Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

23 Mart 2020 Pazartesi

BENİ DUYUYOR MUSUN?



Bazen kendi limanıma yelkenleri indirip özlemleri durgun sulara sağarken; duygu limanıma konuklarım gelir.
Beni yalnız bırakmazlar.
Baş konuklarımdan Nazım Hikmet'in önemli bir tespitini eminim benim gibi sizler de onaylarsınız:

"Her gelen sevmez ve hiçbir seven gitmez, unutma.
Bil ki; giden dönüyorsa sevdiğinden değil, kaybettiğindendir aslında!"

Ve Nazım'a eşlik edercesine ikinci konuğum Bukowski araya giriyor:
" Hayat bu bu ya!
Kalplerimizi yoranlar, yordukları kalbin hiç farkına varmadılar."
Ara vermeden sözlerine devam ediyor:

" İnsanların seni en çok sevdiği zaman; onların işine en çok yaradığın zamandır."

" Neden ama? Neden işleri bitince vefayı bir hiç sayıyorlar?" Diye iç sesimi duymuş gibi hafiften yüreğime hüzün estiriyor gerçeği yansıtan sözleri:

"Ve öyle bir gün gelecek ki, tanıdığın her insan yüzünden, biraz daha yalnızlaştığını göreceksin!"

Içimdeki asi çırpınışları bir solukta yutuyorum:

" Kafana göre dönüyorsun ey dünya! Artık ne sen umurumdasın, ne de sana uyarak yandan çark_edenler.!."

Her ikisi o anda sessizce geldikleri gemilerle enginlere açılırken, bir eski dost telefon açıyor:

" Eski dostun yenisi olmazmış. Bak ben geldim. Sıra sende. Senin dünyanın geri kalanına ihtiyacın yok ki..."

Güç veriyor hüzünlü sesiyle.
Diğer bir dostun sesiyle irkiliyorum.
Hayret uzun zamandır sesi soluğu kesilmişti. Bu sürpriz oldu şimdi!
Diyor ki buruk bir sesle;

" Sende bilirsin ki, eskiler şöyle derler: Kimin yarasına kabuk olursan ol, onu iyileştirdiğin an düşersin."

Ve önerisi içimi ferahlatıyor:

" Ben ne zaman  mutlu olmayı başardım biliyor musun?"

" Ne zaman?"diye fısıldıyorum.
" Herkesi mutlu etmekten vazgeçtiğim gün..."

İster istemez düşünüyorum sözlerini. Ben empatik kişilik yapımdan nasıl vazgeçebilirdim ki?
İç sesime merhem oluyor teselli eden sözleri:

"Senin ihtiyacın olan tek şeyin ne olduğunu biliyor musun canım?"

Susuyorum.

" O çok değer verdiğin insanların değişmemesi."
Doğru diyor.

O dost da veda edip gitmişti. Duygu limanımda suya tek tek taşları atıyordum. Taş dibe batınca suyun üzerinde genişleyen dairelerle oyalanıyor gözlerim.
Ne söylesem ki yaşama kifayet bulsun.
Zira kimi sözleri duymazdan gelen yaşamın kulağı olsaydı, vicdanı da olmaz mıydı?
Gülüyorum o an da. Zira kıyıya
Neyzen yaklaşıyor: Gönül kıyılarıma çarpıyor sözleri:

" Taktığın şeylere bak yahu! Bazı insanları sebepsiz seversin. Bazılarında bin sebep ararsın yine de sevemezsin. Hadi çek bir fırt!"

Uzattığı şişeden bir yudum alıyorum: Birkaç dakika her ikimiz de öylece körfeze dalgın dalgın bakıyoruz. Tek ortak paydamız bizi demlendiren zamandı.  Sanki, o da yaralıydı.
Neyini bir müddet çalıyor. Ak bir güvercin omzuna konuyor.
 Huzur yayılıyor tüm hücrelerime. Belli ki, o da kendini arıyor şu darma dağınık hayatta.
Ney susuyor.
Neyzen konuşuyor:

" Hayat üç buçukla dört arasındadır. Ya üç buçuk atarsın, ya da dört dörtlük hayatını yaşarsın."

Yanımdan ayrılırken basıyorum son sözlerine kahkahayı:

"Duydum ki, sözlerimi kaldıramayan Kızıl Sultan beni arıyormuş. 46 no'lu odam hazırlanmıştır. Biraz gözden ırak olma vakti. Hadi bana eyvallah!"

Körfezden arınmış olarak ayrılırken onun uzaklaşan sesi kulaklarımda hoş bir aksi seda oluyor:

" Hayat, her zaman sana ikinci şansı verir: Adına yarın denir. Yaz bu sözü aklının kıyısına!"

Gözlerimi açıyorum. Nasıl bir boyuta gidip gelmişim, o an bilmiyorum, bilemiyorum.
Lakin yeni bir kuşluk vaktinde hayata uyandığım kesin...

Emine Pişiren/ Kocaeli

HEYY, HELLO SANTANA!



Bugüne özel yaşanmış gerçek bir öyküyle Dünya Öykü Günümüzü kutlamak istiyorum.
Yıl 1989...
Yer İstanbul...
Dünyaca ünlü Meksikalı Gitarist Carlos Santana bildiğiniz gibi en iyi 100 gitarist içinde 15.sırada yerini alıyor. Hatta, 10 Grammy, 3 Latin Grammy ödüllü, söz yazarı bir dünya Jazz, Rock sahne sanatçısıdır.
Ben o sıralar Istanbul'daydım. Açıkhava Konserlerini hiç kaçırmazdım. Eşimin müdür oluşu bizim için bir avantajdı. Gelen davetiyeleri dostlarımla da paylaşırdım.
Yoksa neredee, o konserlere maaşım yetmezdi.
Nihayetinde beklenen sanatçı Carlos Santana konser için Türkiye'ye gelmişti.

Sanatçı ilk gün serbest. Özel rehberiyle İstanbul'u dolaşıyor. İşin ilginç yanıysa; onu halktan hiçkimsenin tanımamış olmasıydı.
Tabi bu duruma o da hiç şaşırmıyor. Zira Latin Rock sanatçısı. Öyle bir egoya sahip değil tabi...
İstanbul'un Sultanahmet, Ayasofya, Müzeler, vs  turistik ve tarihi yerlerini gezdikten sonra bir çay bahçesi gözüne ilişiyor.
Dinlenmek, Türk kahvesi içmek için o çay bahçesine rehberiyle oturuyor.
İmza, resim, isteme gibi halktan herhangi bir taciz de yaşamıyorlar. Rehberiyle rahat rahat köpüklü kahvelerini, bir güzel yudumluyorlar.
İşte ne yaşanıyorsa o sırada yaşanıyor!
Çay bahçesinin önünden geçmekte olan boyacı bir grup Roman çocuğu yüksek sesle;

" Heyy! Hello Santana! Wellcome İstanbul. I love you..." diyerek ona coşkuyla selam verip el sallıyorlar.

Çay bahçesinde çalışanlar o Roman çocuklarını kovalarken arbede yaşanıyor.
Carlos Santana onlara engel oluyor ve çocukların yanına gelmesini istiyor. Merakla soruyor:

" Beni nasıl tanıdınız çocuklar?"

Boya yaparken müşteriler gazete okuyormuş. Gazetede Santana'nın fotoğrafını görmüşler. Manşet haberlerde ünlü gitaristin İstanbul'a geleceğini ve bir konser vereceğini okumuşlar.
Tabi onu hemen tanımışlar.
Sanatçı çocukların ilgisi karşısında çok memnun oluyor.
 Çocuklara para vermek istiyor.

 Almıyorlar. Bu kez onlara gazoz ve soğuk içecekler ikram edip konserine davet etmek istiyor.
Kabul ediyorlar.
Roman çocukları sevinçten havalara uçuyorlar. Konser davetiyelerini veriyor. Yanlarında misafirlerini de getirmelerini rica ediyor.
Çocuklar ertesi gün hınca hınç dolmuş açıkhava tiyatrosuna geliyorlar. Tabi ünlü Jazz Sanatçısını duyan, koşmuş gelmiş.
Çocuklar da saçları özenle taranmış, temiz giyinip, yanlarında konuklarıyla kalabalık gelmişler.  Kapıdaki görevliler çocukların uzattığı davetiyelere el koyuyorlar. Çünkü o davetiyeler vip konuklar için hazırlanmış.
Güvenlik görevlileri,

" Ulan bunları nereden çaldınız?"

 Diyerek çocukların davetiyelerine elkoyuyorlar. Çünkü vip davetiyelerini çaldıklarını sanıp onları kapıdan kovmaya çalışıyorlar.
Ama çocuklar, pes edecek gibi değiller. Bu kez hepsi Vip geçiş yerine koşuyorlar. Bu kez de orada arbede çıkıyor.
 Konser başlamıyor. Konuya vakıf olan Santana'nın rehberi duruma tanık oluyor. Hemen görevlilere engel olup çocukları içeri alıyor.
Tabi çocukların oturacağı vip bölüme vali eşi, belediye bşk eşleri ve diğer protokol tarafından oturtulmuşlar.

"Olur mu öyle şey! Biz protokolüz," diye inatla yerlerinden kalkmıyorlar.
Konu Santana'ya iletiliyor. Ünlü sanatçı öfkeleniyor. Diyor ki;

" Eğer o çocuklar benim verdiğim davetiyelere ait yerlere oturtmazsanız, sahneye çıkar bunu halka açıklar ve konseri yapmam."

Rehber ve organizasyon götevlileri şaşkındır.
" Ama efendim, konseri iptal edemezsiniz. Sonra çok yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalırsınız."
Santana sesini yükseltiyor:

 "...Git  o çocukların yerlerine oturanlara söyleyin. Benim misafirlerime kimse saygısızlık yapamaz. Tazminat falan umrumda değil. Öderim olur biter."
Sözlerini şöyle sürdürüyor:
" Eğer sahneye çıktığımda o çocukları ön koltuklarda göremezsem, tek bir nota dahi çalmam, ona göre..."

Tabi bundan sonra kıyamet kopuyor Açıkhava Tiyatrosunun ön koltuklarında.
Tüm protokoldeki elti, bacı, bacanak, yenge, hala ve teyzeler tek tek kaldırılıyor.
Santana sahne aldığı zaman bakışları ön koltukları tarıyor. Dünkü çocukları  görünce yüzü ışıyor. Bir eliyle gitarını tutarken. diğer elinin başparmağını kaldırıp " ok" işareti yapıyor.
Roman çocukları ıslıklarıyla ona karşılık verip alkışlıyorlar.
...
O akşam ki sanatçının bu davranışı takdir edilecek bir onur savaşıydı adeta.
Bu hadiseyi duyunca onu çok takdir etmiştik.

Bir sanatçıyı başarının zirvesine halk taşır.
 Her ne kadar güzel sesi olursa olsun, her ne kadar çaldığı enstrumanı mükemmel çalarsa çalsın, eğer o sanatçı gerçek yaşamda da halkın içinde yer almalı ve o alkışları hak etmelidir.
Aklıma gelmişken yazımın finaline şık bir anekdot iliştireyim.
Ünlü bir Orkestra şefi konser sonrası, halkın yoğun ilgisi ile karşılaşıyor. Herkesin elinde imza için sanatçının bir resimi bulunmakta. Sıra 10 yaşlarında bir çocuğa geliyor.
" Sen yaz ben imzalarım çocuk," diyor.
"Hayır efendim siz yazıp siz imzalayacaksınız!" Diye ısrar edince sanatçı;
" Ama ben yorgunum çocuk. Hadi uğraştırma da yaz."
Çocuk;
" Ben sizden daha çok yorgunum efendim. Lütfen ..." der demez, sanatçı hayretle soruyor:
" Konseri veren benim. Saatlerce ayakta kalan benim. Sen nasıl yorgun olabilirsin ki, çocuk?"
Küçük çocuk ısrarla şu sözleri söylüyor:

" Sizi ayakta alkışlamaktan ellerim yoruldu efendim.!."

Tabi bu konuşma sonrası çocuğun zekası hoşuna gidiyor. Çocuğun uzatmış olduğu resme yazıp imzalıyor.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Kürt İdris ve Zeki Hoca (son)



Nedense, ne zaman bir anımı kaleme alsam, kalemim alıyor başını koşturuyor efeler gibi.
Acep beni bu ruh hallerine düşüren sebep Sabahattin Ali'in yaşadığı toprakların sihirli etkisi olmasın!
Ya da uzun yıllar yaşadığım topraklardaki o efe ruhunun..!

Edremit'in şehir merkezine  girdiğimizde üst geçitin hemen altında şu yazıyı okumamız mümkündür.

" EFELER DİYARI EDREMİT'TE HOŞ GELDİNİZ"

Ne hoşuma gider o yazıya her değdiğinde bakışlarım. Göğsüm kabarır.
Düşmana geçit vermemiştir efelerimiz.
Ha, bu arada efe ile zeybeği ve hatta eşkıyayı ayırt etmek gerekir.
Batı Anadolu’da Osmanlı’nın, toprak ağalarının baskısına, haksızlıklara isyan edip dağlara çıkan savaşçılara “zeybek” denir. Zeybekler arasında kahramanlığıyla yönetimi ele alan kişiye “efe” denir.

Efelik de kişinin yaşına bakılmaz. Cinsiyetine bakılmaz. Önemli olan onun onun mertliği, adaleti, insanlığı, gücüdür. Anımsayın! Kara Fatmaları, Ayşe Bacıları, Nene Hatunları...

