Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

21 Aralık 2019 Cumartesi

Hayata Küfretmek...



Evet noktalı yerleri siz tamamlamayın bi zahmet... :)
Ben, kansere yakalandığım 2009 senesinde  günceme şöyle yazmıştım:

" Sevgili Ben,

Biliyor musun? Bugün bedenime hoş olmayan bir konuk geldi. Onu bir süre ağırlayacağım. Sonra kapıyı açıp, " beni daha fazla meşgul etmemesini söyleyip uğurlayacağım.
Onu ağırlarken, sana uğrayamadığım için sakın seni unuttuğumu sanma.
 O gittikten sonra yine seni bir önceki günden daha çok seveceğim. Sana söz!
Seni seviyorum."
...
Ve kötü konuk anlayışlıymış, uzatmadı bedenimdeki kalışını. Çok şükür erken gitti.
O gün bugün ben, yine kendime şiirler, mektuplar yazıyorum.

Kimi zaman oluyor ki, ayrılıklar, pişmanlıklar yaşıyoruz, elbette... Gönlümüzde hüzünleri sağıp, acıları da konuk ediyoruz.
Bu dönemlerimizde keyifsiz ve kendimizi bir koca HİÇ gibi de görüyoruz.
Hatta, hayata kafa tutuyoruz, onu yargılayıp suçluyoruz da...

Kimi zaman da ayaklarımız yerden kesiliyor. Aşık da oluyoruz. İşte o anlarda "dünyalar" sanki bizim oluyor. Böyle anlarımızda duygusal olarak öyle çok cömert oluyoruz ki...
 Ve hatta hayata teşekkür edip onu kucaklıyoruz da...

Oysa hayat, bize öyle çok seçenekler sunuyor ki.
İyi veya kötü, yanlış veya doğru, vs, tüm sunduğu o seçenekleri bizler irademizle, mantığımızla harmanlıyor,  aklımızla değerlendirip, seçmiyor muyuz?

Peki, neden hayatı adaletin kürsüsünde savunmada bırakıyoruz?

Kısacası;
Sürekli " Ey Hayat Sen Suçlusun!" Gibilerinden hayata yüklenmek ne derece doğrudur?

Çünkü hayat, tercihlerimiz sonucunda edinimlerimize, deneyimlerimize, hatalı seçimlerimize sadece seyircidir.

Kısacası; biz yargıç değiliz, hayat ta bir sanık değil.
Bir şairin çok sevdiğim söylemiyle veda edeceğim:

" Kahveni nasıl alırsın? Diye sordum. Elinden, dedi. Gel de sevme şimdi..."
Hayat küfredince değil, her şeye rağmen sevince güzel.

Ölüm mü?
Evet, ona rağmen!
Can, zaten bize emanet.
Hem de zamanı gelince sahibine geri gidecek bir emanet...

Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli

KANSERDEN KURTULMAK İSTEYENLER MUTLAK OKUSUNLAR



Doktora gidiyorsunuz size 3 ay süre veriyor.

" Bu ilacı 3 ay kullan ve yeniden MR çekelim. Tümör büyümüşse ameliyat ederiz. Sonra kemoterapi veya radyoterapi ile tedavi sürecinin başlar.!."

Korkutucu gerçeğinizle tam 3 ay başbaşa kalırsınız.

" Acaba ben kanser miyim?"
Sorularıyla, üzülür, gamlı gamlı düşünür, kanser değilse o küçücük misafiriniz, kansere dönüştürebilirsiniz.

Peki bunu nasıl başarırsınız?

Sizi anılarıma biraz yolcu etmek istiyorum. Amerikan Özel Sağlık Kolejinde okuduğum yıllarıma hadi biraz yolculuk yapalım.
...
Bir zamanlar bende tıbbi eğitim ve öğretim almıştım.
Cerrahi hocamız Jul Barbutt, o gün bize T Lenfositlerini anlatmaktaydı. Vücudumuzun bağışıklık sisteminde etkin olan T Lenfositlerinin görevlerini yapmadıkları zaman, otoimmun hastalıklarının oluşmasını sağladığını anlatırken, biz de sıkıntıyla sıra arkadaşımla fiskos yapardik.
Hocamız farkederdi. Kızmazdı. Ama bir şekilde dikkatimizi anlattığı konuya çekerdi.
O günde bunu öyle güzel başarmıştı ki, anlatınca sizde şaşıracaksınız.
 Lâtince sözcüklerle bizi yormazdı hocamız.  O derste hafızamıza öyle bilgiler ekmişti ki, yıllar geçse de unutmamız mümkün değil artık.
Hele söz konusu çağımızın vebası kanser illetiyse..!

Efendim, beynimizde ceviz büyüklüğünü geçmeyen, tüm hormonları yöneten bir  bezimize sahibiz. Hani bebeklerin tam kafasının ortasında bulunan, adına " bıngıldak" dediğimiz yumuşak, küçük bir yer elimize gelir ya...
İşte tam o kafa çukurunda adı hipofiz olan ceviz büyüklüğünü geçmeyen adı HİPOFİZ olan bir bez vardır. O bezin nelere kadir olduğunu anlatan cerrahi hocamızı pür dikkat dinliyorduk.

" Arkadaşlar. Bu bezi sakın hafife almayalım. Bedeninizin herhangi bir yerinde elinize değen küçük bir nodül size olumsuz duygular yaşamanıza neden olabilir...

" Nasıl mı? Bunu size şöyle örnekleyeyim: Eğer 40 gün içinizden, 'acaba ben kanser miyim? Kanser mi oldum?' Gibilerinden düşünüp, her an, hergün endişelenirseniz. Sinir nöronlarının iletileriyle Hipofizi uyarmış oluyorsunuz.

"...İşte bu minik bezin çapı küçük ama, yaptığı iş büyüktür. Çünkü tüm hormonları yönetir. Siz kötü düşündükçe o da vücudunuzdaki tüm hormon bezlerini aktif edecek, sarı renkli bir sıvıyı üretecekler, bu sıvıyı tüm hücrelerinize yayılacak, 40 günün sonunda yağ bezesi olan o küçücük nodül büyüyecek ve siz gerçekten kanser olmuş olacaksınız..!"

Ürkütücü değil mi?

Dersten sonra beni sınıfta tutmak mümkün değildi. Doğruca yatak odama koşmuştum. Bedenimde fındık büyüklüğünde hareketli bir nodül elime gelmekteydi.
Parmak uçlarımla o küçük nodüle dokunduğumda içim üşümüştü. Bir kuşku girdi mi beynime!

" Acaba ben kanser miyim?" Diye.

Böyle endişeli olarak birkaç günümü uykusuz geçirmiştim.
Konuyu sınıf arkadaşıma açtım. O da benimle dalga geçmez mi?
Yüzümün asıldığını görünce, ciddi olduğumu anladı.

" Hadi gel Cerrahi Hocamız Jul Barbutt'a gidelim. Ancak o seni bu durumdan kurtarabilir."

Utana sıkıla gittik. Beni muayene ettikten sonra,

"Sakın üç ay elleme. Kontrol bile etme. Aklına kötü, olumsuz düşünceler getirme. Kötü huyluysa bu konuk büyür. Değilse küçülür. Korkma. Hipofiz ileti gönderme."

Hocamızın o içimi rahatlatan gülüşünü bugün dahi anımsıyorum.
2009 senesinde yakalandığım kanser illetinde, Amerikalı Cerrahi hocamızın hep o sözleri beynimde ışımıştı.
Hiç olumsuz düşünmedim. Hatta hastalığımı hafife almış, onu  bir "grip hastalığı" gibi görmüştüm.

Tabi Edremitli Bilim Adamı ve Herbalist Faruk Durukan'ın sözleri ise yaşama tutunmamda asıl etkendir. Onun, alternatif tedavi sürecindeki rolü büyük olmuştur.

" Korkma!" Demişti bana...

" Üç ay sonra sende kanserin zerresi bile kalmayacak. Yeter ki, sana verdiğim ZEYTİN, Üzüm, Propolis, İncir kürlerini düzenli olarak üç ay kullan..."

Umut işte...
Bende kullandım.
Tam 7 yıl..!
İnandım ve kurtuldum!

Geleneksel bitkisel kürleri birçok hastalığı mucizevi bir şekilde iyileştiriyor. Hele bir küre tesadüf ettim geçenlerde, sizlerle paylaşmadan içim rahat etmeyecek.
Çünkü ekstrakları ve bazı kanser ilaçlarını devlet ödemiyor. Çoğu alternatif tedaviler de cep yakıyor. Bu nedenle insanlar çaresiz ve umutsuz kalıyor.

Ölüm daha kolay yol oluyor..!

Gerçi Edremitli Bilim Adamı ve asistanları sağ olsunlar, gerekli kolaylığı ve indirimi yapıyorlar. Keşke devlet el atsa da şu kötü konukla hastaneleri meşgul etmesek...

Gelelim şu üç ay mucizelerine...

Çinli ünlü bir Herbalistin tarifi olan bu mucizevi içecek  internet’te çok popüler. Bu mucizevi ve basit içecek tarifi akciğer kanseri olan Çinli ünlü Bay Seto tarafından yayınlandı.  Çin’de ünlü bir Herbalistin tavsiyesi üzerine bu içeceği hazırlayarak içmeye başlamış.

Sonuç harika!

Diyor ki:

" Tam 3 ay boyunca düzenli bir şekilde bu içeceği kullandım ve şimdi sağlığıma kavuşmuş durumdayım."

Bu mucizevi içecek için ihtiyacınız olan malzemeler:

1 adet pancar kökü
1 havuç 1 elma

Hazırlanışı;

Bu malzemeleri iyice yıkayın ve meyve sıkacağına sığacak şekilde doğrayın. Meyve sıkacağında suyunu çıkarın ve karışımınız hazır.  Geri kalan posasını cildinize sürebilirsiniz. Bu posa cildinizi güzelleştirecektir.

Bu karışımı üç ay boyunca her sabah, kahvaltıdan 1 saat önce hazırlayarak taze taze aç karnına için.   Dilerseniz karışıma limon suyu da ekleyebilirsiniz.

Bu mucize içeceğin etkili olduğu rahatsızlıklar:

Gelişmekte olan kanser hücrelerini önler.

Karaciğer, böbrek, pankreas hastalıklarını önler ve ülser tedavisinde de kullanılır.

Akciğeri güçlendirir, kalp krizi ve yüksek tansiyonu önler.

 Bağışıklık sistemini güçlendirir.

Kızarmış, yorgun veya kuru gözlere iyi gelir.

 Stres ve has ağrısını ortadan kaldırmaya yardımcı olur.

 Bağırsak hareketlenmesine yardımcı olarak kabızı ortadan kaldırır.

 Detoks olarak da kullanılabildiğinden cildiniz daha sağlıklı ve parlak bir görünüme sahip olacaktır.

 Boğaz enfeksiyonuna iyi gelir. Akne ile mücadeleye yardımcı olur.

