Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

25 Temmuz 2008 Cuma

ADEM İLK FIRSATTA HAVVA’YI SUÇLAMADI MI?



Schiller’in “Asıl yalnızken yalnız değilim.” sözleriyle onun o anda ki, kendi içindeki savaşımından kaynaklanan bir yaşam kontrolü arzusu içinde olduğunu düşündüm. Belki içsel ve geriye dönüşsel olarak ele aldığımızda, kişinin anılara imgesel yol aldığında bu söylemi gerçekleştirmiştir, düşünsel olgusu çok yüksektir.
Yaşamın nasıl olması gerektiğine dair önceden planladığımız kavramlar varsa, onlar yaşanan o taze anın tadına ulaşmamızı ve bir sonraki anın sürprizlerini engeller. Oysaki yaşam her zaman beklenen gibi değildir. Kimi kez yol alırken yaşam yolunda irili ufaklı çakıl taşlarıyla kaplı olduğunu görürüz. Kimi kez de aşamayacağımız engeller ve uçurumlarla karşılaşırız. İnişlerimiz de olur, çıkışlarımız da. Ama önümüze çıkan her engeli eninde sonunda bir şekilde aşmaya çalışırız, değil mi?
İşte çoğu felsefenin manevi temel taşlarından biri de yaşamımız hayal ettiğimiz gibi gelişmez, yüreğimiz o anda gelişenlere seyirci olmaktan öte yaşamayı seçer. Suyun akışı gibidir yaşam. Aktığı yöne doğru iz bırakarak ilerler. Önüne çıkan engelleri eninde sonunda aşar. Biz insanlar toplumda veya ikili birlikteliklerimizde paylaştığımız yaşamı zehir de edebiliyor, huzurlu da kılabiliyoruz. Hiç yoktan gereksiz yere tartışmalarla birbirimizi öteliyor, suçlamalarla incitip, kırılmalara neden oluyoruz. Herhalde bu huzur bozma sendromu, insanoğlunun genetiğine yazılmış ki, asırlardır süregeliyor.
Mark Twain’in; “Cennet ve cehennemle ilgili ileri geri laf söylemek istemem; çünkü ikisinde de dostlarım var” sözlerinde ne güzel barış kokuyor, dostluk duygularımız kabarıyor değil mi?
Şimdi size bir hikâye anlatmak istiyorum: Dünyanın bütün renkleri bir araya gelip tartışmaya başlamışlar. Önce yeşil sözü almış; “ ben daha güzelim, çünkü hayatın rengiyim. Dünyaya baksanıza her yerde benim rengim hakim.
Mavi renk dayanamamış; “sen sadece yeryüzünün rengisin, oysa ben hem gökyüzünün hem de denizlerin hâkimiyim. Ben huzurun rengiyim,” der demesine de
Sarı renk ikisinin de sözünü kesmiş;”Size gülerim, ben olmadan siz hiçsiniz. Dünyaya sıcaklık veren güneşin rengiyim. Ben olmazsam yaşam donar,” der demez,
Kırmızı renk sözü almış; “Asıl yaşamın rengi benim. Ben kan rengiyim. Aynı zamanda aşk ve tutkuda tek söz sahibiyim. Ben olmadan hayat durur.”
Mor Renk hiç yerinde durur mu?
“Siz boşuna tartışmayın, hepinizden üstün olan benim. Birkaç rengi içimde barındırırım, ben asaletin, gücün, bilgeliğin rengiyim. Bu yüzden krallar, liderler, öğretmen ve bilgeler beni seçerler, üstün insanların rengiyim ben…”
Demiş demesine de Beyaz renk bir köşede kıs kıs gülmüş; “Nasıl da unutursunuz? Hepinizin bileşkesi benim. Hepiniz benden doğdunuz. Hanginiz bunu inkâr edebilir? Bütün renklerin atası benim.
Renkler böylesi üstünlük tartışmaları ile kavgaya tutuştuklarında beyaz renk siyah renge göz kırpmış. Bir anda ortalık simsiyah olmuş, siyah renk haykırmış:
“Haydi, şimdi bakın birbirinize, kim daha üstün? Bakın her biriniz rengimde kayboldunuz. Demek ki kimse kimseden üstün değil. Her birimiz kendimize göre en özeliz.”
Renklerin sesi soluğu kesilmiş ve uykuya çekilmişler. Hak vermişler siyahla beyaz renge o günden sonra saygı duymuşlar.
Onlar o günden sonra gökyüzünde ve suların yansımalarında hep birlikte huzur içinde yaşamaya başlamışlar. Her yağmur sonrası bizler onları bir arada seyretmekten hoşlanırız. Adına da gökkuşağı deriz.
Nasıl ki, Adem eline geçen ilk fırsatta suçu Havva'ya attıysa sürekli tartışma ve savunmalar içinde kendimize yer açacağız. Ve huzurlu-mutlu yaşamaktan uzaklaşacağız.
İşte hayatın özeti bu değil midir?
Onun akışına kendimizi bırakıp, yaşanan ve yaşayacaklarımızı da telaşsızca kabullenip iç huzuru yakalayabiliriz.
İstersek bunu başarabiliriz. Tıpkı gökyüzünde buluşan gökkuşağı renkleri gibi…
Sevgiyle Renk Renk Işısın Yüreğiniz
Emine PİŞİREN
2012-03-Kasım