Efelik ilk kez 16. Yüzyıl Celali İsyanları’nda açığa çıkmıştır.
Efeler sürekli “Kahpe Osmanlı” der, devlete güvenmezlerdi.
Nedeniyse: O zamanın 7 cihana hükmetmiş hünkarları her seferinde onları “müzakere edeceğiz” diye kandırarak defalarca tuzağa düşürüp öldürmüştür.
Efelerin hükümete güvensizlikleri neticesinde adalete güvenmeyen zeybekler dağlara çıkıp halka zulüm eden yerel vali, paşa her kim baştaysa isyan etmiştir. Onları zaman gelmiş soymuş, gasbetmiş, halka zarar vermemiştir. Onlar halka adalet dağıtıcı olmuşlardır.
Eşkiyanın da, İstanbul Hükümetinin de, Beyoğlu Palabıyıklıkarının da korkulu rüyası olmuşlardır.

1829’da Kel Mehmet’in başlattığı Aydın Ayaklanması bir halk devrimidir.
Kel Mehmet halkın belini bükmüş tüm vergilerini kaldırmış, adeta Ege’de bir kurtarıcı ilan edilmişti.
Efeler vatan söz konusu oldu mu, kötü yönetimin yanında olmayı bilmişlerdir.
Bu konuya örnek vermek gerekirse 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’da Ruslara, Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlar’a karşı büyük bir mücadele yürütmüşlerdir.

 Atatürk,  1920’de “Kardeşim” diye hitap ettiği Demirci Mehmet Efe’ye şu telgrafı yazmıştır:

 “Kahraman efelerinizi size gönderiyorum. Aydın’ın bu doğru özlü ve fedakar evlatları, Bolu ve Düzce havalisinde memleketimizi gavurların esaretine düşürmeye çalışan hainleri pek kahramanca ve fedakarca bastırdılar. Vatanımıza büyük hizmetler ifa ettiler. Allah iki cihanda aziz etsin…”

Efe ruhu, kişinin bünyesinde asil bir ruhu barındırır.
Elmayı tam ortasından vurmak, liraya üç delik açmak, düşmana, haine bir zıplayışta şah damarından vurmak, Yunanlının korkulu kabusu olmak, vs bir çok öyküsünü büyüklerimizden dinlemişizdir.

Hangimiz unuttuk? Yörük Ali’nin, mitralyözlü Yunan keskin nişancısını tek kurşunla alnının tam ortasından avladığı hikayesini...

Efe kültürü çok derin mevzudur. Girdik mi içine çıkamayız. Atatürk’ün çok sevdiği zeybek oyununu anımsayalım: Bu halk oyunu dağdaki kartalın yaptığı pikeden esinlenir. Yeleğin omuzundan sarkan uzantı, kanadıdır. Atatürk’ün, ölmeden dört ay önce  Hatay'ın Kurtuluşu ve topraklarımıza katılış töreninde tutkulu bir zeybek oynadığını Sarı Zeybek Hikayesinden okumuşsunuzdur.
Yazının başında da belirttiğim gibi efe ile eşkiyayı karıştırmamak gerekir.

Günümüze dönersek; Mafya ile Efeyi bende özdeş kılan bir yanını yakaladığım o günün tesiri hala üzerimdedir.

Kürt İdris...
Hani, yüreklerde korku salmış şehir eşkiyası olan mafya lideri...
Öldükten sonra "naaşını yıkamak caiz değildir," diyen imamların korkaklığını yazmıştım.

 Hani, naaşını yıkamaya cesaret eden tek bir hoca vardı ya..?
Hani, Kürt İdris'in cenaze töreninde konuşma yapan Zeki Hoca...
O hocanın vasiyeti açtığı o güne sizleri yolcu edeceğim.
Zeki Hocanın bizzat ağzından dinlediğim anı şöyleydi:

"...Cenaze namazına o gün camide öğle namazı kılmış, kalabalık bir cemaat katılmıştı.
Basından birkaç haber muhabiri de vardı.
Ailesi en önde saf tutmuştu.
Namaz öncesi Kürt İdris'in benimle ilgili olan vasiyetini açıp okudum.

"...Tam 30 yıldır, her ay, tam 30 seçilmiş fakir, yoksul kapıya gitme, onları bir ay geçindirecek; erzak ve para dağıtım görevini bizzat bana vermişti.
Bunu tek bir şartla kabul etmiştim. Karşılığında para almayacaktım.

"...O hep," Temizdir, almalısın!" Dedi.
Tüm ısrarlarına rağmen kabul etmemiştim. Almadım da...
Nedenini sorduğunda; 'Sen karşılıksız yapıyorsun. Bırak da benim de o garibanlara bir yardımım olsun. Bu yapacağın iyiliğini, hayrını Allah rızası için kabul ediyorum.' Dedim.
Çaresiz kabul etmişti...

"Ey Cemaati Müslüm,
Bugün ben, kimsenin üstlenmediği, "geçmişi kanlı, günahları çok, katil" dedikleri bu musalla taşında yatmakta olan meftayı yıkadım, abdest aldırdım. Çünkü bana vasiyeti ettirmişti.

 "Yaşadığım sürece 30 fakir seç. Sakın kim olduğumu söyleme onlara. Kabul etmezler sonra. Ökdükten sonra da onlara yüklü bir para bırakmayı vasiyet ettim. Allah ile sen şahidim olasın. Ölürsem beni ortada bırakma, sen yıka Zeki Hocam" diye.

"...Allah kabul etsin. Bugüne kadar ben üzerime düşeni yaptım. Kim nasıldır, bizler bilemeyiz. Ama Allah bilir.
Şimdi size soruyorum:
" Meftayı nasıl bilirdiniz?"
Tüm cemaatten aynı ses havaya yükselmişti.

" ALLAH BİLİR!"
Üç kez sormuştum. Üçünde de aynı yanıtı almıştım.

ALLAH BİLİR!"
...
Evet, kimse kimseyi yargılamadan önce Allah'a havale ederiz. Adaletin uygulanmadığı ülkelerde eşkiyanın, efelerin, mafyaların terör estirdiklerini duymuşuzdur.
Ama içlerindeki efe ruhu ölmemiş nice değerlerimiz hala aramızda yaşamaktadır.
Onlar her yerde, her an, darda olduğumuz anlarda sanki bir mucize gibi karşımıza birden çıkıverirler...

Anı hikayemin kahramanı Zeki Hoca başta olmak üzere tüm bu vatana ve insanına/ insanlığa hizmet etmiş o güzel ruhlar, ışık içinde uyusunlar. Hala yaşayanlara Allah sağlık ve güç versin.

Emine Pişiren/Kocaeli

Kürt İdris ve Zeki Hoca (4)



Hadi, Kürt İdris dedim de benden de bir anı gelsin mi sizlere?

Ee, dedim ta bizler artık türümüzün son örneğiyiz. Bizden sonraki nesli Allah esirgesin.
İstanbul' da Firüzağa Camisi Hafızı Zeki Beyden bizat ben Kürt İdris'in bir anısını dinlemiştim.
Yine yazılarımın içine sıkıştırdığım harika bir yaşanmış hikayedir.

Hani söz adaletten, haktan, hukuktan, efelerden, mafyalardan açılınca bende Yahudiler gibi eskileri anı sandığındaki dizili tesbihlerimi çıkartıp arasıra yeni iplere dizmeye çalışıyorum işte...

1980 yıllarıydı...
Bir kış günü tanışmıştım Hafız Zeki Beyle. Kar kaplı kaldırımda yürürken ayağım kaymıştı. Tam düşecektim ki mıç üstü, kolumdan biri tutmuştu.
Beni kurtarana teşekkür etmek için başımı çevirdim. Onu gördüm. 80 yaşında ve zayıf uzun boylu, kır saçlı, şık ve düzgün giyimli bir beydi.

" Nereye gidecekseniz götüreyim sizi. Çizmeleriniz kara uygun değil. Tabanı kösele herhalde. Yine düşersiniz hanımefendi."
Üstümü başımı silkeledim.

" Sağ olun. Siz yetişmeseydiniz, bir yerimi mutlak kırabilirdim. Diz zahmet etmeyin. Şu karşı kaldırımdaki kasap dükkanına gideceğim."

Gülümsedi.

"Size eşlik edeyim. O kasap, benim evladım sayılır. Her ezan arası oraya giderim. Ben şu caminin hafızıyım."

Sözleri güven vericiydi. İstanbul Türkçesi ile konuşmaktaydı. Kolunu uzatınca hiç çekinmeden girdim, tutundum ona. Kasapta sıramı beklerken iki dram yüklü hikaye anlatmıştı bana.

Şimdi "keşke" diyorum biraz daha vakit ayırmış olup, o güzel anlatımıyla anı belleğini doldurmuş olsaydım, ya...diye hayıflanırım.
Ben Kürt İdris ile olanı aktarayım size ve yazımı finale bu yaşanmış öyküyle koşturayım:

" Kürt İdris ölünce İstanbul'daki hiçbir imam ve din görevlisi naaşını yıkamak istememiş. Nedeni de öyle bir caninin, katilin yaşarken yaptıkları kötülüklerinin vebalini üstlenemeyiz. O keferedir..." gibi bahanelerle mafya liderinin yakınları kat be kat bedel ödemek istemişlerse de " haram para, kirli,kanlı para" diyerek yine yıkamamışlar.
Gördünüz mü?
O yılların imamları bile hak yemekten, günah işlemekten sakınırmış. Rüşvet dahi kabul etmediklerinden, çıkartıyorum bu düşünceyi.
Zeki Hocamızın anlatımına göre, birgün Kürt İdris hocamızın kapısını çalmış.

" Hocam size ölümümden sonra noter onaylı vasiyetimi emanet etmek istiyorum. Adınızı notere bildirdim. İmzanız gerekiyor hocam," demiş.

Zeki Hocamız, örnek vasiyeti okur okumaz. TAMAM demiş. Paltosunu giymiş. Evinin kapısının önünde park halindeki son model Sharvole siyah araca binmişler.
Bu vasiyetten kimseye bahsetmemiş.

30 sene sonra Kürt İdris ölmüş.
Mafya liderini hiçbir din görevlisi yıkamak istememiş. Ölüm haberini duyar duymaz Zeki Hoca koşmuş. Onu dualarla, adeta gözyaşları içinde yıkamış.

Zeki Hoca, anlatısını burada kesmişti. Cebinden ütülü, katlı mendilini çıkartmıştı. Birkaç kez kızarmış gözlerini sildi.Belli ki hala o yılların tesirindeydi. Mendilini tekrardan aynı titizlikle 4'e katladı. Ceketinin iç cebine yerleştirdi.
Sol cebinden köstekli saatini çıkartıp, hoh edip camını sildi. Yakın gözlüğünü takıp baktı. Oturduğu yerden ivecenlikle kalktı. Kasaba dönüp;

" Ahmet oğlum, hanım kızımıza benden şöyle tavşan kanı bir sıcak çay söyler misin? Az sonra bende geleceğim."

" Peki Zeki Hocam. Sen emret yeter ki..."

Kasap Ahmet'den onay alınca benden yana dönmüş;

"Kusura bakmazsan hanım kızım, şimdi bir şu camiye varıp geleyim. Akşam ezanını benim okumam gerekiyor. Beklersen hikayemin geri kalanını sana anlatırım kızım. " demiş, aceleyle kasap dükkanından ayrılmıştı.
...
Zeki Hoca gidince, içim bir tuhaf olmuştu. Boşlukta gibiydim. Duymuştum mafya liderinin adını, ama ona bir din görevlisinin böyle yıllarca sadık kalmasına bir anlam yükleyememiştim.

Hem de tam 30 yıl..!
Hem de ölümünden sonrasında açılmak üzere onu tanık edip, vasiyet bırakmıştı!

Acaba ne yazılıydı o vasiyette?
Yahu, şimdi sırası mıydı gitmenin?!!

Zeki Hocanın ardından demli sıcak çayımı yudumlarken içimdeki pişmanlık havuzuna "onlarca tövbeler" fısıldamıştım.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Kürt İdris ve Zeki Hoca (3)



Aile dostlarımızdan dinlediğim bir özyaşamsal hikayeyi elimden geldiğince size aktarmak istiyorum: Kürt İdris ve Zeki Hocanın Hikayesi...
Yakın geçmişimizin efelerinden biri olarak düşündüğüm mafya liderinin gerçek hikayesini dinlerken nasıl da etkilenmiştim...

Günlerden bir_gün Akçay'da yaşayan o dostlarımızdayız. Konu geldi, dolaştı haksız adalete ulaştı.
Bir anda beni şaşırtan bir hikayenin içinde buldum kendimi:

Galip adlı arkadaşımız o gün, " Amcamdır" dediği Kürt İdris lakaplı mafya liderininin hikayesini şöyle anlatmıştı:

...Kürt İdris bir suçtan dolayı ömürboyu müebbetten  hüküm giymiştir. Tabi koğuş ağalığı payesini ilk günden almıştır. Kader arkadaşları onu sayıp, sevmişlerdir.
Gün gelmiş; Ecevit affından yararlanıp iyi halden tahliye olunca, ona içeride biad edenler, yatağını derip bağlamışlar. Eşyalarını valizine koyup kapatmışlar. Ağalarını uğurlamak için sıraya dizilmişler.
Kürt İdris, valizi eline almış. Koğuşta yıllardır yarenlik ettiği mahkumlara şu sözü söylemiş:

" Yatağımı açık tutun ha. Çok değil bir hafta sonra nasıl olsa yine buraya geleceğim. Dışarıda yarım kalmış bir işim vardır. O şerefsizi öte aleme postalayıp döneceğim. Hadi hakkınızı helal edin."