Regl ağrısını azaltmaya yardımcı olur. Saman nezlesine iyi gelir

Pancar suyu, Avrupa’da yıllardır kanser tedavisinde kullanılıyor. Hatta pancar suyu içeren alternatif tıp yöntemine ilk yönelenler de Alman Farberse ve Schoenenberger adlı doktorlar olmuş.

 1930’ların başında ise Macar bir profesör, pancar suyunun kanser tedavisindeki etkilerini gözlemler. Pancar suyunun detoks yararları yanında hücre tahribatlarını engelleyerek korunmasına da yardımcı olduğunu fark eder.

 Hatta sporcuların da daha iyi bir fiziksel performans için beslenme rutinlerine pancar suyunu eklerler.

Sağlıklı iken düzenli beslenin, hasta olmadan için faydasını görün. Sağlıksız iken yudum içemiyorlar lütfen stresten uzak kalalım. Kırmızı renkte olan her şeyde folik asit var. Kırmızı renkli sebze ve meyveleri çokça tüketin. Bakın metobolizmanıza nasıl iyi geliyor.

120 yaşındaki Çek: "Damarlarımı temiz tutarak 120 yaşıma geldim. İşte tarifim"
                                                                                                                                                             
                                                                                                                                                               
"104 yaşındayım, tansiyon ve kalp sorunu nedir bilmiyorum!Çünkü  bu kürü yapıp içiyorum."
                                                                                                                                                               
51 yaşındaki Lisa adlı kadın gencecik kalmasının nedenini bu küre bağlıyor.

   Kanser olunca dikkatler hep o illete odaklanıyor tabi. İnternette biraz dolaşınca bir diğer herbalist ile karşılaştım.
                                                                                                                                              Avusturyalı Herbalist Rudolf Brojs Kansere doğal çare bulmak için hayatını adamış. Brojs’a göre kanser sadece proteinler sayesinde hayatta kalabilir. Bu nedenle 42 gün boyunca  çay ve bu Kırmızı pancar ana maddesi olan karışımdan içmek gerekir.

42 gün boyunca kanser hücreleri açlıktan öldüren o kürün tarifi:

Malzemeler :

Pancar ( % 55 )
Havuç ( % 20 )
Kereviz ( % 20 )
Patates ( % 3 )
Turp ( % 2 )

Hepsini Blendırda karıştırın ve yaptığınız bu karışımı için.

 Tabi ünlü herbalist bizi uyarıyor!

" Bu meyve suyundan vücudun ihtiyacı kadarını içmek gerekiyor.
Fazlası mideye, böbreklere zarar verebilir..!"

Bakalım kanserden kurtaran bu mucize bitkiler ne işlevsel özelliği varmış?

KIRMIZI PANCAR:

Kırmızı Pancar, Lösemi ve diğer kanser türlerinde etkilidir.
Kırmızı Pancar vücuttaki ve kandaki toksinleri temizler.

Kırmızı Pancar Suyu karaciğer ve safra kesesini uyarır kabızlığı giderir.

Kırmızı Pancar Havuç ile beraber Gut, Böbrek, Safra Kesesi için mükemmeldir.
Kırmızı pancarın saç dökülmesi, sedef, egzama, ürtiker, kurdeşen ve karaciğer hastalıkları ile vücutta kaşıntının önlenmesinde faydalı olduğu bildirildi.

HAVUÇ:

Havucun faydaları arasında ilk sırada güçlü bir antioksidan olan beta karoten bakımından zengin olması geliyor. İnce bağırsakta A vitaminine dönüştürülen ve vücudumuzda bulunan serbest radikal dengesinin korunmasına yardımcı olan beta karoten cilt, saç ve tırnakların korunmasından kalp hastalıkları riskinin azaltılmasına kadar pek çok noktada önemli bir bileşen. Lösemiye iyi geliyor kalbe ve göz faydaları var..

KEREVİZ:

Kereviz: Kanser: Illinois Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, kerevizde bol miktarda bulunan “apigenin ve luteolin” adlı flavonoidler, özellikle pankreas kanseri tedavisinde, kanserli hücrelerin üremesinin durdurulması ve tümörün küçülmesi için etkili olabilir.Kolestrol, sindirim, idrar söktürücü, iltihaplı hastalıklara çok faydalıdır.

Derdi veren, dermanını da vermiş doğada.

Kırmızı pancarın böylesi bir rolü olduğunu bilmiyordum. Rahmetli annem kaynatır suyunu içerdi. Bana da içirdiğinde genzime gelen o toprak karışımı koku, hiç de hoşuma gitmemişti.
Ama annem pes edecek bir kadın değildi. Bana illa ki, kırmızı pancarı yedirecek ya da içirecekti...
Baktım ki mutfağında koca bir kavanoz, içinde de kıpkızıl bir şu var. Meğer, kırmızı pancarın turşusunu kurmuş. İçine de havuçları bir güzel dikine dizmiş.
Gel de turşu suyunu içip, pancarı hadi yeme...
Biraz sarmısakla, sirkeyle o kokuyu yok etmişti, ama ben yine de yiyememiştim.
Bazen büyüklerimizin sözlerini dikkate almalıyız.
Mekanı cennet olsun annemin.

Siz siz olun, hele hele şu mevsimde pazar tezgahlarında bol bol gördüğümüz kırmızı pancarlardan alalım.

 Yukarıda  yazdığım 2 herbalistin  tarif ettiği kırmızı pancar kürünü hazırlayalım.
Ve gün içinde 1 bardak içelim. Kurtulalım bu illetten.

Tüm kanser hastalarına acil şifalar dilerim.

Sağlıklı mutlu günler.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Not: Pancarın keskin toprak kokusundan hoşlanmayanlar birkaç yaprak nane katabilirler, tadı gerçekten çok güzel oluyor.

Kaynak: İnternet kanalları

Özlü Sözler



Bugün " Özledim, ama bunu sen bilme!" Sözleriyle dikkatime çelme atan Atakan Gülgar adlı bir şairin özlü sözlerine denk geldi gözlerim.
Okudukça düşündüren, düşündükçe şiirlere tema olan sözcüklerdi sol yanımı devindiren.
Hadi sizler de tanıyın genç şairimizi.
Yüreğine, kalemine sağlık.

E. P
×××
Bana nerelisin diyorlar. Seni gösterip oralıyım diyorum. Sana nerelisin diye soruyorlar. Oralı bile olmuyorsun...
×××
Bir erkek bir kadını övüyorsa o erkek yalnızdır. Eğer bir kadın bir erkeği övüyorsa o kadın aşıktır...
Kadın milleti değil mi? Sırtından şefkati, kalbinden aşkı eksik etmeyeceksin...
×××
Kendime geldim, baktım ki bende kimse yok. Sonra koştum sana geldim, sende de sen yok. Anladım ki herkes başkasında kalıyor...
×××
Aşk büyüktür ve büyükler konuşurken karşılık verilmez. Sanırım bu yüzden büyük aşklar karşılıksızdır...
×××
Kimse benim kimsesizliğimden cesaret bulmasın, en güçlü anımdır yalnızlığım. Çünkü ben daima tek başına iktidarım...
×××
Geldiğin günü 24 saat aklımda tutmaya çalışan bir işçiyim, Aşkın patronu sensin, kalp tokluğuna seviyorum seni...
×××
Sevmenin dini, dili, ırkı yoktur. Çünkü gönüller sadece sevdiklerine iman ederler. Aşkın kıblesi sevgilinin durduğu yerdir...
Evet ölmedik, ama yaşıyor da sayılmayız...
×××
En sert içki gözyaşıdır. kadınlar ve erkekler son buluşmalarda birbirine ısmarlar...
×××
Herkes kendi benliğinin usta katilidir. Çünkü kimse senden daha iyi öldüremez seni...

_ Atakan Gülgar_
...

Yüreğiniz de mi yok?

YÜREĞİNİZDE Mİ YOKTU?

Dün çok yorgundum.
Ayaklarım beni artık taşıyamıyordu.
Mesafe kısa olunca aracı da otoparkta bırakmıştık.
Daha fazla yürüyemeyeceğimi anlayınca, "En iyisi taksi tutup eve gitmek, "diye düşünmüştüm.

Ama nasıl?

Hava da kararmıştı.

Hangi yöne sapmalıydım?

Öyle çok yürümüştüm ki, yabancısı olduğum sokaklara, caddelere girip çıkmıştım.

"Sora sora Bağdat bulunur," düşüncesiyle, "belki biri bana yön tarifi yapar," diyerekten sağıma soluma bakındım. 

Kimseyi görememiştim.
Sesli olarak söylene söylene rampa çıkmaya başlamıştım.

"Yok, yok kimse yok! Allah'ım, Nerede bu insanlar?"

Kendime kıza kıza nihayetinde ana caddeye çıkmıştım.
Baktım gençten biri cadde kenarında dikiliyor. Ona sordum:

" Değirmendere'ye gideceğim. Burada taksi durur mu?"

Yarım yumalak bir Türkçe ile yanıtladı beni.

" Evet. Geçiyor ama dolu geçiyor. Bugün çarşamba ya...Yani anlıyorsun beni... bugün herkes pazar yapıyor ya...herkes taksi istiyor. Sen Değirmenin sahiline mi gideceksiniz?"

Şivesi farklıydı. Ama Türkçe anlıyor ve konuşuyordu. Öyle şaşırmıştım. Merakla sordum:

" Suriyeli misiniz?"

Gülümsedi:

" Evet, Suriyeliyim."

Gördün mü Emine? Yönünü, sora sora bir yabancıya sordun. Hem de kendi ülkende..!

İkinci sorum ise daha farklı olmuştu:

" Ülkenizden neden kaçıp bize geldiniz? Vatanınıza sahip çıksaydınız ya!.."

" Esad bizi vuruyordu.  Kaçtık bizde..."

"Neden kaçtınız ki? İnsan vatanını terkeder mi? Savaşsaydınız ya düşmanla?"

Kaşları çatılmıştı:

"Bizim silahımız, kurşunumuz yoktu ki..."

" Yüreğinizde mi yoktu?"

O an gözlerim dolu dolu olmuştu.
Çünkü aklıma 57. Alay, yani Çanakkale gelmişti...
Sonra Mustafa Kemal Atatürk'ün metalik sesi kulaklarımda çınladı:

" Düşmandan kaçılır mı asker?"
" Kurşunum yok paşam!"
" Süngün de mi yok?"
" Var paşam!"
" O halde ben size ölmeyi emrediyorum!"
Milyonlarca genç Suriyeli ülkemize kaçmıştı.
Bizim atalarımız kaçmamıştı.
Sordum yine kendime?

" Acaba neden?"
 Diye...

Emine Pişiren / Kocaeli

Sevmek





Şair ne güzel demiş:
" Bakma çayın demine benim sevdam daha demlidir."
Sözün yanına bende bir söz katayım, demi artsın:

"Çayın tadı ne demindedir, ne katılan şekerindedir.
 Kiminle içiyorsan, çaya tadı ve acıyı katan o yürektedir."