ELİNİN KÖRÜ!..


ELİNİN KÖRÜ!..

Zaman zaman düşünmüşümdür. Türkçemizde deyimler, ata sözlerimiz ne derece doğru ve yerinde kullanılıyor? Geçenlerde yazmış olduğum bir yazımda, “elinin körü” diye bir deyim kullanmıştım. Biz bu deyimi genelde sabır kat sayımızın düştüğü anlarda dudaklarımızdan yüksek tonla söyleriz…

Evet, nedir “elinin körü”? Çok araştırdım, sordum, internette turladım ama bulamadım. Yani, benim bildiğim “elinin körü” hiçbir yerde yoktu…

Öğrenme ve araştırma yolculuğumda gördüm ki, her deyim her ata sözü birden fazla anlamda kullanılır olmuş. Bu yolculuğumdan keyif bile aldım. Atalarımız kafalarına göre takılmış. Size birden fazla örnek gösterebilirim…

Okul ile et kesim evini aynı kefeye koyan ve eğitimin şiddetle daha iyi olacağına inanmış atalarımız ve eğitimcilerimiz bakın neler söylemiş?

“Eti senin kemiği benim!”
“Hocanın vurduğu yeri ateş yakmaz!”
“Dayak cennetten çıkmadır!”
“Laf ile uslanmayanın hakkı kötektir!”
“Kızını dövmeyen dizini döver!”
“Kadının sırtından sopasını, karnından sıpasını eksik edilmemeli!”

Yukarıda sıraladığım birkaç atasözümüz uluslar arası adalet sıralarında masaya konulsa, nasıl sonuçlanır, artık varın sizler düşünün?..İşkenceden zevk alan insanlar olduğumuzu düşünecekleri kesin…

Eşitlik, eşitlik diye çığırtkanlık yapmışızdır. Bazen de, feminist olanların yanında yer almışızdır. Çoğunlukla ulu önder Atatürk’e kızmışızdır. Haremlik selamlık onun sayesinde kalktı diye. Bakın o devirlerde atalarımız nasıl cinsiyet ayrımı yapmışlar?

“ Bir evde iki kız olacağına dağda domuz olsun!”
“Bir evde iki kız biri çuvaldız biri bız! Bir evde iki oğlan biri devlet, biri mihnet!”
“ Kız doğuran tez kocar!
“Kız çocuğu el çocuğu!”
“Kız dediğin çiğ ettir, kaldıkça kokar!”
“Kızını döven dizini dövmez!”
“Oğlan büyür koç olur, kız büyür hiç olur!”
“Kızın mı var, derdin var!”

Yukarıda benim anladığım şu; “cinsiyet ayrımı yapılmış ve kadınlarımız aşağılanmış” o devirlerde…

Birde dikkatimi çeken şu oldu. Aman Allah’ım! Yahu, tüylerim diken diken oldu! O yetim ve öksüzlerin ne suçu var ki? Hele şehit çocuklarını aklıma getirince, daha da içim acıdı! Bakın neler zırvalamış atalarımız!..

“Çam ağacından ağıl olmaz, el oğlundan oğul olmaz!”
“Üveyin özü olmaz, köreğin gözü olmaz!”
“ Astar bez olmaz, üvey öz olmaz!”