Bu sözlerin 2 gün sonrası geri Kürt İdris geri gelmiş. Koğuş arkadaşları onu güler yüzle karşılamışlar.

" Hoşgelmişen Ağam. Gönderdin mi o şerefsizi öte dünyaya?"

" Yahu ni dersiniz siz? Verin şu yatağımı. Bi daha gelmem buraya!"

Tabi herkes mıh gibi oldukları yere çakılıp kalmışlar.
Kürt İdris anlatmış:

" Yahu dışarıda ben 1 şerefsiz vardır bilirem. Şimdi herkes şerefsiz olmuş, valah billah!.. 100 yıl yaşasam bile bitiremem, bu dünyada o şerefsizleri.
 Bu dünyaya 28 peygamber, 320 evliya gelmiş de düzeltememiş de... Hele ben mi düzelteceğim ki...Herkes işine baksın. Hadi bana eyvallah!"
...

Emine Pişiren/ Kocaeli

Dip not: Kıymeti takipçi dostlarım. Yazımın bu kadar uzayacağını hiç tahmin etmemiştim. Zeki Hoca, 30 dakika sonra gelecek. Gelecek ama bir hikaye daha anlatacak bana. Söz onu da ikinci bölümde yazacağım sizlere.
Gözlerim yoruldu.
Az izin dinlensin onlar da.
Selam ve sevgilerimle

Emine Pişiren/Kocaeli

Kürt İdris ve Zeki Hoca (2)



Bir zamanlar adına eşkiya, efe dediğimiz, yüreği vatan sevgisiyle çarpan, insanlarımız vardı.
Bunalan halkın yanında, ezen paşaların karşısında dururlardı. Monarşi baskısı altında, ağır vergilerle köleleştirilmiş, özgürlük korkusuyla soluk alamayan halka adalet dağıtırlardı.
Aydın'da Kel Mehmet bu efelerden biridir. 1829 yılında halkın tüm vergilerini kaldırıp yönetime başkaldırmış bir kurtarıcıdır.
Bir diğer eşkiya diye bilinen Çakırcalı Mehmet Efemizin hikayesine gelelim:
Birgün dağ başında hüngür hüngür ağlayan yaşlı bir çifte rastlarlar. Sorar ağlama sebebini. Onlar da;
" Bizim kızımızı Çakırcalı Mehmet ve adamları kaçırdı. Paramıza malımıza el koydular."
Çakırcalı Mehmet Efenin anlatılan hikayede, adı sanı kullanılmıştır. Durumu öğrenen efe çok kızar. Derhal harekete geçer. Hırsızların peşine düşer. Onları yakalar ve yaşlı çifte paralarıyla kızlarını teslim eder. Hırsızları da onların gözleri önünde  diri diri yakıp cezalandırır.

Onlar dahi dağlardan inip savaşıp, vatanımızın kurtuluşu için kanlarını döktüler. O emperyal çakalların topraklarımızın üzerinde yaşamasına izin vermediler.
VATAN SAĞ OLSUN dediler, şehadet şerbetini yudumlarken bile.
Giresunlu Topal Osman, Demirci Efe, Yörük Ali Efe, Sarı Zeybek, Mestan Efe, Saçlı Efe, Atçalı Kel Mehmet Efelerin yanısıra Karayotoğlu Nikola, Hambirikoğlu Panayot, Kaptan Andreya, Kaptan Sokrat adlı Rum efelerimiz vardı.
Bir de tarihin sayfalarında önceleri vatan sevdalı  Çerkez Ethem vardı...(sonradan değişti)

Çok değil bundan 50 sene önce yine benzer şehir eşkiyalarımız vardı. Korkardık  büyüklerimizin biz çocuken onların hikayelerini anlatırken, titrerdik.
 Bir de o yıllarda, adaletin darası bozulduğunda, yani kalemi elinde tutan hakim, hakları eşit dağıtmayıp "eksik tarttığı" zamanlarda İsviçre Medeni Kanunlarına bağlı, hakimlerin dahi bir şey yapamadığı durumlar yaşanırdı.
 Adaletin hükmü karşısında umutsuz, çaresiz kalmış bireyler, gidip onlarda( mafya kimliklerinde) hak arar olmuşlardı.

O yıllar hiç unutmam, o mafya babalarını Teksas, Tommiks, Zagora, hatta sık sık filmlerini izlediğimizTarkan'a benzetirdim...
Çocukluk işte...
Basından tanık olurduk çoğuna. Öyküleri abartılı anlatılır, kimi korkularımız silinirdi. Yerini hayranlık alır, güven duygumuz oluşurdu.
Nasıl mı?
Anlatayım efendim: Örneğin 3 yaşındaki sübyana tecavüz etmiş, 10 yıl hüküm giymiş birinin, artık yaşaması onlara göre haramdı.

Mağdur ana_babayı dinleyen mafya babası "katli vaciptir" dedi mi, bitmiştir hapishanede o sapığın işi...
Ya kemerle boğulur, ya da şişlenirdi.

Hadi bakalım bundan sonra hangi sapık, hangi çakal ruhlu insanlar; masum bir sübyana dokunabilirdi?

O yıllarımızı çok net anımsıyorum: Mafya babalarının bulundukları bölgelere nam saldığı korkularda bile halkta adalet, asalet, takdir hayranlık duyguları oluşurdu.
Gel de o yılları özleme şimdi?
...
Emine Pişiren/ Kocaeli

Koca Seyid'in Kuru Üzüm Taneleri (2)



Ertesi günü iple çekmiştim. Merak nasıl bir kurt gibi beynimi eşeliyordu ah bilseniz.
Ben bir tarihin sayfasını okuyordum.
Hem de yeni ve ilk kez benim okuyacağım bir sayfaydı.
Tesadüfler beni o anlamlı sarı gül kokulu sayfayı okumamı sağlayacaktı.
Kahvaltı sonrası minibüse atlayıp Edremit Çarşısına vardığımda dükkanlar kepenklerini yeni açıyorlardı.
Isparta kokan sokağa vardığımda dükkanın çoktan açılmış olduğunu gördüm.
İçeri günaydın, diyerek girdim.
Beyefendi bana ahşap küçük tabure uzatıp çay demlediğini söyleyince kırmadım. Uzatmış olduğu tabureyi alıp oturdum.
" Sizin kolonyalar hazır hanım kızım. Ama önce demli bir çayımı içmenizi isterim."
Ve dünden kalan sohbeti çay içerken koyulaştırmıştık.

Kolonyacı:

"...Köyünde herkes onu öldü biliyordu. 145 km'yi köyüne ulaşmak için tam 13 günde yayan yürümüştü. Köyüne yaklaştığında içini bir korku salmıştı. Öyle ya tam 9 senedir köyünden, yuvasından, eşinden uzaktı.

"...Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Üstü başı toz toprak içindeydi. İç çamaşırları lime limeydi. Terden vücuduna yapışmıştı. Üstelik yıllarca yıkanmamıştı. Genelde buldukları çamurlu su kaynaklarında elini yüzünü yıkardı erat...

"... Kurak bir yaz geçirmişti. Su yoktu. Bölüğünün sakası günün belirli saatlerinde bulanık suyu dağıtırdı. İçerdi yudum yudum. Sıcak ve susuzluk dudaklarının kıyılarını çatlatmıştı.

"...Cebinde bir avuç kuru üzümü saklamıştı. O da üzüm hoşafından geriye kalanlardı.
Kızına başka ne hediye verebilirdi ki?
Elde yok, avuçta yok.
Çok şükür savaşı galip bitirmişlerdi. Vatan sağ olsun ya gerisi mühim değildi erler için.

"...Eşi onu böyle görmüş olsa acaba tanır mıydı ki?
"Ya evlendiyse? " Diye içine acaip bir korku salınmıştı. Endişeyle üstünü başını silkeledi ve köyün dışına çıktı. Gece olmasını bekleyecekti çaresiz. Onu böyle kimse görmemeliydi.

"...Adımları köyün çıkışına doğru hızlandırdı. Açtı. Yorgundu.
Dağda odun kestikten sonra küçük dallarını sıyırmak için yanından hiç ayırmadığı kamasını çıkarttı.
Çam diplerini gözleriyle taradı. Merki, adını verdikleri turuncu mantarlara gözü değince çok sevinmişti. Hemen uzandı, kamasıyla merkileri kesip eliyle üstündeki toprakları temizledi.
Mantarları çiğ çiğ yedi.

" Gözünü sevdiğim memleketim." Dedi yüksek sesle.
Biraz daha mantar topladı. Heybesinin içine doldurdu. Eşi ne güzel de pişirirdi merkileri.
Eşi aklına gelince kaygılandı yeniden.
" Evlenmiş midir acep?"

"...Akşam olması için, sabırsızlanmıştı.
Ne olursa olsun, evine yuvasına hasret, savaş yorgunu bir adamdı, bizim Koca Seyidimiz hanım kızım...

Öyle ya Balkanlar, sonra Çanakkale savaşlarından sağ sağlim çıkmış bir gaziyi kim hor görecek ki? Diye düşüncelerle tekrar gerisin geriye döndü.
Yolda koyunlarını otlatmış, geri dönen akrabası onu görür görmez tanımıştı.

" Koca Seyit sensin ha!"
" Evet benim ya..."
" Yahu biz seni şehit oldun biliyorduk."
 "Rabbim gazi olmamıza izin verdi. Çok şükür. Vatan sağ olsun emmi".

Sarıldılar. Hal hatır sonrası Seyit aklındaki kurtları döküvermişti:
"Şeyy... bi şey diyem mi sana?"
Akrabası merakla sordu:
" De hele."
" Benim karı evlendi mi?"
" Yok evlenmedi. Kızın büyüdü bile. Sen gittiğinde kundaktaydı. Hadi koş var evine. Ama önce 'destur, deyiver ki, korkmasınlar akşam vakti. Ben bile zor tanıdım seni Koca Seyyid. Hadi hoşgeldin köyüne..."

"Allahh, " diye koşturdu Seyyid.
Evine vardı. Seslendi eşinin adını.
Kapı açıldı.
Küçük bir kız korku dolu gözlerle ona bakmaktaydı.
" Anne kapıda sakallı bir adam var. Çok korktum..!" Dedi kızı.

" Kaçma kızım bak sana ne verecem!" Dedi ve avuçlarından yerlere yuvarlandı, suyu çekilmiş üzüm taneleri.
Korkmuştu balası.
İstemezdi onu böyle ürkütmek.
Kapıda karısı göründü.
Sonra bir çığlık geceyi yırtmıştı.
" Koca Seyyidimmm...!"
Ardından kadın yenenisini düzeltip, iöeri koştu.

Karısının özlediği ses kulağına değince yüzü ışıdı Seyyid'in.

" Hadi korkma gel hele kızım. O senin baban. Heç babadan korkulur mu?"

Çocuk yine geldi. Ve yine kaçtı evin içine doğru.
Burada yutkunuyordu kolonyacı beyefendi. Cebinden dörde katladığı mendili çıkarttı. Nemlenmiş pınarlarını hafiften sildi.
" İşte böyle hanım kızım. Bizim o Koca Seyyid'imiz, var ya koca 270 kg mermiyi sırtlamış da, yıllarca kızını kucağına alıp sevememişti."

Kolonyalar elimde eve dönerken ağladığımın farkında bile değildim.
Hele o karavanadan hoşafın suyunu içip, üzüm tanelerini kızına hediye vermek için kurutmuş ya...Koca Seyyid'in o silueti kirpiklerimin gölgesine düşünce...
Hiç duygulanmamak mümkün müydü?
Yedi düvelin saldırılarını berteraf etmiş, işgalcilerin hayallerini alabora etmişti Koca Seyyidlerimiz.
İşte böyle yürekli insanlar sayesinde kazandık bu vatanı.
Aziz ruhları şad olsun.
...

Emine Pişiren/ Kocaeli

Koca Seyid'in Kuru Üzüm Taneleri



Yıl 2009...
Yer Edremit...
Bende 14 Ağustosta gerçekleştireceğimiz Edebiyat etkinliğimiz için tatlı telaşlardaydım. Şehir dışından tam 60 şair gelecekti. Üstelik de 5 de onur konuğumuzu iyi ağırlamamız gerekiyordu.

 Etkinlik sonrası  şair dostlarımıza hediye olarak yöremize has ürünlerle birer arajman paket hazırlayacaktık.
Her şey hazırdı. Tek eksiğimiz yöremizin özel kokusu zeytin çiçeği kolonyasıydı.

Yaz sıcaklarında tarif üzerine Edremit çarşısı içinde dolanıp duruyordum. Vitrinlere tek tek incelerken gözüm küçük dükkana ilişmişti.
Tahta çerçeveleri pırıl pırıl vernikliydi. Vitrinde eski işlenmiş cam şişeler içinde renk renk kolonyalar durmaktaydı.
Sokak mis gibi İsparta kokuyordu.
Hiç düşünmeden içeri girmiştim. İçeride kısa boylu, simsiyah saçlarını biryantinle başının yanlarına doğru taramış, takım elbise içinde bir adam gördüm.
Sanki İtalyan Mafyasından biri gibiydi. Dudakının üzerinde ince kesilmiş çizgi şeklinde bıyıkları dikkat çekiciydi.
Kolonya şişesini pompalıyor, elindeki şişeye zambak kolonyası doldurmakla meşguldü.
Gül ve zambak kokuları içeriyi adeta boğmuştu.
Orada aradığımı bulacağımı sanmıyordum.
Tam kapıya doğru gidecektim ki, adam geriye döndü. Sonra da ahşap tezgahının ardından yana doğru ilerleyip,
 " Buyrun hanımefendi. Ne aramıştınız?" Diye sorunca onu kırmamak için,
" Şey, aradığım zeytin kokusuydu. Ama biraz fazla almak istiyordum. Sanırım sizde yok."
Yaşlı adam beni şaşırtan bir çeviklikle vitrinden bir şişe alıp, " Bu nasıl?" Diyerek avuçlarıma döktü.
Harika bir kokuydu.
Demek ki yanılmıştım.
Keşke adını unutmamış olsaydım. Bana o kolonya şişelerini hazırlarken kendi kendine söylenmekteydi.