Bende sıkı bir C.Süreya hayranıyımdır. Aklıma gelmişken bir söylemini yazmak istiyorum:

" Aklımda hiç birşey yoktu. Çünkü o sıralar sana rastlamamıştım daha.
Sonra sen çıktın geldin. Ortalığı güzelledin. Beni ben ettin."

Ne hoş değil mi, böylesi sevmek ve sevilmek.
Hele hiç birşey iken birşey olabilmek.

Daima sevgiyle kalın.



Emine Pişiren

Zor Değilsin ki...



Bazı dertlermizi, elem ve kederlerimizi, kimi vedasızca gitmiş sevdiklerimizi ne aklımızdan, ne de yüreğimizden çıkartabiliyoruz. Tüm acılarımızı yürek kasasına kilitliyoruz.
Belki de bu nedenle; çoğu insan;

" Beni anlamak, çözmek zordur. Çünkü ben zor bir insanım!" Der.

Bugün de bir dostun mesajına denk gelince gözlerim, o dakikada Freud'un bir sözünü anımsadım.

" Duygular sözkonusu olduğunda, yüreğin ne diyorsa o...
Ama birşey yapacaksan, aklın ne diyorsa o..!"

Ah o ego, o ego yok mu!

Öyle kalın ve sert bir ciladır ki, hangi tineri, hangi kimyasal maddeyi sürseniz çıkartamazsınız.
Sevgiden, güvenden başka...
Çünkü içteki o masum çocuk sevgiye açtır, doyurulamamıştır.
Ben bu acıları gomalak cilasına benzetiyorum.
Hani yaylı sazları ve piyanoyu pırıl pırıl gösteren cilaya.
Zordur bu cilayı sürerken ustanın işi...
Zamanını alır.
Emeğini alır.
O pırıl pırıl cam gibi görünmesi için, tam 40 kat sürmesi gerekir.
İşte kimi insan da aynıdır.
İçinde yıkılmışlık, terkedilmişlik, nice ayrılıklar, ihanetler, acılar, hayal kırıklıkları hapsetmiştir.
Onları örter.
Ve hayata, insanlara şöyle seslenir:
BEN ZOR İNSANIM!
Aslında hiç de zor değildir.
O kabuğunun altında yumuşak ve sevgiye aç merhametli, şefkatli bir kalbi vardır.

O  sadece kalbinin üzerini yaşamdaki tüm acılarını kat be kat "gomalak cilası" gibi egosunun üzerine cilalamıştır.
Böylece yeni acılara, yeni hayal_kırıklıklarına kendini kapamıştır.
Bu adeta kendini koruma biçimidir.
Oysa içten içe çürüdüğünü bilse yeni cila katları atmaz egosunun üzerine.
Nasıl ki ağacın içinde kurt varsa üstteki cila sadece görüntüyü kurtarırsa,
İnsanın da tüm acıları içine sağılıyor, umutsuzlukla çürütüyordur kendisini...

Böylece sevgiye geçit vermiyordur.

Gerçeği kulağınıza fısıldayayım mı ben size?

Aslında zor olan, "bu benim yazgım, bu benim kaderimmiş," diyerek susup sineye çekmektir.

Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren/ Değirmendere

11 Aralık 2019 Çarşamba

Aşk da İhanet de Genetiktir




Araplar, bize kutsal hac topraklarına girmemizi yasaklayacaklarmış.
Şurası bir gerçek ki, o kutsal toprakları yine Muaviye ve Yezid'in torunları yönetiyor.
Araştırın bakın, sizler de bu gerçeğe ulaşacaksınız!..

O Emevi tohumları, dün nasıl Türklere kıyım yapmışlarsa bugün de ihanet içine girmişlerdir.
Hacı adaylarımız bir de şunu bilmeliler ki, üstelik Peygamberimizin hadisi bile vardır bu konuda:

" Emin olmadığınız İslam Aliminin ardında secdeye durmayın!"

Orada, o kanlı topraklarda hacılara kim namaz kaldırıyor?
Lütfen bu çok önemli!

Hac vazifesini eda etmeden bir ay önce putperestlere kapılarını açıyorlar.
O putperestler de " Burası bizim Tanrılarımızın Evidir" diyerek 1500 yıl önce putların olduğu Kabeyi tahaf ediyorlar. Her türlü rezilliğe imza atıyorlar..!

Ah bu bilgiyi,  "Hacı adaylarımız bir bilseler," acaba o pis Arapların bastığı topraklarda bir daha secde ederler mi?
Paralarını boşu boşuna harcayıp kurban keserler mi?
Kurbanların akibetini bilseler, kurbanı orada kestirirler mi? Kestirdikleri kurbanlar, açlıktan ölmekte olan Müslüman ülkelere gönderilmiyor ki. Sıcaktan "kokmasın," diye ya kumlara gömülüyor, ya da
" İsrail, Amerikan askerlerine" veriliyor, sucuk yapılıyor.
Ki o Emevi dölleri, bugün Yemen de kıyım yapıyor, hiçbir Dikkat ettiniz mi? Neden Müslüman ülkeler Yemen'e gidip yardim etmiyor, tepki vermiyor.
He, niçin?

Hani, Hz. Muhammed Ümmetiydiler?
Hani, şeytan taşlıyorlardı?

Artık uyansın Müslümanlar.

Arapların genlerinde "Hainlik ve ihanetlik" tarih boyunca vardır..!
Şunu unutmayalım ki;

Hz. Ali'yi camide secdede öldürmüş, o Araplar; aynı zamanda Peygamberimizin torunları Hasan Hüseyin'in kafasını kesip, futbol topu olarak oynamışlardır..!
Kanlı Kerbela'yı unutmayalım!

Peygamberimiz dahi o putperestlerin ayak bastığı Mekke'ye uzun bir süre uzak durmuştur.
  Önce Habeşistan'a sonra Medine' de secde etmiştir.
O  Araplar bugün Hristiyan dünyasına, Amerika'ya ve İsrail'e bedava petrol verip silah satın alıyor.
Maide Suresi 51. Ayet der ki;

"...Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz ki, o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez."

Kuran bizim kutsal kitabımızdır. Mustafa Kemal Atatürk dahi TBM Meclisini Elmalı Hamdi'nin yazmış olduğu Kuran-ı Kerim ile açılışını yaptırmıştır.

Kısacası ne Yahudi ile ne de Hristiyan ile dostluk olmuyor.
Ve alışveriş yapmayın, diyor mukaddes kitabımız.

"Mezarları dahi süslemeyin," diye hadisi olan Peygamberimizi dinlemeyen Araplar,bugün Kabe'nin etrafını süslemiş yüksek binalar inşaa etmiş ve ticaret kapısı haline getirmiştir.

Bizde ALLAH AŞKI olduktan sonra evimiz dahi Kabemizdir.

Allah'ın bile Kuran'da lanetlediği ırktan kime hayır gelir ki?
Ihanet de aşk da genetiktir..!

Rabbim ordumuzu ve Türk Halkını korusun.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Arap Yavrusunu...


ARAP YAVRUSUNU "AKIM BENİM, PAKIM BENİM," DİYEREK SEVERMİŞ...

Tabi ki, ırkçılık, ayrımcılık dilde başlar. Ama ateş olmayan yerden de dumanın tütmediğini kim söyleyebilir ki, bize?

Atasözlerimizde bile kendi ırkına, Müslümanlara ihanet içinde bulunan Suudilere yönelik sözler ve deyimler yazılıdır.
Türkçemizde miadı dolmuş atasözlerimiz de mevcuttur. Yazılmış kimi söz ve deyimler o toplumun yaşantısı hakkında, milletinin kültürü, sanatı ve davranışları hakkında bize bilgiler vermektedir.

Ben birkaçını sizler için araştırdım. Hatta çok değerli Antalyalı yazın ve gönül dostumuz, değerli büyüğümüz M. Aslan Aksungur Hocamızın 70 yıllık araştırma kitabına da başvurdum.

Şimdi sizi Araplarla biraz başbaşa bırakayım da görün onların cemallerini:

"Arap Allah'tan korkmaz, ama Türkmen'den ödü patlar.!."

 "Arap çocuğunu: 'Akım benim, pakım benim!' Diye severmiş."

"Arap kızar, ama kızdırmaya 40 harami lazımmış."

"Arap'ı bir batman sabunla yıkasan yine ağarmazmış!"

"Arap'ın aklı süpürgesinde saklıdır!"

" Arap'ın derdi kırmızı pabuç."

"Arap'ın yaşıyla, çingenenin işi bilinmezmiş."

" Arap eli öpmekle dudak aşınmazmış."

Arapları ülkemizde kiraladıkları otellerde, evlerde yaşarken nasıl pis, dağınık ve kirli olduklarına dair örnekleri o kadar çok ki...Hangisini sayıp anlatayım size?
Hâlâ büyük abdestlerini suyla değil de toprak, hayvan kemiği, taş, kiremitle alanlara sorduğumuzda,
 " Peygamber Sünneti" diyorlar.
Bütün bunlar bahane tabi...
" Suyla abdest alınız," dediği halde almıyorlar.

Ve o kirli, pis elleriyle kaşık kullanmadan " sünnettir" diyerek yağlı pilavlar, etler yiyorlar.
Hadi gelin de öpün bakalım o Arap ellerini!..
Aman, aman Allah esirgesin!

"Anladıysam Arap olayım..!"

Demek ki, Arapların sözleri o kadar karışık ki, o kadar saçma ki, bu söylemi o zamandan günümüze kadar taşınmış.

"Ne Arabın zekeri (yüzü) ne Şam'ın şekeri..!"

Aslında bu söylemde ki  "Zeker" sözcüğü Sapkın Arabın cinsel organıdır. Ama atalarımız kibarlığından "Yüzü" olarak söylemiştir.

"Arap'tan paşa, tahtadan maşa olmaz..!"

"Filistin, Yemen, Afrika Çöllerinde Osmanlı Askerini bırakıp kaçan, sonra da İngilizlerle birlik olup bizi arkadan vurmuş," Araplara güven olur mu?
Olmaz tabi ki, bu söylemdeki anlamı tarihin sayfalarını karıştırdığımızda karşımıza Mustafa Kemal Atatürk'ün Suudi Kralına yazdığı telgrafın metni çıkıyor hemen günışığına.
Efendim,  o telgrafın içeriği şudur:

 Araplar,  İslam Peygamberimizin kabrini buldazörle dümdüz etmek üzerelerken, haber Atatürk'e geliyor. Arap kralına yıkımı durdurmazsanız, " Türk ordusuyla Arabistan'a geleceğini"  telgrafla bildiriyor.
Tabi bugün tüm Müslümanların ziyaret ettikleri kutsal tıpraklarda ki, peygamberin mezarını korkudan yıkamıyorlar.