Daha fazla yazamadım, kötü oldum! Yetimhaneleri düşündüm. Orada sıcak bir yuva ve anne baba özlemi içinde olan o minik yavruları aklıma getirince atalarımıza kızdım bile. Evlat edinmeye özendirmemişler…

Oysa o dönem, madem halifelik dönemiydi de, Hz. Muhammed Efendimizin(s.a.v) her hadisinden bir kıssadan hisse almamışlar mı? Bu konuda aklıma bir hadis geldi:

“ Allah’ın Resulu, bahçede oynayan çocukları izliyormuş. Bakmış ki bir çocuk köşede ağlamaklı, arkadaşlarına katılmıyor, öyle mahsun durmakta. Yaklaşmış yanına, ‘ Neden sende arkadaşlarınla oynamıyorsun, üzgünsün?’ gibilerinden sormuş. Çocuk ise;

- “ Nasıl mutlu olabilirim? Bugün arife, yarın bayram. Onların güzel kıyafetleri var, benim yok.” Der.

Hz. Muhammed, merak eder sorar:

- “ Neden sana alınmadı bayram elbiseleri?”

Çocuk boynunu büker, gözleri ağlamaklıdır.

- “ Babam öldü. Annem başkasıyla evlendi. Beni sokağa attılar.”

Allah’ın Resulü, daha da meraklanmıştır:

- “ Baban neden öldü?”

- “ Peygamberimizin savaşında şehit oldu!”


Çok duygulanmıştır kainatımızın efendisi. Çocuğu ellerinden tutar ve onu sevgili eşine emanet eder.

“ Bu çocuğu yıkayıp ve en güzel giysileri giydirelim.”

Daha sonra da, çocuğa eğilip, şu sözleri söyler;

- “ Senin babanın adı Muhammed annenin adı Hatice olsun mu?”

Çocuk bir süre sonra dışarı çıkar. Onunla az önce alay edip, üstündeki eskilere gülen çocuklar bu kez oldukça şaşkındırlar! Bu değişimi merak etmiş ve başına üşüşmüşlerdir. Çocuk başını dik tutup şöyle der.

- “ Benim bir babam var adı Muhammed Mustafa’dır. Bir annem var adı da, Hatice’dir.”

Diğer çocuklar imrenir ve bu kez yüzleri asılır ve çoğu şöyle der:

“ Keşke bizim de babamız şehit düşmüş olsa da, babamızın adı Muhammed annemizin adı Hatice olsaydı.”

Bu görüntü Hz. Muhammed Efendimizi çok etkilemiş olmalı ki, mescitte ashabına ve cemaate vaaz vermiştir. Yetimleri öksüzleri evlat edinmeye teşvik etmiş ve kendisi de örnek olmuştur…

Ben az önce yukarıda birkaç örnek verdiğim atasözlerimizi çoğaltabilirim. Daha birçok küfür içeren sözlerde söylenmiş. Şöyle bir düşündüm, “bizler bu sözleri duyarak büyüdük, daha değişik ve sağlıklı nasıl davranıp düşünebiliriz?” diye…

Şimdilerde zeka ve akıl ile ilgili bilim adamlarımızın akıl almaz tezleri var. Bilgiler genlerle aktarılıyor, daha sonraki nesle. Ee, ne olacak bizim psikolojimiz?

Ortaya çıkacak bir şarlatan, “yok efendim bu doğru şu yanlış…” gibilerinden akıl ve ahkam kesmeye. Bunca zamandır öğrendiklerimiz yanlış mıydı? Sahi ben bu araştırmaya hangi soruyla başlamıştım? Ah, anımsadım!

“ Elinin körü!..”

Geçenlerde bir yazımda belirtmiştim. Yoğun bir 24 saat sonrası oğlum benden, “anneee, bana üçü bir arada yapar mısın? Bende yanlış bir deyim kullanmıştım. “ Elinin körünü iç!”

Balıkesir Edremit ilçesine bağlı bir köyde bulunmuş, ”elinin körü”. Evet yanlış duymadınız. Elinin körü bir lamba. Yani yağ ile yanan bir kandil. Eskiden elektrik olmadığında, akşamları göz gözü görmediği zaman, “elinin körünü alda çık dışarı!” der ve Aladdin’in lambasına benzer küçük gümüş veya bakırdan bir kandil ile aydınlık sağlanırmış…

Bundan sonra, “bir insan neyse yetmişinde de odur!” gibilerinden atasözlerine kanmak yok öyle. Değişimin ve öğrenmenin yaşı yoktur. Yaşayış ve düşünce yapımız gün geçtikçe evrim geçirmekte. Ama atalarımıza saygımızda kusur etmeden değil mi?