" Hey gidi heyy! Koca Seyit dahi gelir bizden zeytin kolonyası alırdı. Tıraş sonrası sürerdi. Şimdiki gençler bilmez bile bu kokuyu. Avrupa işi kokular, spreyler çıkınca unutulduk bizde..."

O günü hiç unutamam. Büyük bir ilgiyle onun ellerine dokunduğumu hatırlıyorum.

" Sahi siz onu yakından tanıdınız mı?"

Coşkuma o da sevinmişti.

" Evet, tanımam mı? Ben o tarihlerde yeni 12 yaşlarımda mı neydim. Ve çırak olarak çalışıyordum bu dükkanda."
Heyecan sarmıştı tüm hücrelerimi.

"Siz kaç yaşındasınız beyefendi?"
Gülümsedi.
" Sizce kaç gösteriyorum. Hadi tahmin edin?"
" 60"
Atmıştım oysa. Sırf onu mutlu etmek adına. Ee, Koca Seyyid hakkında bana bilgi verecek yaşa ulaştığını tahmin etmek zor değildi.
Verdiğim yanıtla mutlu mutlu yüzü ışımıştı.
" 89 yaşındayım, hanımefendi. Bakın saçlarım kendime ait. Gram boya yoktur.."
Onu biraz dinledikten sonra
"Koca Seyyid taa Havran'dan size mi geliyordu?"
" Evet. Haftada mutlak bir gün bu dükkana gelirdi. Bizden kav satın alırdı. E o devirde nerdee çakmak... Kavla yakardı sarma tütün de alırdı bizden..."
" Yürüyerek mi gelirdi? At, eşek falan yok muydu o yıllar?"
Yaşlı Kolonyacı güldü.
"Havran ne ki, bizim Seyyidimiz Balkanları, Çanakkale'yi yürüyerek aşmış da gelmiş."
"Bana anlatır mısınız onu?"
" Tabi anlatırım. Siz yeter ki dinleyin beni. Onun üzümlerini de anlatırım size..."
" Nasıl? Ne üzümü?"
" Karavana artıklarını bilir misiniz?"
" Anlatırsanız bileceğim."
" O halde yarını beklemeniz lazımdır hanım kızım. Hikaye uzun. Malum bizim de yapılacak işler tezgahta...Sizin şişelerin dolumu yarın sabaha hazır olur. Hem hikayeyi dinlersiniz, hem de kolonyalarınızı alırsınız."

Ve hikayenin en güzel yerini ertesi gün dinleyecektim.
Yaşlı adamın elinde yeterli şişeleri yoktu. Bana özel zeytin kolonyası hazırlayacaktı.
Bir gün sonra gelmemi rica etti.
Eh, bende merakımı ertesi güne saklayacaktım.
Çaresiz...

Emine Pişiren/ Kocaeli

ERKEKLER NEDEN KIRMIZI KIRAVAT TAKARLAR?



Peckham Rye yetkilisi erkek parfümüne adı verilmiş David Walker, bir iş görüşmesine giderken seçilecek kravat konusunda ciddi bir uyarıda bulunuyor.

"Mülakata giderken asla pahalı, parlak renkli, iddialı dokuma kravat takmayın, bu sizinle görüşme yapan kişi üzerinde ezici bir üstünlük yaratabilir. Daha tutucu olan baskılı bir kravat takılmalı," diyor ve yarı espri yarı ciddi uyarısına şöyle noktalıyor:

"Sadece ve sadece palyaço olmak için başvurduysanız papyon kravat takın!"

Erkekliğin bir simgesi olmuş kravatın, renklerinin bir anlamı olduğunu biliyor muydunuz?

Erkeklerin taktığı kravatlar, sadece takım elbisenizdeki şıklığı tamamlayan küçük ayrıntı olmadığı gibi bazı seçilen renkler; kravata özgüven, bazıları şıklık, bazısı ise asalet katar.

Özellikle KIRMIZI KRAVAT takan beylerin tepkisini alacağımı bildiğim için bu yazımı yayımlamadan önce biraz yazımın demlenmesini istemiştim. Tabi biraz araştırma, biraz kitap okuyarak, yazımı renklendirmekti amacım.

“257 Erkek Tipi” adlı kitabı kitap fuarından kızım için almış, “Karşı cinsi tanı,” dediğim yıllarda eğer kravat renklerini araştırmış olsaydım, bir erkeği tanımak adına o kalın kitabı kızıma boş yere okutmazdım.
Kitapta yer alan 257 erkek tipleri kadınları şaşırtacak protiplerdi. Öyle ki; çok ciddi görünümlü, otoriter tavırlı, hani “sert erkek tipleri” var ya, işte o tiplerin de zayıf yönlerini analiz etmişti kitabın yazarı.

Neyse ben size bugün kırmızı kravata dair biraz eski, biraz yeni, biraz da terapi amacıyla kullanıldığına dair  biraz bilgi aktarmak istiyorum:
Daha önce yapılan araştırmalarda kırmızı rengin bilinçaltında etkisi olduğu biliniyordu.
Yeni bulgulara göre “kırmızı renk” karşıdaki kişinin bilinçaltına “güçlüyüm” mesajı verirken, güven duygusunu zayıf kılıyormuş.
Durham Üniversitesi'ndeki araştırmacılar; denekler üzerinden önemli bir bulguya ulaştı. Erkek ve kadın gönüllülere gösterilen farklı renklerdeki tişörtlere karşı, her iki cinsiyetteki deneklerin kırmızı renk karşısında agresif bir tutum sergilediği ve yüzlerinin kızardığı gözlemlendi.

Durham Üniversitesi antropoloji bölümünden doktora öğrencisi Diana Wiedemann,
 “Araştırmanın sonucu belki de insanlara sosyal ortamlarda, önemli toplantılarında ve iş görüşmelerinde kırmızı renk konusunda dikkatli olmaları konusunda bir fikir verebilir…” diyor.
Ve kırmızı tercihinin olumsuz etkisini “Bazı şartlar altında agresif ve dominant olmak belki avantaj sağlayabilir ama takım çalışmasına ihtiyaç duyulan, güvenin ön planda olması gereken durumlarda ise dezavatajlı oluyor” şeklinde belirtiyor.

Kırmızı kravat; 1980'lerde ABD Başkanı Ronald Reagan ile "red power tie / kırmızı güç kravatı" demiş ve o günden bugüne kırmızı kravat iktidarın ve gücün simgesi olarak düşünülmüş.

George W. Bush:
“Güçlü görünmek istiyorsanız, kırmızı kravat takıyorsunuz.” Dediği yıllarda Türkiye Ecevit mavisi olarak sıfatlandırılan özgürlüğün ve sonsuzluğun rengini tercih etmişti.
Belki de o yıllar tekstil firmalarının üretim amacına reklam katkısı olmuştur. Bugün kırmızı kravat, siyasetçilerin ve iş çevrelerinin vazgeçemediği bir aksesuar.

Türkiye 7 Haziran seçimlerine yaklaşırken, siyasi partilerin başkan ve temsilcileri de sahada ve miting meydanlarında boy gösteriyor. Amaçları oylarına talip oldukları seçmeni etkilemek!
Bu nedenle giyim, davranış, ses tonu ve konuşmaların içeriği adaylar açısından ciddi önem taşıyor.
Biology Letters isimli dergide bu konuda bir araştırma yayınlamış. Gelin birlikte gözatalım:

 Araştırmaya 50'si erkek, 50'si kadın 100 gönüllü katıldı. Gönüllülere dijital yolla değiştirilmiş birbirinin aynı 3 farklı renkte (Kırmızı, mavi ve gri) tişört giymiş adam gösterildi.
Bütün gönüllülere saldırganlık ve egemenlik açısından adamın görüntülerini duygusal olarak, “kızgın, mutlu, korkmuş ve nötr” olarak değerlendirmeleri istendi.

Kırmızı tişörtlü görüntü erkek ve kadın denekler tarafından büyük çoğunlukla öfkeli ve kızgın olarak nitelendirildi.
Profesör Barton; “Sonuçları birlikte değerlendirdiğimizde, bulgularımız net bir biçimde kırmızı renkle, öfke algısı arasında bir ilişki olduğunu ortaya koyuyor. Ve belki de bu durum öfkelenince yüzümüzün kızarmasının nedenini de açıklıyor” diyor.

Teokratla yönetilen ülkelerden özellikle Cami, Havra ve Kliseye bağlı ibadet yerlerinde, kişiler “ziynet” dedikleri bölgelerini örtüp saklarlar. Nedenini sorguladığımızda, “Kutsal kitap böyle yazmış.”  Ve “Günah” Denir.
Giysilerine dikkat edildiğinde saklanan saç ve cinsel bölgelerdir.
Buraya İlahat Profesörü Beyazıt Öztürk’ten bir parantez açacağım:

“Eğer kutsal olsaydı, edep yerlerimizi örten don kutsal olurdu.”

Saklamak!

Evet, insanlar neyi, nelerini, niçin saklıyorlar?

Eğer bir şeyi saklamak güç simgesiyse o halde erkek cinsel organlarını saklamanın kendisi de bir güç ifadesi değil midir?

Eski zamanlarda, hatta günümüz Afrika’sında insanlar kıyafetleriyle cinsel organlarını bırakın saklamayı, bilakis görünmesini sağlamak için tasarlanıyordu. Günümüzde erkek giyimi modernleştikçe penis de saklanır oldu.

Evet yine şaşırtıcı modellerle modaya uygun biçimde “penis bir yandan saklanırken,” diğer yandan “biçimi penise benzeyen” aksesuarlar üretilmiştir.
Kıyafetleri tamamlayan bu aksesuara eklenen kravat, bir okla hep onun bulunduğu bölgeyi işaret etmektedir.
 Kravat modern erkek giyiminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Anarşist Yazar olarak da bildiğimiz David Graeber çağa devrim niteliğinde bir açıklama yapıyor:

“Kravatı penisin giyinikken de görülebilir, entelektüel bir versiyonudur!”
.
Ve özellikle bu tezini şöyle vurguluyor:

“Her zaman güce işaret ediyor, takım elbisenin soğukluğunda güçlü olanı saklıyor.”

Sonuç olarak:

Yeni yıl ve 14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşırken insan sevgililer istemez düşünüyor:
“Acaba sevgilime kırmızı kalpli bir sütyenle külot mu alsam, Yoksa kırmızı kadife kutuda kırmızı bir gül ve tek taş yüzük mü alsam?” diye.

Kırmızı renk aşkın, tutkunun ve savaşçılığın rengidir. Bu nedenle kırmızı kravat takarak, sevdiklerinize duygusal mesajlar yollarsınız. İş yaşantısında da, ne kadar savaşçı, başarıya tutkulu olduğunuzun mesajını kırmızı kravat takarak verebilirsiniz.

Kırmızı Hindistan'da saflık, Çin'de kutlama, şans ve zenginlikle ilişkilendiriliyor. Birçok ülkede de sosyalizmle...
Kırmızı kravatın ise evrensel tek bir anlamı vardır. O da Güçtür.

Emine Pişiren/Yazar

Hak Nasıl Helal Edilir?




Hayattayken anne baba duasını almak lazım.
Babamı hayat pek tanımama izin vermedi. 5 yaşındayken hayat benden onu koparttı.
Son yıllarda annemi hergün ziyaret ederdim. Ayrılırken de kapıda "Kızım hakkını helal et," derdi.

Bende o yıllarda anamı anlamak istemez hatta kızardım, " Ana kız arasında hak mı olur_muymuş, aman annee!" Derdim.
Şimdi onu anlıyorum. Hayatta olsa da hergün helalleşsek.
Ama yok artık.
Anılarımda, sol yanımda saklı.
Bir ana ve babanın evladına ettiği ne güzel duadır:

" Gözüne yaş,
Ayağına taş,
Yüreğine telaş değmesin.
Allah sizi tüm şerlerden korusun yavrum."

Kimsenin kalbini kırmamak lazım.
Hele anne ve babaların kalpleri porselen gibidir. Onarsak da kırdığımız yerlerin izleri belli oluyor.
Hele ebed olduklarında," keşkeler," örümcek ağlarını her geçen yıl daha kalınca örüyor,
 Ve pişmanlık sarmalıyor sol yanımızı.
Çünkü babalar hayattır, anneler de nefes!
Işık içinde uyusun anne ve babalarımız.

Günaydın.

E. P

Gönül Eşiği

GÖNÜL KAPISI

Ey dost, 14 Şubata kadar daha günler çok var: Bana öyle kaş göz burup durma!
Lütfen, sözcüklerin ucunu, lastik gibi çekiştirip durdurma!

Biliyorsun bir ucu sende, bir ucu bende; çektikçe çarpar eninde sonunda dost yanımıza. (Sol)

Hadi seç içlerinde defolu olanı, 14 şubata zamanın var, dedim ya daha...

O işaretleri sunduğum arkadaşlarımın bile göremediği sözcükler var daha.

