakalım sen! "

Ekler:

"Ölenin ardından böyle konuşulmaz. Günahtır. Hem toprağa gireli bir kaç saat oldu. Durun bir hele!"

Sözlerine kulak veren kardeşlerini ikna edici bir ses tonuyla konuşmaktadır.

" Gelelim saade de...Madem ölüm hak, miras helaldir. O halde biz de, şu yatağın altındaki boynuzun içindekileri bölüşeceğiz."

Üçü birden yatağı kaldırırlar. Yer döşemesi eski uzun tahtalardandı. İçlerinden biri oynayınca, onu kaldırırlar. Nihayet, aradıkları boynuzu görmüşlerdir!
 Şeffaf bir naylona sarılmıştır.
Aladdin eğilip alır. Önce sallar. Sanki içi boş gibidir. Boynuzu naylon poşetten çıkartıp içine bakarlar. İçinde dürülmüş bir zarf görürler. Zarfı yavaşça çekip alır Aladdin. Rulo haline gelmiş zarf kapalıdır. Sehpanın üzerinde elinin ayasıyla  düzleştirir zarfı.
Boynuzu ters çevirip birkaç kez  sallar, ama içi boştur!
Odadaki 6 kişinin yüzü kesekağıdı gibi buruşmuştur.
Konuşmadan öylece ayakta durmaktadırlar. Ne öfke, ne kırgınlık, ne de şaşkınlık vardır yüzlerinde...
Hayalleri, umutları bir anda tuzla buz olmuştur sanki!
Büyük gelin çabuk toparlar kendisini.

" Tamam durum anlaşılmıştır. Bize bir mektup yazmış babamız. Panik yapmayalım. Önce şöyle oturun bir siz...
"Zarfı açmadan önce size bir kahve pişireyim. Benim de aklım çok karıştı! Önce bir kendimize gelelim, hele..."

"İyi olur hanım..."
Eşi de onu onaylayınca, Güneş hanım mutfağa yöneldi. Küçük gelin saçını geriye doğru attı:

" Vay canına ya! Desenize iyi oyuna geldik!"

Ortanca gelin:

" Ne oyunu yahu! Biz resmen, aylarca tam bir dramla komediyi oynadık!"
...
Kahvelerini içerlerken Güneş Hanım zarfı itina ile açıp, mektubu okumaya başladı:

" Sevgili Oğullarım ve Gelinlerim,

Fazla söze lüzum yok. İşte gidiyorum bu fani alemden.
Üç oğul verdi, şükür Rabbimden.
Her birini adam ettim, eğerdim
Mali mülkü üstlerine verdim.
Adam olan oğullarım bir olup,
 Bir babaya bakmakta, imtina ettiler.
Nihayet ömrümün sonuna geldim.
 Yazılsın seng-i mezar kabrime
Hangi oğul babasına arkasını dönerse,
Aha, şu öküzün boynuzu girsin kıçınlarına!.."
...
Muhittin Beyin mekanı cennet olsun.

Emine Pişiren/ Kocaeli

BOYNUZ (4)



Az önce babasının açıkladığı sırrı karşısında büyük oğlu Aladdin'in gözlerindeki ışıltılar öyle belirgindi ki, heyecanı beden diline yansımıştı. Eli ayağı birbirine karışmıştı.

" Baba, dur sana su vereyim. Ağzın kurumuştur senin. "

Küçük odayı bir aşağı, bir yukarı açıklamaktaydı. Arada mutfağa gidip gelmekteydi.
Muhittin Bey oğlunun heyecanlı hallerini mutlu bakışlarla  izlemekteydi.

" Oğul dur hele. Gel otur yanıma. Ne güzel iki kelam ediveriyorduk şurada. Su içmeyecem, sen gel hele şöle yanıbaşıma. "

Genç adam, hala şoklardaydı. Babasının onlardan bunca yıl sakladığı hazineyi düşünmekteydi. Bir yandan da sol yanı pişmanlıkla buruşuyordu. Zavallı adamı çok ihmal etmişti. O an karısı geldi aklına. Yoğun duyumsamış olduğu pişmanlığı, hafiften kızgınlığa yerini bırakırken babasını yanıtladı:

" Geldim babam benim, geldim."