"Arap saçına dönmek!"

Demek ki, öyle karışık ve güvensiz ki bu ırk, onları böyle betimlemiş,  atalarımız.

"Arap yağı buldu mu, mikine taşşağına sürermiş..!"

Görgüsüz ve görmemiş insanları betimlemek için türetilmiş, olduğunu özetlenmiş.

"Fotoğrafın Arabı..!"

İlk kez benim de okumuş olduğum deyime, inanın güldüm bir an.
Negatif anlamını taşıyan bu deyiş, yine tenleri siyah olanlara bir gönderme yapılıyor. Tabi, bu sözü güneşte yanmış, teni biraz benim gibi esmerce olanlar konu dışı olsun mu? Demek ki, kurunun yanında yaş odun da yanıyormuş.

Anlaşılan o ki, " finale yüz metre kala depara kalkmış" bir Arap atına, çölde "bir anda yere çöküp kalkmayan" develerine dahi dikkat etmeliyiz. Zira bu ırkın insanı, atları, develeri de yanar dönerler.  Tarihte gördük birçok örneklerini. Suyundan mı, havasından mı, bilinmez ama güvenmek hatasına düşülmemelidir.

Peygamberimiz bile ne demiş:

" Ben Arabım, ama Arap benden değildir.!

O halde biz de Arap saçına dönmemek için Arapları Veto Edelim.

Zira Arap eli öpmekle dudaklar aşındı artık!..

Yeter artık!

Emine  Pişiren/ Kocaeli

Kaynak: Atasözleri ve Atasözü Nitelikli Deyimler/ M. Aslan Aksungur- Ankara/2010

KÖLEMSİN



2003 senesinde tam bugün sigarayı bıraktığım gündür. O tarihte akciğer kanaması geçirmiştim.
Tam 21 gün sürmüştü.
 Biraz iyileşince elime tam paketi almıştım ki, çocuklarım sigara paketini elimden kapmışlardı.

" Anne bize kıyma! Eğer bizi seviyorsan bizim için yaşa ne olur!" Diye ağlamışlardı.

O gün sigarayı bıraktığım günün miladı olmuştu.

İşte o gün, içinde tam 4800 kanserojen bileşeni olan sigarayı bir daha ciğerlerime solumamıştım.
Sırf dumanını ciğerlerimize soluduğumuz sigaranın öyle çok zararı var ki...
Başta kalbe, akciğerlere, damarlara ve tüm bağışıklık sistemimize, desem yeridir.
İnanın içerken, " bırak şu zıkkımı sana her ay bir çeyrek altın vereceğim!" Diyen anneme bile agresif davranmış, yine de bırakamamıştım.

Ama bizi yaşam boyu kendilerine duygusal köle yapan evlatlarım bıktırabiliyor.
Üst üste fahiş zamlar yapılarak biraz da olsun içime ara verilip, yeniden başladığımız , sigarayı yine bırakamıyoruz.

Değil mi?
Bırakamıyoruz işte...
Oysa o lanet nikotin vücudumuzda tam 3 gün konaklıyor. Başta kanser olmak üzere her türlü hastalığı bize hediye eder gibi paketliyor.
Hem sigara içip, hem de onun bedenimize verdiği zararlardan kurtulmak ister misiniz?

O halde bende size birkaç küçük öneriyle nikotinin kanımızdaki, ciğerlerimizdeki etkilerini yok edecek bilgiyi vereyim.
Kivi, ısırgan otu, havuç suyu, zencefil ve içme suyunu tüketmeliyiz.

KİVİ: Kesinlikle nikotin düşmanıdır. Nikotini vücuttan atıyor.

ISIRGAN OTU: İçeriğinde bol miktarda demir olduğunu biliyor muydunuz? Ayrıca nikotini ve kirli kanı temizliyor.

HAVUÇ SUYU: Nikotinin o üç gün konaklamasını engelleyip kanı tamamen temizliyor.

ZENCEFİL: Sigara içimini azaltıp akciğerleri günlük temizliyor.

SU: Nasıl mucizeler yaratıyor bilseniz. Ama sabah aç karnına içmek şartı vardır.
Sabahları 10 dk arayla 5 bardak su içenin kanser olmadığını biliyor muydunuz?
Kabızlık sorunu olanlar denesin bakalım. Bakın ilk 10 dk içinde nasıl wc ye koşuyorlar.

Kısacası:

Ben bugün sigarayı bırakmıştım, ama hala onu özlüyorum.
Itiraf edeyim, o zıkkımı sanki dün bırakmış gibi yeniden de başlayabilirim.
Öylesine beni kendine tutsak bırakmış sigara paketine verdiğim şu sözü dün gibi anımsayınca bu düşüncemden de vazgeçiyorum.

İşte o sözüm!

" Bak sigara efendi,
Tam 25 yıl ben kölendim, sense efendimdin. Şimdi roller değişecek. Bugünden itibaren sen kölem, ben de efendin olacağım.!."

Şimdi aklınızın ve yüreğinizin kapısına şu soru tekme atacaktır!

" Ama sen benim neler çektiğimi bir bilsen..."

2009 senesinde kanser hastalığına yakalandım. Tam 3 kez ameliyat oldum.
 2014 senesinde, soyumun tek büyüğü canından can koptuğum annem öldü.
2017 senesinde 40 yıl birlikte büyüdüğümüz, yaşamımın tek aşkı, sevgili eşim öldü.
Ve en acı ayrılığı yaşadım!
Yaşarken kızım öldü.

Ve ben hala sigaraya verdiğim sözümü tutuyorum.

Sizin de söz vereceğiniz günü yaşamanız dileği ile...

Sağlıkla kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Cesur Olsaydım Keşke



Haberler çok kısa geçmişti. Ekranda kumsala doğru bir köpek koşmaktaydı.
Madrid'de polislere ilk yardım eğitimi verilmekte olduğunu söylüyordu spiker.

Uygulamalı eğitimde denizde boğulmuş bir adama "kalp masajı yapan" köpeğin, _boğulduğunu sandığı polisi yaşatmak adına_ köpeğin çırpınışlarını görür görmez "anılarım" gözümde canlanmıştı.
Tabi içim kıyılarak...

Bir yaz günüydü...
 Akçay sahilinde güneşleniyordum. Sıcağın tesiriyle bende şekerleme yapmaktaydım ki,  o esnada bir kadın çığlığı duydum!

"Gitti annem, gittiii! Anneee, anneciğim hadi aç gözlerini! Ah anneeeemmm, ahh!"

Yanımdakiler ve plajdaki  insanlar birden ayağa kalkıp çığlığın geldiği yöne, ağıt yakan kadına doğru koşturdular.
Uykulu halimle sağıma soluma, bakındım. Ne olduğunu anlamadım önce. Sonra da kalabalığın olduğu tarafa başımı çevirdim.
Ne olabilirdi ki?
Bir şey görememiştim. Tam o esnada komşum Zekiye Hanım bana doğru koşturuyordu!

" Emine Hanım koş, çabuk koş! Yaşlı bir kadın boğulmuş! Kurtar onu! Sen sağlıkçıydın, değil mi?.."

Acele ile kalktım. Kumlarda bata çıka koştum. Birikmiş insanların arasından sıyrılıp dairenin ortasına ulaştım.
Yerde boğulmuş yaşlı bir kadına kızı müdehale etmekteydi.  Sık sık parmaklarıyla annesinin diline baskı yapıp kusturmaya çalışıyordu. Kadının ilk yardım uygulaması yanlıştı!

" Çabuk 112'yi arayın!" Der demez kadının omzuna dokundum.

" Bırakın bana lütfen. Kalp masajı ve suni solunum yapmalıyız!"
Kızı omuz silkip beni eliyle itelemişti.

" Bırakın beni! Sakın kimse yaklaşmasın!"

Ona ne dediysem, beni dinlememişti.
 " Yanlış yapıyorsunuz. Annenizi yan yatırmayın. Sırt üstü çevirin. Kalp masajı yapmamız gerek. Sizde suni solunum yapın, hadi. Acil olmalıyız..!"
Dediysem de beni,

" Hayırr, hayır! Dokunmanıza izin vermiyorum! Sakın kimse gelmesin! Çekilin. Annem kalp hastasıdır!"

Diyor beni sertçe kovuyordu.

" Anne, anneee aç gözlerini ne olur!"

Diyor, ağlayarak yaşlı kadının dilini bastırıp, boğazına parmağını sokup çıkartıyordu!

Yanlıştı!

Üstelik hava sıcak ve boğucuydu. Meraklı kalabalık başlarını öne doğru eğmiş olan biteni izliyor, yeni gelenlerle etten bir daire çizmekteydiler. Adeta silindir bir kapan yapmışlardı. Onlara dönüp seslendim:

" Lütfen dağılın. Kadının oksijen alması gerek. Cep teli olanlar derhal 112'yi arasınlar. Acil ambulans lütfen..!"

Sözlerim üzerine, kalabalık inatçı ve dirençli duruşlarını azıcık bozmuşlardı.
Tabi bu yeterli değildi. Ama onlarla zaman yitiremezdim.
Yerdeki kadın ölüm ve yaşam arasındaydı. Dakikalar geçmekteydi. Saniyelerin dahi önemi vardı.
Kızına  eğilip,

"Hanımefendi lütfen bana izin verin. Ben bir sağlıkçıyım. Annenizi böyle kurtaramazsınız!" Dedim.

Kadın yine bana sert tepki verip, itmişti.

" Kimse dokunmasın anneme. Ben biliyorum işimi!"

Ağlayarak annesini kusturmaya çalışıyordu.
Çaresiz kalmıştım..!

Tam o sırada kalabalığın içinden biri beni çekiştirip kendine çekti.
Tanımadığım bir adamdı.

" Hanımefendi bırakın, ölürse üzerinize kalır.!."

 Sesim kaygılı çıkmıştı:

" Ama kalp masajı yapılmazsa, solunum yapılmazsa o kadın ölecek! Ambulans yetişene kadar o kalp çalıştırılmalı!"

Aynı adam:

"O da kızı. Bırakın lütfen. Belki o da sağlıkçı. Baksanıza ne yaptığını biliyor, sanki!"

Adamın konuşmasını yanındakiler de onaylamışlardı. Böylece meraklı kalabalığın oluşturduğu dairenin dışına itilmiştim!
Âdeta aforozlanmıştım!
Biraz da cesaretim kırılmış, " ya ölürse üzerime kalırsa," kaygısıyla geri çekilmiştim.

Ambulans 10 dakika sonra kumsala gelebilmişti.
Ve tabi bu arada kadın da ölmüştü!

Hayatın içinde eminim ki sizin de keşke ve belkileriniz olmuştur.
Keşkeler, sol yanımızda birikir ve ruhumuzu bungunlaştırır.
Hani tıpkı "bir çöp kovası" gibi bulunduğu yeri çürütür, açığa kötü kokular çıkar ya...
İşte keşkelerin sonucunda açığa öyle bir duygu çıkar ki... O duygunun adı da pişmanlıktır.