Hadi, içlerinde eğri olan birini de gözlerinle sen yakala...

Ha!
Sakın bana dudak büküp, kaşlarını öyle yay gibi gerip, şakasını dahi ne olur yapma!

Azıcık sözcüklerle gözlerimize sporlar yaptırıp duruyoruz şurada.

Onu da bana çok mu görüp duruyorsun, şu üç günlük fani dünyada?

Amacım, sözel gülüşlerle dostluklar arası köprüler kurmaktır, lütfen üzerinde daha fazla üzülüp durma.

Ne kadar ömrümüz kaldı ki şunun şurasında?

Geldik gideceğiz, Veyseller gibi ömür tükettiğimiz; uzun ince bu yollarda...

Bak gönül kapısında ne yazılmış:
" Gir içeri, ama sakın incitme!"

Olur olmaz alınıp, küserek kalplerimizi kırmayalım ne olur bu dünyada!..

Emine Pişiren

Samsıra

"SAMSIRA"

Soyadı kanunu çıkınca eşimin babasına sormuş nüfus memuru:
" Soyadınızı ne olarak yazalım, beyefendi?"

"Güzel kızım, biz şimdi burada lakabımızla anılmak isteriz. Bizi, Makedonya'da Hasanova, Hüseyinova, diye çağırırlardı.
Artık vatanımızdayız çok şükür. İşimiz yemek pişirmek. Eh kendi adınıza lokantalarımız var çok şükür.
Kızım soyadımızı sen en iyisi Pişiren, diye yazıver." Demiş

Eşimin tüm akrabaları sonradan mahkemeyle soyadlarını değiştirip hanım_köylü olmuşlar.
Utanmışlar soyadlarından.

Öyle ki, Köfteci Ramiz Kardeşler, eşim Tuncay Pişiren'in öz be öz yeğenleridir.
Nedense birbirlerini hiç arayıp, sevemediler...
Rahmetli eşim hep şunu derdi:

" Emine, eğer bir oğlum olursa; ona ata_soyumuzun adını değiştirmemesini vasiyet edeceğim. Çünkü yaşayan tek Pişiren soyadında bir ben kaldım."

Tabi birlikte üzülürdük, bu durumlara.
Rabbim 1988 senesinde bir oğul bağışlayınca bize bende eşimi onurlandırmıştım:
Oğlumun adını eşimin ilk adının, "ilk hecesi TUNÇ" diye yazdırmıştık nüfusa.
Eşim ne çok sevinmişti o yıl...
Biliyor musunuz?
Bazen banka memurları, veya yeni tanıştığım ukala beyler soyadıma takılıp, benimle alay ederler:
" Sahi neyi en güzel pişiyorsunuz Emine Pişşirenn Hanımefendi?" Diye...
Hiç düşünmeden sözel tokatımı atarım vallahi!

" Bak bu soruyu sormanuza sevindim. Sizin gibileri pişiririm."

 Ardından yılışmasın diye az baharat eklerim ki, üzerine su içsin diye:

" Nasıl yani, diyecekseniz şimdi bana? Sizin gibileri pişiriyorum ki; insanlık kıvamına gelsin, diye..."
...
Efendim,  sözün kısası makbulmüş ya..
Bende bugün neteden estiyse?
Sizlere adıma yakışır bir tatlı tarifi yazmak istedim bugün.

Hem de artık kaybolmaya, unutulmaya yüz_tutmuş,
Mersin, Anamur'un en özel tatlısının tarifi.
Adı SAMSIRA.
Geleneksel mutfağımızın unutulmuş lezzetlerinden bir tatlıdır.

 Hani o çıtır çıtır yediğimiz simitlerin üzerindeki susamdan yapılan bir tatlıdır bu.
Ağızda müthiş damak lezzeti bırakan, susamların kendine has tadını damağınızda hissedebileceğiniz, pratik, kolay ve lezzetli çayın yanına yakışan şık görünümlü, ikramlık bir Mersin tatlısıdır.bir tatlı tarifi...

Malzemeleri ve Yapılışı : (8 kişilik)

2 su bardak susam
1 bardak pekmez

Önce susamları yakmadan orta ateşte kavurun.
Rengi hafif kahve olunca üzerine pekmezi katın ve ocağı hafif ateş kısın Pekmez suyunu çekene, birbiri ile özleşene kadar sürekli karıştırıp kavurun.
Daha sonra da karışımı tepsiye yayın hafif ılısın ve nohut büyüklüğünde parçalar koparıp avucunuzda yuvarlayın.
Samsıranız çayın yanında servise hazır.
Bende tatlı yiyelim, tatlı hoşbeş edelim, istedim.

Afiyet olsun.

Emine Pişiren/Kocaeli

SAHİ NEREDE O EŞEK?



Hanımefendi bi bakar mısınız?
Herhalde yolunu kaybetti, yön soracak. Veya saat...
Aa, o da ne!
Zira soru, hiç beklemediğim yerden gelmişti!

"Afedersiniz hanımefendi, yaşınız kaç?"

Hoppala!
Neydi şimdi bu?
Az kalsın kalp kıracaktık!

Biraz akıl oyunu oynasam, ne zararı olabilirdi ki?

" 72...Niçin sordunuz?"
"Çüşş!"
Az önceki bakışlarıyla beni baştan aşağı yemişti, anlamıştım zaten niyetini. Hafiften kızmıştım da ona aslında.
O dakika sadece içimden kendime sövdüm durdum; "nü" dolusu sözcüklerle!

" ...Hiç tanımadığın bir cahille, oynar mısın akıl oyunu Emine?

"...Al işte tam bir cahil duruyor, ahanda şimdi tam karşında!

"...Bakalım nasıl sözcükleri yapıştıracaksın onun aklına?"

Beden dilimi kontrol edecektim, yılışık gülüşler uzatan adama.
Nezaketli, güleryüzlü yapay mimikler sundum tabi ona...

Bu düşüncelerle sözcükleri yan yana dizerken birkaç saniye oyalandı aklım; belleğimin ata_söylemi raflarında.

Bakındım sağıma soluma:

" Sahi nerede o  eşek? Burada sizden başkasını göremedim de..!"

Emine Pişiren

Adı Rıfat İdi...



Çalıştığım kamu kuruluşunda santral memuru Rıfat adlı bir genç vardı.
Bazen onun odasına çay içmeye iner, sohbet ederdim.
Nedense iyi gelirdi bana.
Binada birkaç dürüst, onurlu insandan biriydi.

Bir gün beni görmeyen sürekli tavana doğru hareket eden göz_bebeklerine bakarak sormuştum:

" Rıfatcığım, ayak sesimden beni tanıyorsun. Topuklu çünkü. Belki de zemine değen ritimli  topuk vuruşlarıma aşina kulakların da ondandır. Peki, binada 1000'i aşan çalışan var. Hepsinin ayak sesinden kim olduğunu çıkarır mısın?"

" Evet çıkartırım. Çünkü benim gözlerim kulaklarımdır." Demişti.

Başka bir gün de ona merakla şu soruyu yöneltmiştim:

" Rıfatcığım, eğer darılmazsan, alınmazsan sana özel bir sorum olacak, sorayım mı?"
Diye izin istemiştim.

" Sor abla, alınmam. Senin beni incitmeyeceğine inanıyorum çünkü."

" Teşekkür ederim. Sorum şu: Daha önce hiç dünya gözüyle gördün mü hayatı?"

"Gördüm ablam. Gözlerimin ışığını 8 yaşındayken yüksek şekerden kaybettim."

İç çekti...
İkinci sorumu işte tam da o anda sormuştum:

" Peki en çok neyi görmeyi özledin Rıfat?"

"Güneşi...Evet güneşi özledim. Ama sıcaklığını hissettiğim için Allah'a şükrediyorum ablacığım ".

O an anladım ki, sık sık güneşli havalarda Rıfat bahçede otururdu...
Hem de başını gökyüzüne kaldırırdı.
Gözlerinde gözlük olmadan hem de...
Çoğu kez gülümserdi gökyüzüne.
Anlam veremezdim bende.
Demek ki, o da güneşi özleyen 8 yaşında bir çocukmuş.
Nereden tahmin edebilirdim ki..?
Adı Rıfat idi...
Şimdilerde nerede kimbilir?

Emine Pişiren

KÜRT İDRİS VE ZEKİ HOCA(1.Bölüm)



Neyzen, herkesin el pençe, divan durduğu Kızıl Sultan, lakaplı A.Hamid zamanında gerek şiirleriyle, gerekse siyasi atıflarıyla hünkara karşı durmuş, edebi bir değerdi. Şiirleriyle, sözleriyle dönemin monarşik siyasi iradesine, sürekli kartopu atmıştır.
 Dinle uyutulan halk yine de uyanamamış. Bir türlü, çözememişler Neyzen'i. Kimi ona deli demiş, kimi veli.
Şair Eşref de o misal. Paşalar onu sevip saymasalar çoktan katli vacipti.
Bakmışlar halkı uyandıracak, sürmüşler onu da M. Akif'i de tee Afrika'nın kuzeylerine doğru...

Namık Kemal farkı farkettirmeye çalışmış, o da zindanlara atılıp gözden ıraklaştırılıp, halka korku kültürü ekilmiş.

 "Vatan Yahut Silistre" diye yazmış çizmiş, yaşadığı sürece bu mücadelesini sürdürmüş, ama halk bir türlü onu da anlamamış, çözememiş...

M.Emin Yurdakul, daha halkçı bir edebi duruş göstermiş. Belki de emperyal işgallerle, kıyımlarla bunalmış halka şiirleriyle merhem olmuş, acılı gönüllere.
Çilelerine tanık olmuş, halkın içine kadar sokulmuştur.
Anadolu ve Şerefli Türk Kadını adlı şiirleriyle halkın sol yanını titretmiş, vatan aşkıyla nabızlarını yükseltip cesaretle bilemiş vatan aşkıyla yüreklerini.
O yıllar işgal yıllarıdır.
Anadolu yanıyordur 7 düvelin işgalleriyle.
Şair, halkı iç ve dış emperyal işgallere karşı uyandırmaya çalışmış.
Tam yorgun düşünce M.K.Atatürk onu farketmiş. Biri cephe önünde, diğeri cephe gerisinde savaş vermişlerdir.
 Halk ilk kez uyanmıştır.
Şairimizin şiirlerinden etkilenen halk Kurtuluş Savaşını kazanmamızı sağlamıştır.
Cumhuriyet meşalesi yakılmıştır, ama memleket çoklu siyesetle yine alabora olmuştur.

Konuşan, kalem tutmuş vatanseverlerin özgürlükleri alınmıştır. Şair Ahmet Arif'i dinlerken içim dağlanır her seferinde:
" Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş.
Karanfil kokuyor cigaram.
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..!"
...
Bir memleket ve insan sevdalısı şair Nazım' da aynı küflü zamanlara tanık olmuştur. O soğanı değil salkım üzüme düşen ışığa hasret dökülmüş kaleminden özgürlük:

" Güz sabahı üzüm bağında
Sıra sıra büklüm büklüm
Kütüklerin tekrarı
Kütüklerde salkımların
Salkımlarda tanelerin
Tanelerde aydınlığın..."

Memleketimden insan manzaralarının edebi resmini çizmiş aynı zamanda şairimiz.
Onu susturmak isteyen o günkü siyasi iradenin gücüyle  tutsak edilmiştir. Gri parmakların ardında, yamalı rutubetli dört duvarların ardında eşi Piraye'ye dizeler yazmıştır:
" Ne güzel hatırlamak seni:
 Ölüm ve zafer haberleri içinden hapiste...
Ve yaşım kırkı geçmişken..."
...
O dahi halkı uyandıramamış, çözememiştir bir türlü..
Makedonlar ayağa kalkıp bize seslenmiş:
" Boş yere bize gelmeyin. Biz size iki Kemal verdik. İkisini de siz öldürdünüz. Üçüncü Kemal, bir daha gelmez bu dünyaya."
Doğru valla!
Üçüncüsü hala gelmedi. Ama bekliyoruz işte.
...

Emine Pişiren/ Kocaeli

MUTLULUK KADERİMİZ Mİ?


O son anda insan, ne düşünüyor, ne hissediyordur acaba? Dünyadan ayrılacağı için hüzün mü?
Yaşayamadığı veya yaşamak istediklerini mi?
Yoksa göremediği, görmek istediği kişilere son mesajını mı?
Yoksa Suna Pekuysal gibi;
" Amaan, hayat boş be!" mi diye düşüneceğiz?

Adı ölüm ya bunun.
Ne soğuk bir sözcük!
Kime yakışır ki ölüm?
Kim onu çok arzular ki, aklını, mantığını yitirenden başka?
Tüm umutlarını tüketmiş kişiler,
Çaresiz kalanlar,
Sevdiğinin kaybını taşıyamayanlar, gözü kapalı ona koşuyorlar.
...
Neden, niçinleri sorguladığım yıllarımdı...
Bir gün iş yerimdeydim: Masamda Tüyap'dan aldığım Erich Fromm'un,   Özgürlükten Kaçış, Özgürlük Korkusu, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Sevme Sanatı, adlı kitapları durmaktaydı. Zaman zaman o kitaplar, beni farklı boyutlara yolcu ederlerdi. Adeta duygularımdan arındırıp mantığımın limanı olurdu yazar.