“ Sukut ikrardan gelir!”
“ Söz gümüşse sukut altındır!”

Hoppalaaa! Gördünüz mü, ben bile şimdi çelişkiye düştüm!..

Yüzünüzden sevgi dolu gülüşler eksik olmasın, kalın sağlıkla!..




Emine Pişiren
Edremit/ Akçay/2008

20 Haziran 2008 Cuma

KADIN RUHU...


KADIN RUHU!..

Havada yalancı baharı tetikleyecek bir sıcaklık vardı. Tüm asaletiyle asırlara meydan okuyan efeler diyarı Edremit’i kucaklayan Kaz dağları ise, açık bulutsuz mavi gökyüzüne dokunmaktaydı. Tepelerini bembeyaz bir yorgan gibi kar örtmekteydi. Yeşil zeytin ağaçları bu örtü diplerinde uyumaktadırlar sanki.

“Aşk gibi, sevda gibi huysuz ve tatlııı kadınnn...Huysuz ve tatlııı kadınnn!..”

Kulağıma tv den gelen TSMüziği korosunun bu tatlı sesi yankılanınca, gülümsedim. Hiç de huysuz değiliz! M. Ö’de M. S’da biz kadınları anlatan, yazan çok şair çok yazar ve çokkk düşünür var olmuş ve gelmiş geçmiştir. Hatta Kazanova bile tarihe imza atan bir sözünü ölüm anında fısıldadığını biliyor muydunuz?
Bir gazeteci sormuş;
”kadınları tanıdınız mı?” yanıt ise,” henüz değil..” olmuş.

Ya Avrupa ve dünyaya kafa tutmuş Napolyon!

“Hiç bir savaş yormadı beni, Josephin’in kalbini kazanmak kadar!”

Şu sözleri söyleyen psikoanalizin babası ünlü Sigmund Freud ise;

”Kadın psikolojisini 30 yıldır incelememe rağmen büyük soruya cevap bulamadım. Gerçekten kadınlar ne istiyor?” oldukça erkekleri zora sokmadı mı?

Hatta uzak doğu ülkesinden de biz kadınlara atıfta bulunmuş bir Çinli;

”Kadına, inanan kendini aldatır. İnanmayan da kadını aldatır!” demekle ülkesinin erkeklerinin kafasını alabora etmiş olduğu kesin.

Baksanıza nüfusu 2 milyara yaklaşan Çin halkı nelere kadir!..
Felsefenin babası olan, Sokrates bence en doğrusunu söylemiş.

“ Kesinlikle evlenin. Karınız iyiyse mutlu değilse filozof olursunuz.”

Hatta kadının zekası hakkında bir fıkra bile anlatılmış çoğu kez.

“Bir alışveriş merkezinde adamın biri yarım kivi almak ister ve olmazlar karşısında kasiyer kadın, patrona danışacağını söyler. Patrona “efendim gerizekalının biri benden yarım kivi istiyor..der ama adam arkasından gelmiş ve bu konuşmaya tanık. Kadın devam eder,”bu beyefendi de diğer yarısını istiyor. Ne yapmam gerekir? Müşteri gittikten sonra marketin sahibi kasiyer bayanı odasına çağırır. ‘Gördüğüm kadarıyla başarılı ve zeki bir bayansın. Nerelisiniz?! Kasiyer bayan,’Brezilya efendim’ diye yanıt verir. Patron şaşırır!’Taa, Brezilya’dan buraya kasiyerlik yapmak için mi geldiniz?’ Genç kadın,’Efendim, Brezilya’da bir kadın ya fahişe ya da futbolcudur.’ Adam gülümser.’Ama benim eşim Brezilya’lıdır’ kasiyer bayan hiç bozuntuya vermez ve ‘ Aaa, ne güzel efendim! Hangi takımda oynamıştı, eşiniz?..”

Gördünüz mü ince ve kıvrak zekayı?
Kadın bir efsane bile olmuş. Kaz dağlarının bir Sarı Kızı anlatılır durur. Peki siz şimdi bana şunu soracaksınız. Ya sizin düşünceniz nedir? Ben, kadınların diğer yarıları olan erkeklerin olmadığı bir dünya asla düşünemiyorum. Onlar olmadan biz eksik kalacağımız kesin. Hani eskiler ne demişler?