İnsanı acıtır, üzer ve hatta yanlış kararlar almamızı sağlar. Sonuç iyi olmaz tabi ki...
Çöp kovasını kokulu deterjanlarla temizleyebiliriz. Peki, ya ruhumuzu?
 Çok zor değil mi?
Hele anılarımız depreşir de bir güzel bellek raflarımızdan yuvarlanarak yürek kapımıza daynıp içeri girmeye görsünler..!
O yoğun pişmanlık duygusu nasıl da sizi kıskıvrak sarıp sarmalar, nasıl!
Kaygılarımız, korkularla birleşince kararsızlık duygusu insanın cesaretini de kırıyor.

Gelin bunu bir deneyle anlamaya çalışalım:

...Profesör elinde bir fare ve kutu ile salona girdi. Öğrencilerin şaşkın bakışları arasında fareyi kutunun içine koydu ve kutuyu kapattı. Kutunun hava almadığı açıktı. Salona dönerek:

“Bu kutuya iki gün kimse dokunmayacak dokunan bu dersi geçemez!” dedi ve salondan çıkıp gitti.

Salondaki öğrenciler olaya bir anlam verememişlerdi. Kimisi kutunun içindeki fareyi çıkarmayı düşündü ama cesaret edemedi.

İki gün boyunca ders görülen sınıfta kutu öylece kaldı. Ne olacağını merak ederek iki gün geçirdiler. İki gün sonunda, tekrar dersi olan profesör salona girdi ve kutuya yaklaşarak açtı. Tabi ki, kutunun içindeki fare artık yaşamıyordu. Öğrencilerden birçoğu üzülmüştü. Profesör sınıfa dönerek farenin neden ölmüş olabileceğini sordu. Sınıftan birçok farklı ses ve fikir yükseldi;

" Havasızlıktan…"
"Açlıktan…"
" Susuzluktan…"

Her öğrenci olabilecek ihtimalleri saymıştı. Profesör kutuyu havaya kaldırıp içini öğrencilere gösterdi. Kutunun her tarafı kemirilmiş vaziyette ve minik deliklerle kaplıydı. Ardından devam etti;

"...Görüyorsunuz değil mi? Fare anlaşılan bu kutudan çıkmak için epey mücadele etmiş. Bunu kutunun içindeki minik diş izlerinden ve irili ufaklı deliklerden anlıyoruz.

"...Ancak şu var ki fareyi sizin dediğiniz gibi ne havasızlık nede açlık öldürdü. Farenin ölümüne neden olan iki şey var; KARARSIZLIK ve KORKU…

"...KARARSIZLIK; Çünkü fare kutunun her yerini parçalayıp, her noktayı ayrı ayrı kemireceğine sadece tek bir köşesini ısırıp parçalasaydı ve bunda da kararlı olsaydı o deliği büyütecek ve kutudan çıkıp kurtulacaktı.

"...KORKU; Çünkü eğer siz öğrenciler benden ve notlarının düşmesinden böylesine çok korkmasaydınız, kutuyu açıp fareyi serbest bırakabilirdiniz. Ancak korkudan dolayı size yanlış gelen bir işe göz yumdunuz."

Ve profesör sözlerini şöyle sonlandırır:

"...Hayatta bizi başarıya götüren yolda karşılaşacağımız en azılı düşmanlardır, kararsızlık ve korku. Kararsızlıkla zaman tüketmeyin, kafanıza tek bir şey koyun ve o yolda ilerleyin. Ve bu yolda size yanlış gelen şeylere göz yummayın. Göze batmaktan, ses çıkarmaktan korkmayın..!"
...

Bende, "Keşke, keşke "diyorum, o yaşlı kadın anı raflarımdan düşünce...
Pişmanlık duygusu, yüreğimin odalarını işgal edip, ruhum mülteci suskunluğuna çekiliyor. Aklımsa geçmişin labirentlerine dalıp duruyor:

Kendime diyorum ki;

"...Keşke, o plajda boğulmuş kadının kızını ben itekleyip, daire dışına çıkartmış olsaydım...

"...Keşke, korkularıma teslim olmayıp, kalp masajı yapmış olsaydım..!"
Ve belkiler müebbete alıyor ruhumu.

"Belki cesur olabilseydim, o kadını yaşatacaktım!"

Nedense o adamın sözlerine tutsak olmuş, "açığa çıkan korku duygusu" cesaretimi tutsak almıştı.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Derdim Var Paşam



"Anlat bakalım!"

Çok gülerim az sonra okuyacağınız söyleme.

Rivayete göre Osmanlı zamanında Ermeni veya Rum asıllı olduğu bilinen bir doktor yaşarmış. Adı Marko imiş.
Namı sıkça duyulunca saraya hekimbaşı olarak görevlendirilmiş. Sonra da rutbesi paşa olmuş..
Marko Paşa gelen her hastaya aynı soruyu sorarmış:

"Anlat bakalım neyin var?"

Hasta anlatırmış. O da önce bir güzel dinler görünürmüş. Hasta derdini, şikâyetini anlatmayı bitirdikten sonra Marko Paşa aynı soruyu sorarmış:

"Anlat bakalım neyin var?"

Hasta anlatırmış da anlatırmış hastalıkla alakalı şikayetini.
 Anlatması bitince Marko Paşa büyük bir ciddiyetle yine sorarmış:

"Anlat bakalım neyin var?"

Hasta bir daha, bir daha yineler, anlatırmış da anlatırmış. Doktorda yine aynı soruyu sorarmış?

Diyalog böylece sürer gidermiş.
Ne doktor umursarmış hastayı, Ne de hasta şifa bulurmuş.
Hasta da sonuç almadan doktorun yanından, çaresiz ayrılırmış.
Dışarıya çıkınca onu merakla karşılayan yakınları, arkadaşları sorarlarmış:

" Nasıl şifa buldun mu?" 

Hasta da öfkeyle şu yanıtı verirmiş:

" Anlat derdini Marko Paşaya!"

Bende biraz Osmanlı zamanında yaşamış bu hekimi araştırdım.

Marko Paşa kimdir?
Asıl adı Marko Aposdolidis'miş. 1814 yılında Syros arasında doğmuş. İlk ve orta öğretimini Yunanistan'ın Autos Adasında tamamlamış. Üniversiteyi Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'i( Askeri Tıbbiye) İstanbul'da bitirmiş.
Mezun olur olmaz cerrahi şef olarak atanmış. Kısa sürede iyi bir hekim olarak nam salmış. Ve tuğgeneralliğe yükselen ilk hekim olmuş.
1861 senesinde Sultan Abdülaziz tahta geçince Marko Paşayı sarayda hekimbaşı olarak görevlendirmiş.
1878 senesinde  Abdülhamit zamanında da meclise senato üyesi olarak görevlendirilmiş.
Daha sonra Kırımlı Aziz Beyle birlikte Hilal-i Ahmer Cemiyet'ini kurmuşlar.
Daha sonra adi 1935'de Türkiye Kızılay Cemiyeti, 1947 senesinde de Türkiye Kızılay Derneği olarak değiştirilmiştir.
Rivayete göre yukarıda anlatılanlar ne derece doğru, Ne derece yanlış, hakikat payı var mı?
Bilmiyorum.
Tanık olmadık, ama bu söylem günümüze kadar taşınmıştır. Anlaşılmaz, devasız kalmış durumlarda insanlar espriyle karışık söylerler bu söylemi.

"Ateş olmayan yerden duman tütmez, "diye atalarımızın da bir söylemi vardır.

Günümüzde de benzer diyalogları yaşamıyor muyuz?
Yaşıyoruz.
Hatta yanlış reçeteler dahi yazılıyor hastalara.

Anlat derdini Marko Paşaya!

Ama hakkını yemeyelim Marko Paşanın. Bugün afetlerde, fakirlere, sağlık sorunları yaşayan toplumlara, deprem, vs krizlerde olay yerine ilk koşan derneğin kurulmasına önayak olmuş.

Sağlıklı bir gün geçirmeniz dileği ile...

Günaydın

Emine Pişiren/Kocaeli

Kurtuluş Savaşımızı Bitirdik mi?



...Akşam 19:00 haberlerinde spiker, PKK'lı teröristlerin Avrupa'da polis eşliğinde Türkiye'ye karşı eylemlerine destek verdiğini dehşetle izledim.
Fransa, Belçika, Hollanda, Norveç, Macaristan, Finlandiya, Almanya, İspanya, İtalya, Polonya, Bulgaristan, Yunanistan, vs...sanki tüm Avrupa ayağa kalkmıştı.
Ve o PKK'LI teröristleri tam
 40 yıldır beslemiş, silah vermişti Avrupa'nın her ülkesi.
Terör yuvalarını ekranlarda izlerken adeta kanım dondu!
 Antlaşmada, sözde Nato Müttefiklerimizdi hepsi.

 Ardından ekranlara Yunanistan'ın akılları durduracak oyunu su yüzüne çıktığını izledim.
Ülkesindeki tüm kaçak göçmenleri silah zoruyla Türkiye'ye sınırlarına yığmaya başlamıştı.

Bu neydi şimdi?

Oysa ki, "emperyal sömürü ve zulmünden" kaçmış göçmenlere Yunanistan senelerce kapılarını açmış, onları kamplarında beslemişti...
 Yoklukla, orantısız güçlerle savaşan, ölümle yaşam arasında sıkışıp kalmış o biçareler, tek çareyi "göçmen olmak da," bulmuşlardı.
 Afrika ve Ortadoğunun insanlarına kapılarını niçin açtığı belli olmuştu artık...

 O pusuda sinsice sırasını bekleyen bir sırtlandı!

Amacı, düşman olarak gördüğü Türkiye'yi, " belki de hastalık aşıladığı" o kaçak göçmenlerle kuzey batıdan insan kalkanıyla yıpratıp zayıf düşürmekti...

Kuzeyden, Batıdan, Güneyden, Doğudan müttefiklerimizle kuşatılmışız da şimdi görüyorduk gerçekleri ekranlarda.

Görüntülerle üşüdü adeta ruhum!
Ne çok düşmanımız varmış?!
Ve o dakika bir kez daha anladım ki: 1919 da nasıl savaşmışsa atalarımız, Türkiye bugün de aynı Dünya Devletleriyle KURTULUŞ SAVAŞINI kaldığı yerden sürdürmekteydi.

 Spiker Suriye'de ki bitmek bilmeyen iç savaşın ardında "kimler var?" tek tek özetlerken aklım tarihin kanlı sayfalarına doğru yol alıyordu...

Kurtuluş Savaşı öncesi nasıl ki, emperyal güçler yurdumuza önce İngilizleri, ardından Yunanlıları kışkırtıp işgal ettirmişse;
Bugün de aynı işgal güçleri yurdumuzu her cepheden işgal etmiştir!..