Erich Fromm der ki, "yaşamda kesin olan tek şey ölümdür. Kimi insanlar, yaşamı değil ölümü severler!"
Örneğin, Jane Auste'ye ölüm döşeğindeyken son arzusunu sormuşlar:
"Ölmek dışında bir şey istemiyorum!" Diye yanıt vermiş.
Ölümsever kişiler hakkında ki, görüşünü ise şöyle açıklıyor bize Erich Fromm:

"...Soğuk ve herkesten uzak " yasaya ve düzene tutkun" insanlardır. Benimsedikleri değerler, bizim normal yaşamımızı oluşturan değerlerin tam tersidir.
Onları heyecanlandıran, doyuran şey yaşam değil ölümdür..!"

Sanki Fromm, bana cesaret verici sözler fısıldamıştı.

 Suskunluğumu  yüksek sesli düşüncelerim bozmuştu:

 "Ölüm aslında bir uyanıştır. Neden korkuyoruz ki ondan?" Diye yüksek sesli düşünmüştüm.

Sanatçı dostum Tuğrul Çetiner'in yanıma sessizce gelişini duymamıştım. Sonra yanıma yaklaştı, bana doğru eğilerek sormuştu:
" Yoksa sen uyuyup uyananlardan mısın Emine?"
Gözleri iri iri açılmıştı. Onun sorusuyla irkilmiştim! Yüreğim ağzıma gelmişti.
O gün kahvelerimizi içip ölüm ve yaşam hakkında epey bir sohbet etmiştik.
...
Dün, gazetenin bir köşesine gözlerim dikkat kesilmişti.
 Büyük harflerle ÖLÜM ANI yazıyordu.
 Yine ölüm geliyor aklıma. Üşüyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Nasıl olmasın ki?
Hele insan çok sevdiğini/ sevdiklerini kaybetmişken...
Hele en sevdiği hala ona bağlı yaşıyorken; onu nasıl bırakıp da gidebilir ki?
Gazetedeki haberi okuyorum:

"Avustralya’da yıllarca ölümü bekleyen hastalarla çalışan hemşire Bronnie Ware, emekli olduktan sonra deneyimlerini anlatan bir kitap yayınladı.
Kitapta yıllarca baktığı hastaların yaşamlarının son günlerinde yaşadığı 5 büyük pişmanlığı sıralamış. Hepsi büyük dersler çıkarılacak maddeler;

1. “Keşke başkalarının benden beklediği hayatı sürmek yerine düşlerimi gerçekleştirecek cesaretim olsaydı.”

2. “Keşke bu kadar çok çalışmasaydım.”

3. “Keşke duygularımı dile getirseydim.”

4. “Keşke doğru arkadaşlarla ilişkimi sürdürseydim.”

5. “Keşke kendime daha çok mutlu olmak için izin verseydim.”
...
Bir çoğumuz okuduğu okulu, çalıştığı işi hatta eşi bile başkalarının fikirlerini gözeterek seçmedik mi?
Öyleyse hayatımız ne kadar bizim hayatımız?
Bu sorulara, bu yaşımda yanıt bulmak isterken bile üşüyorum. Kendimi kucaklıyor, sıkıca sarıyorum kollarımla.

 Özellikle çağımızın en büyük problemlerinden değil mi? Önceliklerimizi bilemiyoruz.Daha çok çalışırsak daha mutlu olacağımıza inanıyoruz.
Oysa ki ailemizle birlikte kahvaltı yapamayacaksak, akşam yemeğinde masada birleşip sohbet edemeyeceksek hiçbir anlamı kalmıyor ki yaşamın.
Hatta çok da ileriye gidip duygu dünyanıza tırmık atacağım:
Hangimiz sevdiğimiz halde dilimizin ucuna gelen o 2 sözcüğü söyleyemiyor, dili, kalemi tutukluk ediyor?

Korkuyoruz değil mi?
Cesaretimiz kırılıyor!
"Seni seviyorum,"
" Yanımda olur musun?"
"Lütfen gel!"
" Teşekkür ederim," demekten,  istemekten. Sakınıyoruz değil mi?
...
Size bugün o ölüm anında bazı ünlülerin son sözlerini derledim:
Cemal Süreya:
"...Bu da oldu işte. Aldığın şu hayat fena değildi. Üstü kalsın!"
Oscar Wilde:
" Ya duvar kağıdı gidiyor, ya da ben."
Joan Crawford kendisi için dua eden yardımcısına:
"Lanet olsun! Sakın Tanrıdan benim için yardım isteme!"
Joseph Henry Green, kendi nabzını ölçmüş ve " Durdu!" Dedikten sonra gözlerini kapamış.
Mao:
" Kendimi kötü hissediyorum. Doktor çağırın!"
Nostradamus kendi ölümünü tahmin edercesine;
" Yarından itibaren burada olmayacağım!" Demiş.
Seri katil Panzram Azrail'e seslenmiş:
" Çabuk ol sersem. Sen burada oyalanırken ben 10 adam öldürürdüm!"
Ünlü yazar Voltair kendisi için dua eden, şeytanı lanetleyen papaza seslenmiş:
" Papaz efendi bence şu an düşman kazanmak için iyi bir zaman değil."
İngiliz yazar Bernard Shaw:
" Benim için yeni bir deneyim olacak!"
Ünlü bestekar Wagner biraz sert çıkışmış:
" Cehennemin aşağılık yaratıklarına çok düşkünüm, onların hasretini çekiyorum!"
Goethe'nin gözlerinin feri sönerken;
" Biraz daha ışık lütfen..." der ve uyanmaz.
Kant: " Bak işte bu iyi!"
Beni en çok düşündüren ünlüler ise Sokrates ve Karl Markstı.
Marks;
" Hadi oradan!
Son sözler yeterince doğru söz söylememiş aptallar içindir!"
Felsefenin babası Sokrates:
" Peşimden gelin. Beni takip edin!" Demişler.
Namık Kemal sanki hissetmiş gibi " Biraz dinleneyim," der ve gözlerini yumar.
Peyami Sefa:
" İşte bu fena!"
Atatürk:
" Aleyküm selâm!"
Fatih Sultan:
" Hekimler bana nasıl kıydınız?"
Kanuni Sultan Süleyman:
" Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsün: Padişah olan Sultan Süleyman bu dünyadan eli boş gitmiştir."

İş işten geçtiğini anlamış olam İngiliz şair Lord Byron:
" Her şey bitti, artık çok geç!"

İşte bu son sözcüklerde duraksıyorum. İçimdeki okyanus kabarıyor. Dudak uçlarımı yalpalayan dalgalara karşı direnmek yerine, aralayıp boşaltmak, haykırnak istiyorum içimdeki köpürenleri.

"...Hadi, henüz çok geç değilse diyebiliyorken; atın çöplüğe o lanet olasıca kibrinizle gururunuzu.
Onu ne çok sevdiğinizi, gidin ve söyleyin.
 Sizi düşünmeyen bencilleri izlemekten vazgeçin ve o insanlardan ise uzak durun.

Aksine kimsenin ne düşündüğünü umursamadan hayatınızı yaşayın!
Bu kez de başaramıyacağım, diye sakın korkmayın. "

"...Geçmişe bakın. Benjamin Franklin tam 6 kez kaybetmiş, 7.sinde kazanmış.
Denemekten asla vazgeçmeyin."

 Ve şunu asla unutmayın!
Yaşamın sonunda yaptıklarımızdan değil, yapamadıklarımızdan pişmanlık duyarız.
Bir şair şöyle der:

" Ölümü boşver! Kefenim sen kokacak mı, sen onu söyle?"

Ve son söz de benden gelsin sizlere:

Mutluluklarımız seçimlerimizi, tercihlerimiz ise kaderimizi belirler..!

Emine Pişiren/ Kocaeli

YALANCI!



Hani çocukluğumuzda bir tekerleme söylerdik:

" Yalancı yalancı, sana kimse inanmaz!"
Bugün birisinin yazmış olduğu mesaja çok güldüm.

" Sana gelecektim, ama telefonun bende kayıtlı değildi."

Yahu, sosyal medyada seni her Allah'ın günü görüyorum. Niçin bu bahane?
Neyse, inanmış gibi sustum bende.
Sabah sabah düşündüm de;

Hiç kendinden emin bir kişi doğrularından vazgeçer mi?

Eğer ki, gerçek yerine yalanı seçmişse, bunun birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum.
Ya yalancı özgüvenini yitirmiştir. Ya çıkarları ön plandadır.
 Ya da cesaretini yitirmiş kaybetmekten korkuyordur.

Aristo'ya sormuşlar:

"Yalan söylemekle ne kaybederiz?"

Cevap vermiş:
" Doğruyu söylediğiniz zaman bile, karşınızdakini inandıramamayı..!"

Yunus'a sormuşlar, doğru nedir, yanlış nedir?" Diye.

Cevap vermiş:
" Cümleler doğrudur, sen doğru isen. Doğruluk bulunmaz, sen eğri isen."

Doğrudan ayrılmayan onurlu insanlar  da şöyle derler:

"Yüreğimdekileri paylaştım paramparça ettiler."

"Yalancıya gerçeği, cahile doğruyu anlatamadım gitti..."

Galiba en somut duygu rengini, yani güven duygusunun gönülden firar edebileceğini Nietzsche bize şu söylemiyle ifade ediyor:

" Bana yalan söylediğine üzülmedim. Bundan sonra sana inanmayacağıma üzüldüm."

Yalanlarıyla avunanlara yazar Susanna Tamaro, bize yalancıların kişiliklerini ele veriyor:

" Sözcükler tek başlarına insanı kırmaz. İnsanı yaralayan, sözcüklerin arkasına saklanan iki yüzlülüktür."

Sözün özü şudur benim lugatımda:

Yastığa başını koydun mu, yastık değil  kafa huzurlu, yatak değil yürek rahat olmalıdır ki, gönül yorulmasın.
Vicdan huzurla dolsun.

Aksi halde sevgi firar eyler.

Emine Pişiren/Kocaeli

Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış


Hangi ülke tam medenidir?
1492 yılında yeni kıtaya yelkenlilerle ulaştıktan sonra;

" En iyi  Kızılderili, ölü bir Kızılderilidir!" Diyerek Kızılderilileri katletmiş,
Topraklarını işgal etmiş kıtanın adını "Amerika" koymuş,
Tam 500 yıl masum Kızılderililerin soylarını yok etmek için katliyam yapmış,
Ağzındaki wiski kokusu duyulmasın diye karanlıkta esnerken dahi ağzını kapatan İngilizler mi?

Yoksa o mükemmel diksiyonu ile konuşan,
Kuzey/Güney Afrika Yerlilerin eline İncil Kitabını tutuşturmuş,
Sonra da o masumların altın ve elmaslarını çalmış,
Dünyanın en güzel lisanı ile şarkılar okuyarak dünya başı için yemin etmiş Fransızlar mı?

Yoksa, üstün ırk sevdası ile milyonlarca insanı gaz odalarında, fırınlarda diri diri öldürmüş,
İşgence için kurdukları kamplarda insanlık vahşetine dünyayı tanık etmiş Almanlar mı?
İtalya ve diğer ülkeleri tek tek yazmış olsak kalem dahi yorulur inanın...
Rus lideri Putin ile koca ülkeye demokrasi geldi diye sevinen bizler, kapalı kapılar ardında 3. Dünya ülkeleri bölüşmek için el sıkıştıklarını göremiyoruz...

Şimdiyse dünya biyolojik kimyasal bir savaşın sonuçlarına şaşkınlıkla tanık oluyor...

İnsanlar ölüyor..!

Ülkeler konuşuyor...
Hukukçular konuşuyor...
Akademisyenler konuşuyor...
Bakanlar, vekiller konuşuyor...
İnsanlar konuşuyor...
Zülüm görenler konuşuyor...
Ama boş konuşuyorlar.
Çünkü Nasıl ki, teröristler Ortadoğu Petrollerinin Yankileriyse,
Batıda Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, 
Asya'da Rusya, Ermenistan, Irak, İran,
 Güneyde İsrail, Güney Rum ülkeleri, Uzakdoğu'da Çin, vb ülkeler Müslümanları Asimile etmekte/ edecek olan Haçlı Ordusunun Yankilerdir..!

Yani, parayla terörist yetiştirdikleri, kanlı dişlerindeki et kırıntılarını temizleyecek olan kürdanlarıdır..!

Hıh!
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, insan haklarını koruyacak milletlerin biraraya gelmesiyle oluşmuş ülkelerdir, ha!

Yahu, o ülkeler, Akif'in dediği gibi "Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar,"'ın ta kendi(si)leri değil midir?

Bilin istedim.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Kadınım Ben



(8 Mart Dünya İşçi Emekçi Kadınlar Gününe Özel)

Dudağımdan öpmeden önce,
Gözlerinden sevgi içir gözlerime.
Tenime dokunmadan önce,
Gönlüme güven duygunu ser yüreğinle.
Kadınım işte, çok şey istemem ki senden...

Bana hükmetmek istiyorsan eğer,
Sözlerinle değil, hediyelerinle değil
Adam gibi gel, bir ömür boyu sol yanıma...
Kadınım işte, çok şey istemem ki senden...

Emine Pişiren

Evde Kaldım



Annem derdi ki;

" Delikli boncuk yerde kalmaz.
Deli kız evde kalmaz!"

Corona cadısı, herkesi evde bıraktı.

Eve kapanınca insan çok fazla hareket edemiyor.
Örneğin ben...
Güne nasıl başlıyorum?
Kısaca anlatayım.
Sabah saat 07:30'da uyanıyorum.
Elimi yüzümü yıkadıktan sonra ilk işim kendi mayalamış olduğum, bağışıklığımı yüksek tutacak " Bir Bardak Kefiri" içip kültür fizik ve solunum egzersizimi yapıyorum.