"Gel yanıma sen, bi  de bana hele. Ben torunlarımı pek bi merak edivereyom. Anlat bi deyiveri onları, bana...Nasıllar?Büyümüşlerdir, sıpalar  he mi?.."

" Anlatayım babam benim. Büyüdüler ya...Tee, böyle eşek kadar oldu o sıpalar...En büyüğü üniversiteye hazırlanıyor. Küçüğü bizi çok üzüp duruyor. Dersle hiç arası yok. Bilgisayar başından kalkmıyor sıpam. Aklı fikri hep oyunda...Senin de bildiğin gibi kızımız olmadı. Hayat bu, eh öyle böyle geçinip gidiyoruz, işte be baba..."

...
Aladdin babasının yanından ayrılır ayrılmaz, doğruca sokağın köşesine park ettiği aracına hızlı adımlarla yönelmişti. Aracına varır varmaz sevinçle, "oley be oley!"diye havayı yumrukladı.
Araçta eşiyle iki oğlu oturmakdaydı. Eşinin yüzündeki kırılgan ifadeyi görmezden gelmişti. Genç kadın burnundan soluyordu. Çatık kaşlarıyla ona çıkıştı:

" Nerede kaldın be adam! Tam bir saat bizi ağaç ettin burada!"

Arka koltuktaki çocukları başlarını ellerindeki cep telefonlarından kaldırıp, annelerini destekler gibi söylendiler:

" Evet, baba ya..."

Güneş hanım makineli tüfekteki mermiler gibi sözcüklerini fırlatıyordu kocasına:

 " Sen ne anlayışsız... ne düşüncesiz adamsın ya! Çocuklarla biz burada donduk.  Dondukk..!"

"Hem annemlere de geç kaldık. Kahvaltı hazırmış... Kaç kez, 'nerede kaldınız?' Diye aradılar...Hala bizi bekliyorlar...Masaya oturmamışlar. Çay kararmış bile... "

Yüksek tonla konuşmakta olan kadın, genç adamın aydınlık yüzünü farkedince sözcükleri dudaklarının arasına sıkıştırdı.
Kocası neden bukadar şendi?
Kısa bir an yutkunup sustu.

Onun suskunluğunu fırsat bilen adam, eşini ikna etmek adına sesine anlayışlı bir renk tonu yerleştirdi.

"Canım karıcığım...Dur biraz...Ah, bir bilseydin, benim geç kalma sebebimi, sen bile..."

Müjde verir gibi sözlerine burada ara vermişti. Aklına babasına verdiği söz, takılmıştı. Karısının üşümüş ellerine uzanıp, kendi avuçlarına alıp konuştu:

"Evet, aşkım...sen bile bana 'daha kalsaydın,' derdin!.. Az sabret, nedenini açıklayacağım sana..."
...
Ertesi gün Aladdin'in evinde hazırlıklar başlamıştı bile.
Güneş Hanım, babasına gitmek üzere ayakkabılarını giymekte olan daire kapısındaki eşini uyarıyordu:

" Bak aşkım, ben unutabilirim, sen unutturma bana, tamam mı? Gelirken babanın çarşaflarını da getirelim...Ne zamandır yıkanmamıştır, onları yıkayalım. Al bu çarşafları serelim ona..."

Karısına sıkıntılı bir bakış uzattı:

" Güneş yeter ama ha! Hem biraz abartmıyor musun sen?"

Genç kadın kocasını duymuyordu:

 " Hadi al al...Çarşaflar mis gibi kokuyorlar bak...Daha yenidir. Şu paketi de al. Baban kıymalı börek severdi..."