Güya, "nükleer silah üretti," diye çakma raporlar tutarak Irak Yönetimini suçlayan BM,
teröre karşı olan barış yanlısı çağdaş ülkeler, bugün neden çark edip silahlarını PKK ve DAEŞ ile yurdumuza çevirmişti?
Anladım ki roller değişmemişti. Sadece silahlar bilenmiş, namluya terörist sürülmüştü.

Oyuncular aynı, roller aynıydı..!

 Nasıl ki, 1919 yıllarında yurdumuzu güneyden İtalya, Fransa, Batıdan Yunanistan, İngiltere, işgal için girdiyse vatanımıza, bugün de suya sabuna dokunmadan ülkelerinden bize terörist ithal etmekteydiler.

Afganistan hala karışık ve hala onların oyuncağıdır.
  Ortadoğuya gelelim: İran Şahını devirip,  din afyonuyla Hümeyni'ye eski rolü verilmişti.

Irak ile İran'ı "Şii ve Sunni" afyonuyla cenk ettirmişlerdi. İki Müslüman ülke tam 8 yıl savaşmışlardı.
Savaştıkları silahlar batıdan ithal ediliyor, yerine petrol ihraç ediliyordu.

Başaramadılar!

Yetmedi!

 Bu kez tek ülke üzerine odaklandı Haçlılar.
Oyunun kuralı yine aynıydı. Parçala-böl ve yönet!

Ve namluya kurşun yerine Kürtler, Peşmergeler ve Türkmenler sürülmüştü. Irak lideri iç karışıklığı bastırmak için savaşırken BM ve ABD Irak'ı işgal etmiştir. Aynı güçlere Irak halkı korkudan çiçek uzatırken Saddam'ı der-dest edip idam etmişlerdi.
Sonrası çorap söküğü gibi gelmişti.
Kadına, çocuklara tecavüzler, işkenceler, talan ve Irak parça parça olmuştur.

Ve daha sonra "Arap Baharı" adıyla Haçlı Ruhu bu kez de Kuzey Afrika'yı benzer kurgularla karıştırmıştı.
Mısır, Libya'da iç savaş çıkartıp Kaddafi'yi halkıyna linç ettirmiş, Mısır'da benzer iç ayaklanmalarla karışmıştır.

Ardından Suriye'de terör yuvalarının inşaasına sıra gelmişti. Zaten Türkiye, Irak ve İran üzerinden terörist ithal eden Suriye, ne acıdır ki, kendi kuyusunu kazıldığının farkında değildi.
Ah ki, ne ah!
Tıpkı biz gibi gaflet uykusundaydı.
Eğer bugüne kadar Suriye Lideri Esad hala yaşıyor ve hala ayaktaysa; bu bir avuç halkının desteği sayesindedir. Her ne kadar Rusya, İran ve Çin onu uzaktan desteklese de halkı başkanlarına sahip çıkmaktadır.
Bugün terör batağında olan Suriye yaralı aslan gibi can çekişmekredir.

Sıra geldi bize...

Ve 1919 yılında başaramayıp, Lozan Barışı altında yarım bıraktıkları dava dosyalarını, sürekli masalarında hazır tutan 7 düvelin temsilcisi Lordlar, artık verdikleri sözlerini tutmak istiyorlardı. Neydi o söz, anımsayalım mı?

" Bugün bize verdiğiniz 'hayırlarınızı,'gün gelecek cebimizden size tek tek 'evetlerle' değiştireceğiz." Sözüydü.

Peki Niçin?

1919 senesinde yurdumuzu işgal etmiş, o güçlerle Atatürk ve Mehmetçiklerimiz canlarını vererek safdışı bırakmıştır.
O emperyal güçlere yurdumuzda yuvalanmalarına izin vermemiştir.

Aynı emperyal güçler; Atatürk sonrasında boş durmamışlardı. 1951 senesinde Kurtuluş Savaşımızda bize silah desteği ve maddi yardım yapmış Rusya'nın "Varşova Paktına" karşı ile Avrupa'da ağır silahlarla NATO Üslerinin temellerini inşaa etmişlerdir.

 Daha sonra," su uyur, ama düşman uyumazmış," misali
Güya MARŞAL YARDIMI ile Türk Siyasetindeki Kişilerin aklını çelmiş, 1954 yılında İncirlik'de ilk Nato Üslerinin temellerini atıp içimize sızmıştır.

 Amerika, İsrail, Almanya, İngiltere  başta olmak üzere tüm Avrupa ülkeleriyle tam 1954 yılından beri sinsi sinsi ülkemiz ekonomik, askeri, sivil işgal altındadır.

Her ne kadar 1968 Kuşağı bu hakikati farkedip direndiyse, ajan Lawrensler ve Masonlar " Solcu ve sağcı" yaftalarıyla o bilinçli kuşağın amacını safdışı bırakmıştır.
Üç fidanlarımız bu uğurda şehit olmuştur!

Bizi bizle kırdıramayan 7 düvel, yine durmamış, yeni savaş stratejisi projelerini İsviçre'de güya "tarafsız bir ülkede" hayata geçirmişlerdir.

Nasıl mı?

40 yıldır bilinen 40 bin masum insanımız terörle ölmesinin sebebi nedir?

Tabi ki, kemikleşmiş BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİDİR.

Bu projenin hayata geçmesi için Türkiye bölünüp, parçalanmalıdır!

E, peki bu nasıl olacak?
Tıpkı tarihte Alman müttefikleri gibi dost görünüp, terörist yetiştirerek...

Önce yurdumuzda, ASALA adıyla başamadıkları Ermeni Terörü ile tüm elçilerimiz öldürülmüştür.
Hatta, kuzeyde yeni yeni güçlenmekte olan, askeri alanda güçsüz kankardeşimiz Azerbeycan Türklerine 1992 de kıyım yaptırmış, sözde Türklere gözdağı vermiştir.
 Kuzeyden geçit vermeyen TSK, kan kardeşine sahip çıkmış, güçlü bir ordu kurmasını sağlamıştır.
Emperyallere geçit vermemiş amaçlarına bu kez de ulaşamamışlardır.
Nedense ASALA birden toz olmuştur.

Ama düşman rahat durur mu?

Hedefe ulaşmak adına yine teröre uzaktan kumanda ile yol açmıştır. Ve önce kendi ülkelerinde terörist yetiştirip, silahla askeri eğitimle donatmış, sonra Suriye'de PKK'yı yuvalandırmıştır.

Uzun vadede gelişen iç savaş stratejisi artık tetiklenmiştir.

"Türkiye Türklere bırakılmayacak derecede zengin bir ülkedir!" Diyen Amerika başta saf tutmuştur.

Türk ve Kürt vatandaşlarımızı birbiriyle kırdırmak istemişlerdir.

Niçin?

Çünkü iki kardeşin birine artık TERÖRİST kimliği verilmiştir.
Kürt halkını içeriden kışkırtıp KÜRDİSTAN adı altında " yeni vatan kurma" hayallerini beslemişlerdir.
Tıpkı tarihte olduğu gibi bu kez de çağın silahı olan "para ve uyuşturucuyla," gizli gizli eğitimler verecek olan CİA ajanları devreye girmiştir.

 Yukarıda adlarını sıraladığım işgal güçleri, PKK, İŞİD, YPG'ye ağır silahlarla, askeri teçhizatla donatıp eğitim vermiştir.

Biz de hala, " yok Fırat Kalkanı, Yok Afrin, Yok Barış Harekatı, vs" adı altında bugün de geçmişte olduğu gibi Kurtuluşumuz için, milletimizin bölünmemesi sıcak savaşın içindeyiz.

Anımsayalım: M. Kemal Atatürk'ün Sakarya Savaşı sırasında söylediği tarihe altın harflerle yazılmış bir sözü vardır:

"Hattı müdafa yoktur sathı müdafa vardır!"

Anlamı şudur:

İşgal altında olan ülkemizin sadece bir kısmının müdafa edilmeyeceği, bütün vatanın savunulmasıyla ancak bu işgalden kurtulabileceğimizi, özetlemiştir.

Ve işgal güçlerini  silah arkadaşlarıyla yurdumuzdan temizlemiş,
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR, diye haykırmıştır!

Atatürk Cumhuriyeti ilan ederek tam bağımsız bir ülkeyi bize miras bırakmıştır.
Mirasımıza sahip çıkalım ne olur.

Lütfen bunu anlayalım artık..!

Cumhuriyetimizin 96. Yılı Kutlu Olsun.

Emine Pişiren/ Kocaeli

HADİ BİZDE UBUNTU YAPALIM



Uzun zaman oldu radyo dinlememiştim.
Eşyalarımın arasında Sony marka eski bir radyo görünce tuşlarına dokundum.
Hayret, hala çalışıyordu. Keyiflenmiştim.
Bir süre kanal aradım. Cızırtılar kesilince  "Ben yoruldum hayat, " adlı şarkıyı duyar duymaz elimi radyonun düğmesinden çektim.
Şarkıyı dinlerken aklıma düşüverenleri yazmadan pek da rahat duramayacağım kesin.
 Aklıma Afrika düşmüştü.
Gerçekten şarkıdaki sözlerde olduğu gibi millet olarak da çok yorulduk.
Neden mi?
Sadece bayramlarda Vatan, millet, Çanakkale, Kurtuluş, vs elimizde bayraklarla alanlara yürümek yetmiyor.

Veya siyanürden zehirlenen dağlarımızı yabancı işgallerden kurtarmak, bir ormanı korumak için, meydanlara koşmak da yetmiyor....

Hatta İşçi, memur zamlarının hayatta kalmak için geçinmeye, vekil maaşlarıyla kıyas etmememize, doğalgaz, elektrik, akaryakıta yapılan yüksek zamlara karşı yüksek sesle  haykırmak da yetmiyor.
Ya karşı duruşlar, ya kaoslu biber gazlı sinirleri geren olaylar yaşıyoruz.

Ve sesimizi meclistekilere duyurmakta kifayetsiz kalınınca kendimize "sönmüş bir balon gibi" çekiliyoruz.

Ben Yoruldum Hayat, şarkısı ruhumuza ne çok uyumlu...

Oysa ki, nasıl da Ulusal Kurtuluşumuz için bir olmuş, yüreklerimize yaslanmıştık tarihte...
 Şu son günlerde iyice anladım ki, bugün de aynı yüreklilikle el ele, yürek yüreğe olma zamanımız gelmiştir.

Başta Amerika karşı, sözde müttefikimiz güya tüm Avrupa ve Arap ülkelerinin ülkemize karşı asimetrik siyasi ve psikolojik baskılarına inat, ekonomik ve siyasi yaptırımlarına karşı, millet olarak daha çok BİZ olabilmeliyiz.

Peki, niçin bir türlü BİZ olamıyoruz?
Yanıtsız kalan sorular üşüşünce beynim uyuşuyordu adeta,
 "Ben Yoruldum Hayat" şarkılarını mı söyleyelim yoksa?