Sonra da 2009 senesinden beri uyguladığım " su kürüne" başlıyorum.
Bunu şu şekilde uyguluyorum: 5 bardak içme suyunu 10 dakika aralıklarla içiyorum.
Kahvaltı sonrasında haberleri izliyor, dünyada "ne var ne yok" bilgi ediniyorum.
Sosyal medyada kısa bir turdan sonra mutfağa geçiyorum.
Günün mönüsüne kendimi odaklıyorum.
Evimi toparladıktan sonra beni mutlu edecek 2 eyleme yöneliyorum.
Resim yapmak ve kitap okumak...
Böylece dünyayı korkutmakta olan corona pandemisinden kendimi uzak tutuyorum.
Ve Oscar Wilde kulak vermiş oluyorum. O der ki:

“Ruh vücutta ihtiyar olarak doğar. Vücut onu gençleştirmek için ihtiyarlar.”

Galiba olmak veya olmamak hayatın akışı...
Orta çağdan günümüze kadar gerçekleşmiş pandemileri düşündüğümde ilk aklıma gelen,
Veba
Kuduz
Çiçek
Kolera
Sars
Mers
Kırım Kongo,
Kuş Gribi,
Ve benzeri gibi hastalıklar oluyor.
İnsanlık, daha önce bu öldürücü hastalıklarla nasıl başa çıktıysa, CORONA VİRÜSÜ ile de başa çıkacaktır.

Panik yok!

Mutlu kalın.
Sağlıklı kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Karantina



Evimizde karantinadayız.
Hasta olmamak adına bu izolasyonumuz.
Bende can sıkılmasın, diye kitaplığımda okunmak üzere karantinaya almış olduğum kitaplarımı okuyor, artan saatlerimi kah televizyon, kah film izleyerek değerlendiriyorum.

Kitaplarım, dedim de...
Aklıma düşüverdi ilkokul yıllarım.
O yıllarda da dünyayı korkutan kolera adlı salgın hastalık yaygındı.
Annem, bol bol limon yedirirdi. Ne zaman bir arkadaşımız cır cır olsa, " ay kolera oldu!" Diyerek ondan kaçışırdık...
Şimdi öksüren hapşıran birini gördüğümüzde kaçtığımız gibi...

Dünyada ve ülkemizde salgın hastalıkları biraz araştırınca eskilere, yani Ortaçağ yıllarına yol alıyor belleğim. O karanlık yıllarda Ortaçağ zihniyetinde bulaşıcı ve öldürücü hastalıklarda bitkilerden oluşan kremlerle, sıvılarla otama yapmış,
Alternatif tıbbı denemiş insanlar, "cadı" "büyücü" olarak algılanmış, yakalanıp vahşice halkın karşısında yakılarak öldürülmüştür.

Tabi bu konu hakkında senaryolar yazılmış, birçok filmlere konu olmuş, bizler de izlemiştik.

Pek kimse bilmiyor, lakin tarihte ilk çiçek aşısını Uygur Türkleri bulmuş olduğunu biliyor muydunuz?
Rivayete göre onlara da yine Çinlilerden sirayet edilmiş bu hastalık.
 Türk Bilim Adamı İbni Sina ise kitaplarında sıklıkla çiçek, kızamık hastalığından ve tedavisinden bahseder.

Tarihçesi şöyle:
Çiçek hastalığının ilk olarak M.Ö. 10.000’lerde Afrika’da ilk yerleşik uygarlıklarda ve Mısır’dan Hindistan’a giden tüccarlarda görüldüğü düşünülmektedir. Hastalığa ilişkin ilk somut kanıtlar ise M.Ö. 1570-1085 yıllarında bazı mumyaların yüzlerinde tespit edilmiştir. Firavun V. Ramses’in (ö. M.Ö. 1160) mumyasında da çiçek izleri bulunmuştur.

Çiçek hastalığına ilişkin ilk kayıt ise M.Ö. 1000 yıllarında Çin’dedir. Yine Çin’de M.Ö. 4. yüzyılda Ko Hung tarafından yazılan bir tıp kitabında bu hastalıktan bahsedilir.

Kitap beriberi, hepatit, veba ve çiçek hastalıklarına ilişkin en erken raporları içerir. Çiçek hastalığının M.S. 571 yılında Mekke’de Etiyopyalı askerleri yok ettiği, 654 yılında da Çin’de bir çiçek salgını olduğu kayıtlarda yer almış...

Hastalık 6. yüzyılda Fransa'da, 7. yüzyılda Mısır'da görüldü ve oradan İspanya'ya ve tüm Avrupa'ya yayıldı. Amerika’ya ise çiçek hastalığını Avrupalı sömürgeciler getirdi. Avrupa'da 18. yüzyıla kadar her yıl insanlar neredeyse 200.000–600.000 çiçek hastalığı yüzünden ölmüş...

Kimi kaynaklara göre çiçek aşısına ilişkin ilk uygulamalar 1000 yıl önce Çinliler tarafından geliştirilmiştir.

Bazı kaynaklara göre ise eski Türkler bu uygulamayı çok daha önce biliyor ve uyguluyorlardı. Uygur Türkleri zamanında yazılmış bazı tıp kitaplarında kızamık ve çiçek hastalığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Bu uygulama daha sonra Anadolu’ya gelen Türkler tarafından çiçek salgını görüldüğünde uygulanmıştır.

Bütün bu bilgilerin ışığında gözlerim yine Osmanlı Saray hekimleriyle, İbn Sina'nın satır aralarına kayıyor.
İbn Sina’nın (980-1037) kaleme almış olduğu Kanun adlı eserinin 34. bölümü ülserler, çiçek ve kızamığa dairdir.

İbn Sina'ya göre, ilkbaharda güneyden esen rüzgârlar çiçek ve kızamık gibi bazı salgın hastalıklar getirirler. Hastalık evvela çocukları, ikinci derecede gençleri ve daha sonra da erişkinleri yakalar. Hararet ve nemi fazla olan şehirlerde rutubetli bünyeliler, kuru bünyelere göre hastalığa daha fazla yakalanırlar.

Çiçek ilkbaharda, sonbahardan fazla görülür. Çiçek yalnızca ciltte değil, vücudun bazı azalarında da görülebilir ve çiçekten sonra felçler olabilir. Çiçekte kaşıntılı noktalar çıkar ve zamanla bunların içi irinle dolar. Sonunda bunlar kurur ve düşerler.
...
Ortaçağ Avrupa'sı ve İngiltere çiçek hastalığından kırılırken İngiltere 'deki papazın küçük çocuğunu korumak amacıyla bu aşıyı yaptırdığını okuduğumda hiç şaşırmamıştım.
Çünkü 1980 yılında sürgün olarak çalışmaya başladığım İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde öyle çok kitap okumuştum ki...

Özellikle Osmanlıca, Farsça ile yazılmış saray hekim ve mollalarının yazdığı kitaplarını Türkçemize çeviri yapan yazarlarla tanışma fırsatı bulmuştum.

 "...Çiçek hastalığının aşısını ilk kez Türklerin bulduğunu biliyor musun Emine?"
Sorusunu bana sormuş kıymetli yazarımız Abdülbaki Gölpınarlı ile de işte o yıllarda tanışmıştım.
Hastalık hakkında bazı bilgileri bizzat ondan dinlemiş, öğrenmiştim.
 Ak sakalını sıvazlamış, bana Ortaçağda yaşanmış, binlerce insanın ölümüne neden olmuş çiçek hastalığının pandemisi hikayesini anlatmıştı:

"...İngiliz Papaz küçük oğlunun İngiltere yi kasıp kavuran, ölümle sonuçlanan çiçek hastalığına yakalanmasını istemez.
Korkusu cesaretinin üzerine çıkar.
Aşıyı, İstanbul'da elçilik yapmış, sonra ülkesine dönmüş İngiliz büyükelçisinin eşinden duymuştur.
Büyükelçinin eşi Türk hekimlerinden öğrenmiş olduğu aşılama tekniğini klise papazına gizlice öğretir.
3 yaşındaki oğlununun hasta çocukların yanında rahatça dolaşması, papazın çocuğunun hasta olmaması, kısa sürede yayılır.
Bu haber, çiçek hastalığından ölen tek varis, tek erkek kralın tahtına geçmiş İngiltere kraliçenin kulağına kadar gider.
Papaza destek verilir. Ama önce mahkumlar üzerinde deneme yapılması istenir.
Tüm mahkumlar özgür bırakılma vaadiyle kandırılır, bunun karşılığında aşılanır.
Tabi beklenen sonuç ölüm değil, şifadır."

...

İşte İngiltere bu uygulama sonucunda klise papazına yetki verilir, aşıyı üretmesi için izin verilir.
 Böylece bir ladynin İstanbul'dan İngiltere'ye ulaştırdığı bilgi ile papazın adı 1917 senesinde tarihe adını yazdırmış olur.
Oysa 3.Ahmet zamanında da, Kanuni zamanında da sarayda çiçek hastalığına yakalanmış çocuklar, yetişkinler aşılamayla iyileştiğini Osmanlı Saray Hekimi ve Mollalarının yazmış olduğu kitaplarında okuyoruz.
O İngiliz papazın adı Edward Jenner dir.
1717 yılında İstanbul’a tayin edilen İngiliz elçisi E. Worthley Montagu’nun eşi Lady Mary Montagu'dur." Diyor kıymetli yazarımız...

Bugünse Prof. Dr. Yavuz UNAT'ın Türklerde Çiçek Aşısı, adlı araştırma tezi geçiyor.

Okuyorum ilgiyle...

  "...Lady Montagu, Edirne’den Sarah Chiswell adlı bir dostuna yazdığı 1 Nisan 1717 tarihli mektubunda biz 303 yıl sonra gerçeği öğreniyoruz.

“Eylül ayında, büyük sıcaklar geçince aile reisleri ailelerinde çiçek hastalığına tutulmuş kimse olup olmadığını öğreniyor ve birkaç aile bir araya toplanıyor. Sayıları 15-16’yı bulan topluluk aşıcı kocakarılardan birini çağırıyor. Kadın, ceviz kabuğuna doldurulmuş çiçek hastalığı yapan maddeyi getiriyor ve aşısını hangi damardan açılmasını isterlerse o damarı bir iğneyle açtıktan ve iğnenin ucu kadar aşıyı buraya akıttıktan sonra yarayı bağlıyor ve üzerini de bir ceviz kabuğuyla pansuman ediyor. Bütün bu işlemler sırasında en küçük bir acı hissedilmiyor.”

Lady Montagu, aşı için özellikle vücudun kapalı yerlerinin seçildiğini, aşılanan çocukların 8 gün geçtikten sonra sıtmaya tutulduklarını, sonra 2-3 gün yatakta yatıp oynamaya devam ettiklerini, vücutlarında çıkan kabarcıklar geçince hastalığı tamamen atlattıklarını ve bu aşının “her sene binlerce çocuğa uygulandığını” yazıyor. Etkilenen Lady, faydasına şahit olduktan sonra kendi çocuğunu da aşılatır; sonuç hayret verecek denli başarılıdır.

Sonra “Vatanımı çok sevdiğim için aşının İngiltere’ye girmesini çok isterim” diyor ve ekliyor: “(İngiltere’deki) doktorların kendi menfaatlerini insanlığın iyiliğine feda edebilecek kadar fedakâr olabileceklerine inansam bunu onlara yazmaktan geri durmazdım. Bilakis doktorları kızdıracağımı zannediyorum. Zira bu hastalık onlar için çok kazançlı bir iş. Sağ dönersem onlara karşı savaşma yürekliliğini gösteririm belki.”

  Lady Montagu tam da bu sıralarda keşfettiği Türklerin aşısı yüzünden kilise tarafından dışlanmış, sokaklarda taşlanmıştır.

Lady Montagu ise Türkiye’de gördüklerini ayrı bir kitap halinde bastırmak ihtiyacını hisseder. Ayrıca torunu Louisa’nın anlattığına göre İstanbul’dan o kadar büyük bilimsel cesaretle dönmüştür ki, Londra’da ev ev dolaşıp İngilizlere Türkiye’de gördüklerini anlatmış, hatta kızını da yanında götürüp defalarca İngiliz kadınların gözleri önünde aşılatarak aşının bir zararı olmadığını ispatlamak için çırpınmıştır.

Sonuç olarak çiçek hastalığının tarihçesini okuduğumuzda anlıyoruz ki,

14. Osmanlı Padişahı I. Ahmed (1590-1617) çiçek hastalığına tutulur ve Kösem Sultan bir şifacıya gider, şifacı da ona büyülü bir ilaç verir. Şifacının verdiği bu ilaç, ceviz kabuğu içinde yer alan çiçek hastalığına yakalanmış bir kişinin deri parçalarıdır. Şifacı bu deri parçası üzerine Kösem Sultan’ın kanını da akıtır ve verir. Bu ilacı Kösem Sultan, I. Ahmed’in kanına akıtır. Uygulama bilinen ilk çiçek aşısı yöntemlerinden biridir.

...IV. Murat’ın (1611-1640) saray hekimi olan Vincent Timoni’nin torunu Emmanuel Timonius’un çalışmaları önemli rol oynamıştır. 1714’te onun yazmış olduğu bir mektup şöyledir:

“Bu ustaca söylemin yazarı, kırk yıl boyunca Türkler arasında ve İstanbul’da kalarak gözlememiştir ki, ilk olarak Çerkezler, Gürcüler ve diğer Asyalılar tarafından bir çeşit aşılama yoluyla çiçek hastalığı tedarik etme pratiğini başlatılmıştır. Her ne kadar ilk başta bu uygulamanın kullanımında ihtiyatlı olsa da, yine de, bu sekiz yıl boyunca binlerce konuda gördüğü mutlu başarı, tüm şüpheleri ortadan kaldırdı. Her yaştan, cinsiyetten ve farklı mizaçlardan insanlara operasyon yapıldığından beri hiçbirinin çiçek hastalığı yüzünden öldüğü tespit edilmedi… Bu aşılamayı kendilerine uyguluyorlar ve çok az semptomlara maruz kalıyorlar… Asla yüzünde iz ya da çukur bırakmıyor.”