” Kadın gümüş gibidir. Arada bir kararır. Parlatman gerek!”

Gördüğünüz gibi, ne kadar yazarsan yaz ne kadar anlatırsan anlat, gökyüzü kağıt, yer yüzü mürekkep ve sözlerimiz kalem olsa bir kadını anlatmakla bitiremeyiz. Kadın aslında zor değil ki! Kadın anlatılmaz, anlatılamaz ki! Peki nedir kadının ruhu?

“Kadın ruhunu dikkatle inceleyen biri, kadının erkek güzelliğine duyduğu tensel tutkunun çok rastlanan bir şey olduğunu savunmayacaktır. Kadınların birincisi erkeksi yaratılışlı olanı, ikincisi kuşkusuz sınırsız özgürlük yaşamış olanlar(fahişeler), üçüncüleri arkalarında eksiksiz bir cinsel yaşamları olanlar ve olgunluk çağına girmekte olan kadınlar ve dördüncü olarak da ruhsal yapıları nedeniyle “olağanüstü yaradılışta” olan kadınlardır.


Bu dört kadın türünde , erkek güzelliği karşısında kendilerini belirgin biçimde zayıf kılan ortak bir özellik vardır. Sevgi!..Çok iyi bilindiği gibi kadın ruhu erkek ruhuna göre daha bir bütündür. Cinsel zevkle sevgi ya da ateşin birbirinden kopuk olarak yaşanmasına kadında erkeğe göre daha az rastlanır. Kadında, bunların biri olmadan öbürü de olmazları vardır...” (-Sevgi Üstüne” Jose Ortega Y Gasset’e, Y.K.Yayınları-)


Yaa, işte böyle demek 4 tür kadını önce belirlemek gerekiyor.

Yüzünüzden gülücük, gönlünüzden sevgi eksik olmasın. Kalın sağlıkla...


Emine Pişiren/Edremit-Akçay/19-Mart-2008

YALNIZLIKTA GÜZELDİR...



Kişinin kendisiyle olmayı istemesi doğaldır. Çağımızda yaşam, evde ilişkilerimizde, işyerinde ve diğer alanlarda, başkalarıyla olmamızı sağlamaktadır. Dinlenmeye ayırdığımız zamanlarda dahi başkalarının varlığını arzuluyoruz...
Ama birde aşırı uçta olan insanlar vardır. Benmerkezci ve narsist kişiliklerdir bu insanlar. Başkalarıyla ilişkiye girmedikleri gibi zamanlarının çoğunu yalnız geçirmeyi yeğlerler. Sosyal değildirler. Kısacası mutsuz olurlar toplum içinde. Ve bu iki tür insan arasında da, diğer bir tür vardır. Mutlu olmayı başaran insan!...

Bu insan türü yalnız olmanın ölçüsünü bilen insandır. Özel alanının sınırlarını korumasını bilenlerdendir. Özel alan kendimiz olmak için, fiziksel zaman ve ortam yaratmak için ayrıdığımız ortamdır. Birisi kendisine yakın olduğunda, onun kişisel alanına sokulmasına izin verir.

Ama zaman zaman yaşamın o bunaltıcı ve keşmekeşliğinden kendimizi uzaklaştırma isteğimiz oluşur. Ruha özgürlük tanımak gerekir. Gerek iş gerek sosyal aile yaşantımızdan uzaklaşamıyacağız durumlarda, peki ne yapmalıyız?..Ya maddi olanağımız bu uzaklaşmaya el vermez ise?!.Aslında bu çok kolay. Nasıl mı? Bakın 1500’lü yıllarda yaşamış ünlü düşünür bunu nasıl başarmış?

“ İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı, ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa verip dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın. Kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir; kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız.”

Kişisel alan, eşini bırakıp gitmek değildir tabi. Televizyon karşısında tek başına zevkli saatler geçirmek, divana şöylee bir uzanıp kitap okumak veya internete geçip oyun oynamakta olabilir. Önemli olan, dikkatimizi çekecek başka meşgaleler olmaksızın gevşeyebileceğimiz zamanı yaratabilmektir.
Aklıma arkadaşımın eşinin yaptığı kaçamak geldi.