Yukarıda, yazımın girişinde Afrika ve aç insanları aklıma düştüğünü yazmıştım.

Belki de "Afrika'ya ilaç gönderecektim, ama vazgeçtim! Kutunun üstünde 'tok alınacak' yazıyordu." C.Bukowski'nin sözlerinden etkilendim.

Belki de  Afrika’da çalışan bir antropologun bir kabilenin çocukları arasında geçen diyalog  gözlerimi nemlendirmişti.

Bir oyun nasıl beni böylesi etkilemiş olabilir? sorusu aklınıza düşebilir. Anlatayım efendim:

Afrika çocuklarına drama eğitimi vermeye çalışan antropolog açlıktan bir deri bir kemik olmuş çocukları, belirli bir yerde yan yana sıraya dizer ve açıklar;

“Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak.”

Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır.
İşte o anda bütün çocuklar el ele tutuşur ve beraberce koşarlar.
Hedef gösterilen ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar.
Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar.
Aldığı cevap hayli manidardır;

"Biz UBUNTU” yaptık. Eğer ki, yarışmış olsaydık, aramızdan sadece bir kişi yarışı kazanacak ve 1. olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik."

Efendim Ubuntu; Güney Afrika’da “BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN ‘BEN’İM” demektir.
O aç Afrikalı çocuklar empati ile ANLAYIŞ felsefesini uygulamışlardı.

Ya biz ne yapıyoruz?

BEN YORULDUM HAYAT şarkısını söylüyoruz.
Ya da, BANA DOKUNMAYAN BİN YIL YAŞASIN, felsefesiyle ulusal bilinçten uzaklaşıyor, yalnızlıklarımızın fanuslarına çekiliyoruz.

Geç kalmadan BİZ olmak umuduyla...

Hadi biz de UBUNTU yapalım..!

Emine Pişiren/ Kocaeli


Eskiden boş yere alınıp, üzülüp,yanlış anlaşılıp da kendime dert ettiğim,

Gündüzleri aklıma gelmeyip, gecemin rem döneminde,
Aklımı, yüreğimi tekmeleyen, acı dolu anılarım vardı.

Tekinsiz gecelerin koyaklarına çekilip,
 Annemin sıkça, "kim icat ettiyse hortlasın," dediği sigaramdan,
Ardı ardına sineme nefes nefes çekişlerim vardı.

Şimdiyse görür, ama görmezden geldiğim kişileri, olayları, vs...
 Kirpiklerimin perdesini çekmeden uzaktan izlemişliğim var.

Oysa; birçoğunun geçtiğini sandığım izlerinin,
Hala içten içe sızlatan yarası varmış, diye hayıflanıp,
Bıraktığım sigarayı özlemişmişim var.
Zira herkesten ve her şeyden eşit derecede sıkılmışlığım var.
Öyle işte..!

Emine Pişiren/2019-Kocaeli

Öpsene Beni



Zil zurna sarhoştu.
Tabanlarında tebeşir çakılı olmuş olsa, o yalpa yalpa sallanan bedenini zor ayakta tutan, "adamın ayakları," neredeyse yerde zigzaglar çizecekdi.

Onun peşisıra yürümekte olan kırmızılar giyinmiş kadın sık sık durmak zorunda kalıyordu.
Karar verdi.
Tam karşı kaldırıma tam geçmek üzereyken, aşırı alkollü adam boylu boyunca yere düşmüştü.

Bir an yanına gidip iki çift söz söyleyip, söylememek arasında kararsız kalmıştı.
Vazgeçti kırmızı şapkalı, aynı renk ince topuklu rugan ayakkabılar giyinmiş kadın.
İtinayla parlak kırmızı ruj sürmüş olduğu o dolgun dudaklarını kıvırdı:

"Aman sende, bana ne! İçmeseydi o zıkkımı!" dedi yüksek sesle.
Ve karşıya geçti kadın.

Gecenin sinesinde ince topuk seslerinin yankılandığı Dolmabahçe kaldırımında yürürken, aklına bir şey gelmiş gibi duraksadı kırmızılı kadın.

Dudaklarından bir küfür salladı. Sonra yıldızlı gökyüzüne doğru uzandı bakışları. Ardından bakışlarının ve ayaklarının rotası karşı kaldırıma yönelmişti. Kadının gözlerinde öfkenin şimşekleri çakıyordu.
Karşı kaldırım ve cadde kıyısına parelel yerde yatan adama doğru yürürken bile sesli söylenmekteydi.

" Hay senin vicdanına tüküreyim be kadın!"

Karşıya geçmişti. Yerde iki seksen uzanmış adama çatık kaşlarla baktı.  Çantası öne doğru sallanınca, onu yere bıraktı. Eğilip yerdeki sızmış adamı koltuk altlarından asılarak çekiştirdi.
Oylaya puflaya kaldırıma çıkartmıştı sonunda.

Az önce yerde bıraktığı kırmızı çantasına tam uzanmıştı ki, sızmış adam kolundan çekip kadını kendisine çekti.
Sanki hiç içmemiş gibiydi. Gözleri ve bakışları öyle normal bakmaktaydı ki...Alkol kokusu ile burnunun direği sızlamasaydı, sarhoş olmadığına inanacaktı kadın.
Adamın sözleriyle bir kez daha şaşkınlık içinde kaldı, ona karşılık verecek söz bulamamıştı.

" Öpsene beni. Birazdan ölebiliriz. Belli mi olur!"
Ardından;
" Kusura bakma: Sarhoşken 4 kadın severim ben. İkisi annem, ikisi sen!"
Ve adamın ikinci söylemiyle sustu kadın.
Kadın hala adamın üzerinde olduğunun farkında bile değildi. Sözcüklerin tesirinden asıl sarhoş olan oydu, sanki.

Ona hiçbir erkek böylesi güzel sözcükleri söylememişti...

Emine Pişiren/ Kocaeli

ATATÜRKÜN İKİ GÜVERCİNİ



Az sonra ilk kez okuyacağınız anı öyküsü gerçek yaşamdan alınmıştır. Öyküde adı geçen kişiler gerçektir.
 Günün anlamına yakışan bu öykümü, Kültür Bakanlığı Resimli Çocuk kitapları serisinden esinlenerek yazdım.
 Atamızın gözlerini ebedi kapattığı şu dakikalarda paylaşmak istedim.
Okumanız dileği ile...
...
Henüz 9 yaşında bir çocuktu. Annesinin elini sıkı sıkıya tutmuştu.
Semt pazarındaydılar. Bir ara annesinin elini bırakıp kalabalığın içinde kaybolmuştu.
Anne oğlunu kaybettiğinin farkında bile değildi. Tüm dikkati pazar tezgahlarındaydı. Kısıtlı olan bütçesiyle eve hangi sebzeyi, kaç kg.meyveyi alacağının hesabıyla meşguldü.
Oğlunun yanında olmadığını bir süre sonra farkeder etmez, paniklemişti!

"Aman Allah'ım!"

Sözcükleri dudaklarından çıkmıştı. Pazarın kalabalığında oğlunu panik içinde aradı.
Nereye baksa, hangi oyuncak tezgahına değse gözleri, yoktu yoktu işte...
Genç kadın ağlamaya başladı. Çaresizlik içindeydi.Gözden kaybettiği oğlunu hiçbir yerde göremiyordu. Sanki yer yarılıp içine girmişti!
Gözyaşlarıyla semt pazarının çıkışına gelmişti ki, yavrusunu görmüştü!
Oğlu yaşlı bir kuş satıcısıyla konuşmaktaydı.
Koşar adımlarla onların yanına ulaştı. Tam oğluna kızıp bağıracaktı ki, güvercin satıcısıyla aralarında geçen diyalog ona engel olmuştu. Ne konuştuklarına dikkat kesildi.
Oğlu yaşlı güvercin satıcısıyla pazarlık yapmaktaydı.
 Genç kadının öfkesi, bu kez de anlam veremediği şaşkınlıkla yer değiştirmişti.

Oğlu satıcının elindeki son iki güvercini satın_almak için ısrar ediyordu.

" Ne olur amca sen bana ikisini de bu fiyata ver, yem istemiyorum!"
Satıcı:
" Ama oğlum teklif ettiğin 6 mecidiye ancak bir güvercin parası eder. Sen ikisini de almak istiyorsun. Sana ancak hediye olarak biraz daha yem verebilirim.!."

Yaşlı satıcı, ikinci güvercini vermek istemiyor, ama çocuk ısrarla diperini de almak için yalvarıyordu.

Sonunda satıcı mavi gözlerdeki yaşlara dayanamamıştı. Çocuğun ısrarlarına teslim olmuştu.  İki güvercini tek kafese koyup çocuğa uzatırken, annesi araya girdi:

" Mustafa oğlum, biz zaten karnımızı zor doyuyoruz. Bütün bir hafta biriktirmiş olduğun harçlığını, neden şu güvercinlere harcadın?"

Küçük çocuk sadece mavi gözleriyle annesine bir gülüş uzatmıştı. Bir elinde güvercin kafesi tutarken diğer eliyle annesinin elini tuttu.
Sustu.
Çünkü istediğine kavuşmuştu.
Pazardan epey uzaklaşmışlardı ki, çocuk annesinin elini bırakıp hızla koşturdu.
Genç kadın, oğlunun davranışlarına anlam verememişti. Tekrar kaybetmek istemedi. Oğlunun peşinden koşturdu.

 Ona yaklaştığında duraksamıştı. Çocuk neredeyse yarı beline gelen bir kayaya çıkmaya çalışıyordu.
Kayanın üzerine çıkar çıkmaz, annesini bir kez daha şaşırtmıştı.
Çünkü çocuk kafesi açmıştı.
İki güvercini minik avuçlarının arasına sıkıştırmış, öylece kayanın üzerinde durmaktaydı.
Annesi yüksek sesle konuştu:

" Oğlum ne yapmaya çalışıyorsun sen? Çabuk in o kayadan aşağı. Düşeceksin!"

Çocuk annesini duymamış gibiydi...
 Kısa bir süre, ışıl ışıl yanmakta olan mavi gözleri, aynı renkteki gökyüzüyle buluşmuştu.
Beklenilmedik bir hamle yaptı.
Sıkı sıkıya avuçlamış olduğu güvercinleri hızla gökyüzüne doğru salladı.
İki güvercinin kanat sesleri kesilene kadar arkalarından sevinçli tatlı telâşlarla bakmıştı.
Annesi bu yeni duruma, anlam yükleyemedi. Şaşkınlıkla konuştu:

" Sen ne yaptığını biliyor musun yavrum?"

Çocuk:

" Evet anneciğim."

Anne:

"Sırf onları uçurmak için mi harçlığını feda ettin? "

"Bütün bir hafta harçlıksız kalacaksın, ama."

Çocuk:

"Kalayım, onlar artık evlerine gitti anne!"

Anne:

" Sen bütün harçlığını  o güvercinleri uçurmak için harcadın... Neden oğlum, neden?"