10. yüzyıl hekimlerinden Ali İbn Abbas’ın da konuyla ilgili eseri vardır. Kâmil el-Sınâa olarak bilinen bu eser daha sonra Kâmil el-Sınâa Tercümesi adıyla Aydınoğlu Umur Bey adına tercüme edilmiştir (14/15 yüzyıl). Eserin 34. bölümü ülserler, çiçek ve kızamıkla ilgilidir.

İbn Sina cüzzam, uyuz, çiçek, veba, kızıl, tüberküloz gibi hastalıkların bulaşıcı olduğunu, temasla geçtiğini tespit etti ve korunmak için karantina uygulanmasını önermiş.

 Yine İbn Sina, çiçek, suçiçeği, kızıl ve kızamık gibi döküntülü hastalıkların döküntülerinin, yiyeceklerden ileri gelen alerjik döküntülere benzediklerini, ancak çiçek döküntülerinin, loğusalık humması, kızamık ve yiyecek döküntülerinden farklı olduğunu bildirmiş.
...
Cevdet Paşa Tarih-i Cevdet’inde şöyle yazar:

“12 yüzyılda Avrupa’da çiçek hastalığı biliniyordu. Avrupalılar çocuk kanında al ve kırmızı yuvarlardan fazla olan dayanıksız ve yeni gelişenleri tabiat atar bilinciyle bir defa olsun insanların vücudunda bu kabarcıklar çıkıp sönerek kan temizlenir ve kuvvetlenir diyorlardı. Ancak Arnavutluk ile Sudan'ın bazı yerlerinde bu hastalık bulunmuyor, hatta ahalisi başka bir diyara giderse çiçek çıkarırlarmış. Çin'de çiçek hastalığı yokken Kanton şehrine gelip giden Basra tüccarından geçti diye iddia ediyorlarmış. Amerika'da önceleri çiçek hastalığı yokken Kolomb'un keşfinden sonra Avrupalılarla karışma sonunda orada da hiçbir yerde görülmedik durumda şiddetli çiçek hastalığı ortaya çıkarak pek çok nüfus eksildiği söylenir. Aşının ilk ortaya çıkışı Osmanlı devletinde olup hafif çiçek çıkarmış olan çocukların kabarmış ve dolmuş olan çiçeklerinin suyunu alıp henüz çıkarmamış bir çocuğun kolunu çizip o suya sürerek aşı yapılıyor yapılan yerde bir kabarcık çıkıyor bununla o çocuk nöbeti savuşturarak çiçek hastalığından kurtuluyordu.”

17. yüzyıldan kalma bazı kayıtlar da Osmanlılarda çiçek aşısı tatbikatının olağan bir durum olduğunu göstermektedir.

Her ne kadar batı doğunun buluşlarına burun kıvırmış olsa da birçok bilimsel buluşlarımızı, çoğu hastalıkların tedavilerini ve aşıların formüllerini Türklerden çalmayı da ustalıkla başarmıştır.

Tüm dünya ve ülkemiz Corona Virüsü ile mücadele ederken; bende kitaplığımdaki sarı sayfaları karıştırdım.
 Kıymetli yazarlarımızın kaynaklarından edindiğim bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.

Bilin istedim.

Corona Cadısı ülkemizi terkedene kadar karantinada kalalım.

Kalın sağlıcakla.

Emine Pişiren/Kocaeli

Kaynak:

- Abbas M. Behbehani, “The smallpox story”, Microbiological Reviews, December 1983, s. 463).

- Prof. Dr. Yavuz UNAT/Türklerde Çiçek Aşısı

 - Prof. Aykut Kazancıgil’in “Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji”

- Dr. Adnan Adıvar/ Osmanlı Türklerinde İlim
...

Yaşlı ve Yaş Almak




Shakespear, " Beklemek cehennemdir!" demiş ve "Ama beklerim seni..." diye de eklemiş.
Nietzsche'nin beklemekle ilgili bir söylemi vardır.
" Beklemek bizi ahlaksız kılar."
Neden, niçin söylemiş, ama Can Yücel yumuşatır o söylemi:

" Beklemek güzeldir, ama doğru durakta..."

Hiç unutmam 1999 senesini...
Nasıl unutabilirdim ki, o yılı?
İlk yaşadığımız o büyük Marmara Depremini unutmak mümkün mü?
Binlerce can ve mal kaybı olmuştu.
Şimdi yıl 2020...
Ülkemiz ikinci büyük felaketi yaşıyor.
Dünyayı Çin den sarıp sarmalayan bu virütik pandemiyi umarım kısa sürede ülkemiz de atlatacaktır.
Bu arada karantinalı günler yaşıyoruz.
Evimde 2 haftadır karantinadayım.  Sokağa çıkmıyoruz.
Yaşama dair bir haber almak umuduyla sürekli TV'de haberleri izliyorum.
Gündemin ana başlığına yaşlılar geldi oturdu.

Yaşlı, sözcüğü bana iki insanı çağrıştırıyor.
Biri annem, diğeri hepimizin çok yakından tanıdığımız çocuklarımızın masalcı dedesi, Muzaffer İzgü'dür...
Neden ikisi gelir usumdan?
Çünkü her ikisi de aynı sözcükleri kullanmıştı:

" Yaşlıyım artık!"

 Muzaffer İzgü Hocamla Bursa Kitap Fuarında tanışmıştım.
Onunla aramızda kısa bir sohbetimiz olmuştu.

"Hocam sizi Edremit ilçesinde gerçekleştireceğimiz İnsan, Doğa Ve Yaşam adlı edebiyat şölenimize " Onur Konuk Yazar" olarak davet etmek istiyorum. Gelirseniz bizi çok onore edersiniz."

Gözlerime bakıp, ellerimi avuçlarına almıştı.

" Gelemem kızım, gelemem!"

Israrla üzerine gitmiştim.

" Niçin gelemiyorsunuz hocam?"

Kaşları bir çocuk gibi endişeyle alnında kederli çizgilere doğru gerilmişti.

" Yaşlıyım da ondan kızım. Yolculuk yapamıyorum da...Eh malum İzmir'de yaşıyorum."

Herhalde Van Edremit ilçesi ile karıştırmıştı ilçemizi.
Bu kez ben onun ellerini avuçlarımın içine hapsetmiştim:

" Hocam İzmir ve Edremit arası 2,5 saat sürüyor. Yaşlıyım, diyorsunuz! Hem sizin yaşınız kaç ki?"

Buruk bir ifadeyle yüzü ışımıştı.

"72 kızım."
Sesime neşe yerleştirip ellerini sıktım.
" Ah hocam ah! Kimse size anlatmamış demek!"
" Neyi?"
" Sizin orta yaşınızı sürdüğünüzü..."
Ve onun yüzünden hüzünlü gülüşleri silmiş, neşeli ışıltılar okuşturmuştum.
Onun daha 3 yıl orta yaşında yaşayacağını anlatıp güldürmüştüm.
Ve 2. Edremit Sarıkız Şiir Etkinliğimize gelmesi için şu cümlemle ikna etmiştim.

"Sizin yaşlı olabilmenize daha 3 seneniz var!"

Ve gelelim günümüze...
Ölümcül günler yaşıyoruz.
Öyle böyle değil.
Dünyada binlerce insan yaygın kovit 19 adlı virüse bağlı hastalığın neden olduğu ölümle pençeleşiyor.

Birçok eli kalem tutan arkadaşımız kalemiyle veryansın ediyor.
Yazmışlar çizmişler.
Bende yazdım.
Bende yaşlılarımız için mizahi sözcükler kullandım.
Hatta, şu dünyayı ve ülkemizi kaygılandıran Kovit 19 adlı virüs nedeniyle evde kalması gereken yaşlı insanların bir çocuk gibi inatçı duruş ve direnişlerine tanık olunca bende, " maaşlarından kesilme cezası kesilince evde kalırlar," diyerek ironi bile yapmıştım.

Bunu yazdım.
Zira genetiğimizde, " bana birşey olmaz," gibilerinden nedense  kabullenememe, gibi bir "direnme genimiz" var.
Orta yaş grubu birçok insanımızı da alıngan kılan hasarlı gen yüzünden bizler de nasibimizi alıyoruz.
Onlar kalemiyle bizleri paylayıp suçluyorlar.

Efendim...

Biz yaşlıları küçümsemiyoruz ki!
Onları korumak amacıyla evde durmasını istememiz, suç mu oluyor?

Kıymetli insanlar,
Sizden ricam şudur: Kalem kuşanıp, eleştiri oklarınızı atmadan önce lütfen algıda hata yapmasak diyorum.
...
Emekli bir sağlıkçı olarak size yaşlılığı kısaca anlatmak istiyorum.
Yaşlı ve yaşlılık nedir?
Öncelikle yaş almakla, yaşlılığı ayırmak gerekiyor.

Dünya Sağlık Örgütünün almış olduğu karara göre 75 yaşından 1 gün  almış kişiye "yaşlı" deniyor.
Tıptaki adına Geriatri olarak okuduğumuz yaşlanma: Canlı molekül, hücre, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesinde ortaya çıkan, geri dönüşü olmayan; yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüdür.
Önce şurası net anlaşılmalıdır ki;
Yaşlılık bir hastalık değildir. Yaşamın doğal bir döngüsüdür. Yaşın ilerlemesiyle birlikte beyinde hareket, algılama, dikkat, vb gibi zihinsel işlevsel kayıplar gerçekleşir.
Epidemik, pandemik hastalık durumlarında ilk korunması gereken kişilerin başında yaşlılar ve çocuklar gelir.
 Bunun için alınması gereken ilk tedbir Geriatrik, Pediatrik izalasyondur.

Yani yaşlı insanın herhangi bir organında hastalığa bağlı oluşacak, yaşamsal işlevsel  travma yaşamaması adına geriatrik rehabilatasyonu şarttır.

Çünkü yaşlanmış doku ve organın korunması gerekir. Buna küçük bir örnek vermek gerekirse;

Hastanede herhangi bir şekilde yatan yaşlı hastaların ayaklarına dikkat ettiniz mi hiç?
Hani hemşire her sabah vizitesinde yaşlı hasta yakınına şunu öğütler:
"Ayaklarını lütfen kuru tutmayın. Mutlak vazelin sürün!"
Bu uyarı niçindir biliyor musunuz?
Çünkü, yaş ilerledikçe hücre, doku yenilenmesi olmaz. Cildimizde diriliğini, canlı halini, esnekliğini kaybeder.
Yaşlanmış insanın cildi kurudur. Pul pul dökülür.
Tırnakları kalsiyum eksikliği nedeniyle zor kesilir. Çünkü sertleşmiştir. Çoğunda mantar hastalığı görülür. Çünkü bağışıklığı düşük bireye mantar mikrobu çabuk konaklar.
Yaşlı insan bebek gibidir.
Nasıl ki, yenidoğanın ağzında, başında mantar konaklarsa yaşlının da aynıdır.
Ama bebek çabuk iyileşir.
Yaşlının tedavi süresi çok geçtir.
Niçin biliyor musunuz?
Antikor yüzünden.
Evet, antikorlar yaşlı insanda yaş ilerledikçe azalmıştır.
Ama yenidoğanda günler, aylar, yıllar ilerledikçe kanlarındaki antikorlar artar.
Biz tıpta buna bağışıklığın artması diyoruz.
Bebekler bu nedenle kızamık, boğmaca, kızıl, kabakulak, menenjit, sarılık, vs hastalıklara bağışıklık kazandırılması için aşılanır.
Yaşlıların da özellikle risk taşıdıkları için zatürre, sarılık gibi hastalıklara karşı aşılanması gerekir.
Şimdi ülkemizde ve dünyada  Kovit19 adlı virüs yayılmış durumda. Ve bu virüs ölümle sonuçlanıyor.
Çünkü henüz virüse karşı antikor gelişmedi.
Aşısı da bu nedenle yok.
Vücudumuz bu virüsü tanımıyor.
Bebekte, çocukta, gençte antikorlar fazla olduğu için bu Korona Virüsü konaklayamıyor.
Ama antikor seviyesi, yani bağışıklığı düşük bireylerde tıpkı mantar hastalığı gibi çok rahat evsahibi olabiliyor.

Yaşlı insanlarımız bu nedenle sosyal izalasyon şarttır.
Onları korumamız gerekiyor.
Kimi dinlemiyor.
Bir çocuk gibi alınıp küsebiliyorlar.
Çünkü zihinsel olarak algıda, empatide işlevsel bozukluklar yaşıyor da olabilirler.
Aşırı alınganlık gibi...
İnat gibi...
Yaşlılığını kabullenmeme gibi...

Onları küçümsemiyorum.
Onları kınamıyorum...
Onları reddetmiyorum...
Çünkü bende yaşlı olacağım...
Ama yıllara meydan okuyarak.
Çünkü yaş alıyorum.
Henüz yaşlı değilim.
Bilmem anlatabildim mi?

C. Süreyya'ın dediği gibiyiz işte:

" Yarından bir şeyler beklemekle geçiyor ömrümüz."

Bilin istedim...

Emine Pişiren/ Kocaeli