Kadın bir mutfağa, bir kapıya koşturup, eline geçirdiklerini, kocasının kucağına istifliyordu:

" Ah dur, dur! Şu termosa tarhana çorbası koydum. Şu karlı kış gününde adamcağız içsin de içi ısınsın."
...

Aynı gün Muhittin Beyin ortanca oğlu da - bayram nedeniyle - yasak savmak adına, ziyarete gelmişti.
Yaşlı baba büyük oğluna söylediği aynı sırrı söyler söylemez, ortanca oğlu Seyfettin'in yüzünde gülücükler açmıştı.
Babası onu uyarıyordu:

"Sakın ağabeyine ve kardeşine bişey demeyesin ha!.. Aramızda kalacak tamam mı oğlum? Bak en sevdiğim oğlumsun. Seni diğerlerinden daha fazla sevmişimdir. Annenle ben, yıllarca o boynuzun içine sakladığımızla; sana ve ailene ömür boyu yeter de artar bile... Tamam mı oğlum. Aramızda sır bu..."

"Sağ ol peder. Söz demem. Bende seni seviyorum. Bak, şimdiye kadar gelmemin nedeni iş, güç işte. Yeni aldığım evin kredi borçlarını ödemek için gece gündüz çalışıyordum. Sen beni bir görsen peder..."

Oğlu Seyfettin'in yanaklarını okşadı. Nasıl da hemencik, suçlu suçlu savunmaya geçmişti. Çocukluğunu anınsamıştı; okuldan, futbol sahalarına kaçamakları geldi gözlerinin önüne. Oğlu o zamanlarda aynı bakışlarla, babasına hep aynı sözcüklerle savunma atakları yapardı.

Yaşlı adam geçen yıllara hayıflandı.  Ne de çabuk geçmişti. Koca adam olmuştu oğlu Seyfettin. Kokladı... kokladı oğlunun sık sık omuzuna yasladığı başını.
Oh, ne güzelmiş evlat kokusu!

"Hadi şimdi bana müsade babacığım. Karım evde beni bekler. Yarın yine gelirim. Tamam mı babacığım?"

Muhittin Bey, ortanca oğlunun sıklıkla ona, " Peder" diye ünlediği sözcüğün " Baba" sözcüğü ile yer-değiştirmesine öyle mutlu olmuştu ki, kalbinden gözlerine yansımıştı, duyumsadığı sevinci...

" Anladım oğlum. Yarın gelirken, torunlarımı da getir,  biraz koklayayım onları da. Hadi uğurlar ola. Dediğim gibi, ne karına ne ağabeyine, ne kardeşine bi şey demek yok...Bozuşuruz ha..!"
Uyarmıştı ikinci gözağrısını.

"Tamam babam benim. Sen merak etme..."
Bir eli kapıdaysan diğer eliyle dudaklarını büzüp, fermuar çeker gibi dudaklarını
Söz bak. Kilit vurdum dudaklarıma...Hadi kal sağlıcakla."

O da doğru evine koşturmuştu.
Ağabeyinde olduğu gibi benzer hazırlık telâşları, onun evinde de başlamıştı.
Boynuzun içindeki altınları, sürekli düşünüp, hayal eden ortanca gelin hanım, pastalar, börekler pişirmeye başlamıştı.
...

Muhittin Bey, öğleden sonra ziyaretine gelen küçük oğluna da onu çok sevdiğini, boynuzun içindekileri, anlattı. Onu da kimseye söylememesi için uyarmıştı...

Aynı günün akşamında da küçük oğlu Hayrettin'in evinde " Ne götürsek, ne pişirsek?" hazırlıkları çoktan başlamıştı...
Kurban bayramı en güzel geçirdiği bayram olmuştur.
Yaşlı adamın evinin kapısında ayakkabı sayısının artmıştır. Duruma tanık olan komşuları da, lokum paketleriyle, kolanya alıp yaşlı adamın kapısını çalmışlardı.
...
Günler günleri, aylar ayları kovalamıştı. Muhittin Beyin üç oğlu, üç gelini, yedi torunu hemen hemen gün aşırı geliyorlardı.
Torunları okul dönüşü kısa da olsa uğrayıp, dedelerine o gün yaşadıklarını anlatıp, onu mutlu ediyorlardı.
Muhittin Beye artık kimse, "kokuyor," "evini pislik götürüyor," gibisinden laf etmedikleri gibi;
" Adamın yüzüne nurlar yağmış, ayol!.. Bunca zamandır, biz neden farkedemedik ki?"
"Evliya gibi adam. Hadi gidip de duasını alalım. Sevap kazanalım."
Diye kapısını çalan komşularının elleri, hiç boş olmuyordu.