“ Yıl 1980 ve on beş yıldır evli bir çift. Erkek sıradanlaşan evlilik ve iş yaşamından bunalınca, aklına bir fikir geliyor ve onu uygulamaya karar veriyor. Tabi Kıbrıs’ta askerlik yaptığı arkadaşından da yardım istiyor. İş yerinde masasında bir güzel hazırladığı sarı zarfı, kırmızı damgayı da vurup, evin yolunu tutuyor. Eşi her zaman ki, akşam yemeği telaşı içindeyken o mektubu yemek masasının üstüne koyuyor. Kadın eşi banyodayken yarı açık mektubu okuyunca basıyor çığlığı! Eşi Kıbrıs’a eğitim için askere çağırılmış! Hemde tam 2 yıl!..”


Artık siz hikayenin geri kalanını tahmin etmekte zorlanmazsınız herhalde. Adam tam iki sene Kıbrıs’ta, msn den tanıştığı bir hatunla aşk yaşayıp evine elini kolunu sallayarak dönüyor.
Ee, insan isteyince ruha özgürlük verebilecek böylesi kurnaz fikirleri hayata geçirebiliyor...Gerçi bu ne derece doğru varın siz karar verin. Ne demiş Montaigne;


“ Kırdım diyorsun zincirlerini;
Evet köpek de çeker koparır zincirini;
Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak...”
Ve devam ediyor severek okuduğum düşünür;

“ Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz.”

Yüzünüzden gülücük, yüreğinizden bahar eksik olmasın. Kalın sağlıkla...



Emine Pişiren/Edremit-Akçay/21-Şubat-2008

27 Mayıs 2008 Salı

O BAZI ANLAR


O BAZI ANLAR…

Bazı anlarımız olur susarız. Bazı anlarımız olur konuştukça konuşur dururuz. Hele bir de dinleyen olursa karşımızda, susturabilene aşk olsun! Sabır taşı çatlar vallahi!..


Ben durmadan konuşanları dinler görünürüm çoğu kez. İlk on beş dakika dinlerim ve baktım ki, konu güzel anlatımlı tüm dikkatimi verir, katılım bile gösteririm. Değilse kafamda bir alay imgeler tur atar dururlar. Bazen ileri bazen geri sararım akıl defterimdekileri…


Yüzümde hafif gülümseme vardır. Nezaketin ardına saklandığımı bilmez çoğu kişi. Daha önceleri “off sıkıldım, başka konu yok mu?” dediğim çok olmuştur, tabi. Peki söyledim de ne oldu? Sivri dilli bir hanımeli çiçeği oluverdim. Annem “ Dilin kemiği yoktur, torba değil ki büzesin…” gibilerinden akıllar verir dururdu.


Bazen masamda sohbetin kalitesi yüksek olurdu. Bakın her biri nasıl zarif ve alçak gönüllü davranırdı.
Kimisi Chesterfield gibi övülmek isterdi ve alçak gönüllü olmayı yem olarak kullanırdı. Kimisi de kendinden söz etmeyi sevmeyen La Bruyere gibi olmayı seçerdi. Ama öyle birisi de vardı ki, gururunu önüne katıp sabrı seçerdi. Tıpkı Montaigne misali. Birde aklı ve zekasını önde yürütenler vardı “Senden iyilerine yer vermesini bilmelisin!” aynı Keble gibi…


İşte öyle anlarımda yukarıda o tür düşünen beyinlerle tadı damakta kalan sohbetler beni benden alırdı. Tıpkı Yunus’u aldığı gibi. Ne cinsiyeti vardı sohbetin ne yaşı bilinirdi. Tıpkı Hacı Bektaşi Veli’nin söylediği gibi.


“ Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde./ Hakkın gözünde her şey yerli yerinde./ Eksiklik de noksanlık ta, senin görüşlerinde…”


Genelde masa sohbetleri vazgeçilmezlerimdendir. İçinde çokça dostlar olunca, doyulur mu, konu tarih ve sevda olunca…Bazen sabahlarız bazen uyuklarız ama her nasılsa kaldığımız yerden yine başlarız. Bir fincan kahveyi dibindeki telveyle, ardından yudumlayınca. Hele ki o sohbetlerin konusu da aşk olunca!..


Eee, “aşkın gelişi aslında aklın gidişi amma…” yine de dinlemek kulağa hoş bir seda, hoş bir seda!..


Yüzünüzden sevgi dolu gülüşler eksik olmasın. Kalın sağlıkla…



Emine Pişiren/Akçay