Artık evi pürü pak,  dolabı dolu, sırtı pak, karnı toktu. Dolabı en yeni giysilerle donatılmıştı. Hatta üç oğlu eski sediri atmış, ünlü mağazalardan 2 adet kanepeyle, odanın ortasına gösterişli yün halı bile satın almışlardı. Artık Muhittin Beyin keyfine diyecek yoktu.
Bir mucize olmuştu. O mucizeyi ona fısıldayan hayali görüntüye sık sık öpücük gönderip, duruyordu.
Onun sık sık oğullarına gülümseyip,

" Teşekkür ederim Sultanım. "

Belirli bir noktaya bakarak bu sözcüklerini söylemesi, her ne kadar herkesi şaşırtıyorsa da onu hoş karşılıyorlardı. Artık her üç oğlu, her gelini, her gün geliyorlardı. Yaşlı babalarına yardım etmekte adeta yarış halindeydiler...

Ve beklenen gün bir yılı doldurmadan gelmişti. Muhittin Beyin beyin damarlarından biri küçük bir pıhtıyla tıkanmış, olduğunu söyledi doktorlar.
 Sağlıkçıların onlara hazırlıklı olmalarını, babalarının fazla ömrü kalmadığını söylemesi, hergün rekabet halinde olan gelinleri de umutlandırmıştı.

Pıhtıya bağlı olarak babalarının sol tarafına inme gelmişti. Yer yatağından kalkmak istemeyen yaşlı adama kimse ısrar etmiyordu. Gelinler sırayla, yaşlı adamın evinde yatılı kalıp, altını besleyip, tiksinmeden, yüksünmeden, ona bir güzel bakıyorlardı.

Mahalle halkının evliyalaştırdığı Muhittin Bey'in adı artık,
" Muhittin Baba" olmuştu. Evi, ondan son kez  dualar almak adına uzaktan yakından gelmiş insanlarla dolup taşıyordu.
Gelinlerin işi her geçen gün daha da fazlalaşıyordu.

Bu arada mahallede de bir söylenti başlamıştı. Herkeste aynı meraklı soru vardı:

"Muhittin Baba, neden hastaneye yatmıyordu?"

"Ve niçin hala yerde yatıyordu?"

Devam edecek

Emine Pişiren/ Kocaeli

Dip Not 1:
Bir okurum mesaj yazmış. Okur okumaz öyle duygulandım ki, anlatamam size. İşte o mesaj.

" Emine Hocam, lütfen hikayeyi hemen sonlamayın. Ben ve annem sizi okuyoruz. Annem şu an hastanede yatıyor. Göğüs kanserinden ameliyat oldu. Durumu şimdilik iyi.
Benim sizden annem için ricam olacak.
Ona hergün sizin hikayelerinizi okuyorum. Oyalanıyor yazdıklarınızla. Bana keşke çabuk bitirmese oğlum, dedi.
Rica etsek hikayenizi uzatsanız. Veya bize başka hikayeler yazar mısınız Emine Hocam?
Saygılar sunarım."

...

Dip Not 2:

Kıymetli takipçilerim,
Bu hikâyenin son bölümünü bugün yayıma verecektim. Lâkin;
 Yukarıdaki alıntılamış olduğum mesajı okuyan hangi kalem durur ki ?

Bir bölüm daha uzattım.
Az sabır...

Selam ve sevgiyle

E. P