Çocuk:

" Ben aç kalmaya razıyım anneciğim. Onların evi kafesler değil ki. Göklerdir. Bende ait oldukları yere gönderdim."

Annesinin öfkeli bakışları, bu kez yumuşamıştı. Şefkatin tüm renkleriyle yavrusuna baktı. Sonra da çocuğunu kucaklayıp kayadan indirdi. Sarı küçük başını okşadı.

" Ah benim merhametli, hassas yavrum Ah!"

İşte o çocuğun adı Mustafa, annesinin adı Zübeyde idi.
Henüz 9 yaşındayken yaşadığı bu anısı,
1919 senesinde vatanımızı kurtarmak için
"İstikbal göklerdedir!" Diye Samsun'a çıkartacaktı.
Türk Ulusunu tam bağımsızlığı için savaşacak, ulu önderimiz Atatürk idi.

Ve küçük Mustafa'nın özgürlük mesajını ilk kez annesi tanık olmuştu!

Zübeyde Annemizin ve atamızın aziz ruhunun önünde teşekkürle, minnetle ve saygıyla eğiliyorum.

Işık içinde uyusunlar.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Kaynak: Kültür Bakanlığı Resimli Çocuk Kitapları Serisi

BAZEN

Bazen, diyorum; bazen...
Hiç bilinmedik uzak...
Ve hiç tanımadığım insanların yaşadığı diyarlara...
" Alıp başımı uzaklara gidesim var.!."

Ama ama, bir engelim var!
Ayakkabılarıma "göç yorgunu" topal bir kırlangıç yuva yapmış.
Vazgeçiyorum.

Bazen de bir çocuk olmak istiyorum.
Hani yağmuları gülüşlerimle kucaklamak, gibi...
Veya mutluluktan ayakları yerden kesilmiş,
Bir kadın gibi,  mesela...

Veya Tanrı isterse...
" Ol" derse olursa...
Belki olur, belli mi olur?
 Bir çocuk, gibi özgür gülüşler uzatmak istiyorum...
Nedensiz,
Niçinsiz hayata...

Ama her seferinde yönüm sana çıkıyor.
Lâkin aramızda sonsuzluk var.
Dokunamıyorum ki,
İstesem de sana.

Emine Pişiren/2019- Değirmendere

NEJAT UYGUR'U İZLERDİM



Bir zamanlar, Nejat Uygur'u keyifle izlerdim. O tek başına bile sahneyi doldurabilen bir değerdi. Onu izlerken dudaklarım hiç kapanmazdı.
Işık içinde uyusun, bir programda söyleşi yaptığı spikerin sorduğu soruya verdiği yanıt, hiç aklımdan çıkmaz:

" İnsanı ağlatan sebze bile var; o da soğandır. Ama güldürebilen sebze yoktur."

Evet, gülmek, gülebilmek, güldürmek ne güzeldir.
Siz hiç gülerken ağladınız mı?
Ben çocukluğumda öğrenmiştim bu maskeyi takmayı.

Balzac  güzel demiş:

" Ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa, ama gülebilmek için birini sakın ağlatma..!"

Günümüzde kendi mutluluğu için en yakın dostlarını, hatta ailesini bile satanlar, hayal kırıklığı yaşatanlar yok mu?
Var tabi...
Hem de öyle çokkk...lar ki...
Ben çok yaşadım.
Özellikle kızımdan, vurgun yemişti yüreğim!..
Şimdi yazarsam ağaçlar bile ağlarlar. En iyisi pas, geçeyim bu konuyu.

Bir de kimi hemcinslerim hayal kırıklığı yaşatmışlardı bana.

Üzüldüm tabi, ama her seferinde kendime daha fazla sarıldım.
Ve uzaklaşmadım, güvendim hayata. Yeniden başladım kaldığım yerden.
Yürüdüm, yürüyorum da hala...
Düştüğüm anlarım oldu elbet. Olmaz mı?
Hani o düşüşlerde var ya,  Özellikle ayağa kalkıp doğrulduğumda, dizlerim acı biber gibi yanıyorken;

" Dur azıcık üfleyim de geçsin," diyen biri olmadığında bile acımı bal eyleyip yürüyebildim.

Acılarımı gülüşlerimle örtebildim.

Ah!
Belki de bu yüzden "gülüşü güzel kadın," diyorlar bana.

Günaydın bu arada.

Emine Pişiren/Değirmendere

İZMİR SEVİYORUM SENİ



Yıl 1828
Aylardan haziran...
İzmirde buğday karaborsaya düşmüştür.
Buna sebep üç beş toptancının buğday ve ekmek piyasasını istediği gibi yönetmesidir.
Dönemin valisi Hasan Paşa, karaborsacıların baskısıyla ekmeğe zam yapar.
Halkın öfkeli tepkisiyle karşılaşır.
Önce erkekler protesto eder zammı, ama onlar da yetersiz kalmışlardır.
Bunun üzerine İzmirli Kadınlar dökülürler sokaklara.

Kadınlar Kadifekale, Tilkilik, Namazgah ve
Damlacık Mahallelerinden akın akın meydanlara inerler.
Bu resmen isyandır ve sivil itaatsizlik tüm İzmir'i sarmıştır.

İzmirli kadınlar tüm buğday ambarlarını basarlar. Dönemin valisi Hasan Paşaya ekmek zammını geri çekmesi için baskı yaparlar.
Olaylar üç gün sürer. Kadınlar çocuklarıyla işgal etmedik sokak, cadde bırakmaz.
Ne kolluk kuvvetleri, ne de karakol komutanı Kayserili Hacı Beyin zorlamaları da bir fayda etmez. Kadınlar pes etmez.
Sonunda İzmir Valisi Hasan Paşa pes edip ekmek zammını geri çeker.
Böylece kadınlar sokaklardan evlerine geri dönerler.
Bu durum Osmanlı döneminde kadınların ilk toplumsal direnişi ve ilk zaferidir!
Sakın demokrasinin güzel incisi şehrimize bir daha Gavur İzmir demeyin.
Zira ilk Kurşunu da Hasan Tahsin sıkarak, halkı uyarmış ve Kurtuluş Savaşımız için ilk direnişimizin mimarı olmuştur.
Nasıl mı?
Yer yine İzmir'dir.
Tarih 15 Mayıs 1919'ü gösteriyorken; Yunan Erzin Alayı İzmir'i işgal etmiştir.
Alaya ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin olmasaydı bugün anamız, bize babamızın adını söyleyemeyecekti.

İZMİR SEVİYORUM SENİ.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Vefa Boynumuzun Borcudur



Özdemir Asaf  der ki:

"Öylesine güzel seviyorum ki seni,
Öylesine saf,
Öylesine temiz,
Öylesine derin...
Ve, " Öylesine değil"
--
Cemal Süreya'da Asaf'dan geri kalır mı hiç? Ki her seferinde hoşgörüsüne sığınıp, gönlünü liman olarak sevdiğine demirletmişse...

"Günlerce konuşmaz, yazmaz, sormaz. Sonra gelir bir MERHABA der, yine o kazanır."

--
Ama Can Yücel her ikisini duygu yüklü özlem kokan sözcüklerle bastırmış, iç dünyasına dönerek:

"İçin yanarken üşümek,
Yüreğin kan ağlarken gülmek,
Özleyip de sevdiğini görememek,
İşte aşk , bu olsa gerek!"
--
Dudaklarımız hiç kapanmazdı onu izlerken. Hele doğaçlama sözcükleriyle yüzümüz aydınlanırdı.
Sadri Alışık'ın o kendine has yorumunu yazmadan durmuyor ki kalemim:

" İnsan olmanın da,
Sevginin de,
Hoşgörünün de
Sermayesi bedava.
Sevin, lan birbirinizi..!"
..

Asaf giriyor ve sözünü kesiyor Can Yücel'in:

"Sil ağzının kenarını!
Yine gülüşünden cennet akıyor."
Ve devam ediyor sözlerine;
"Mutlu etmeyeceksen meşgul de etmeyeceksin."

"Zira" diyor:

"Herkes fazlasıyla sevmiş, oysa ben eksikleriyle sevdim."
--
Sevdanın yürek atışlarını duymamış olanlar da var ki, iç dünyasına sıklıkla uğrayıp, orada konukluğunu uzun tutan şair Oğuz Atay ise bize özetliyor:

" Çünkü iç dünyamda hayalkırıklığına hiç yer yok," diyor bizlere.
Kısacası gönlünün pınarından sitemler uzatmış, sorgulamış gurur yapıp da geri duranları:

"Sen duydun mu ki, sustuklarımı?"

Aslında susmak da bir yanıt ama her zaman değil tabi: Kulak verelim mi Şükrü Erbaş'a?

""Birbirine ihtiyacı olanlar, özellikle uzak duruyor birbirlerinden."
_
Atilla İlhan romantizmin resmini çizmiş şiir diliyle:

" Sen hep aynı iklimde gül bana.
Mevsimi boşver!"

Öyle ya, sevdanın mevsimi olur mu? Olmaz tabi ki...
..
Ahmet Arifin gri parmaklıkların ardında ki, o iç sesi var ya, nasıl da bir "albatrosun kanat çırpınışları," gibi sol yanı devindiriyor..!

"Ve Sen geçersin içimden.
Bitmek bilmezsin.!
..
Ben yine de Şemsi Tebriz'inin sözcüklerine yasladım aklımı. Çünkü aşk, bir çok şairin akıllarını başlarından almış. Aman neme lazım, akıl  daha bana lazım.

"Sözün kıymetini, LAL olandan,
Ekmeğin kıymetini AÇ olandan,
Aşkın kıymetini HİÇ olandan öğren."
..
Ama Tebriz'i de susturan Yunus gibi bir değer olunca sözü noktalamak gerekiyor, ne dersiniz?.

"Cümleler doğrudur, sen doğru isen,
Doğruluk bulunmaz sen eğri isen."
...
Ha, Nazım'ı unutmayalım bu arada. Anısına saygıyla.

"Herkese selam,
Sana hasret."

Ve bende derim ki;

" Az da olsa vefaya katkımız olsun."

Emine Pişiren/ Değirmendere-2019

Üç Kat Gülelim



Akşam akşam dolmuşta  güldüm durdum. Neden mi?
Kısaca anlatayım efendim:

Eskiden kısa yolculuklarda ya gazete okurdum, ya bilmece çözerdim. Günümüzde her ikisinin yerini cep telefonları aldı.
Bir de yüksek sesle " akşama hangi yemeği yapayım?" Gibilerinden yemek tarifleri ve üst kat komşu dedikodularını duymasak,  iyi olur da...
Baktım kol kavuşturup beklemekle zaman geçmiyor.
 Bende dolmuştaki çoğunluğa uydum. Çantamdan cep telimi çıkartıp, sanal dünyada sörf yapmaya başladım.
Böylece boş boş bakmayacaktım camdan.15 dakikalık mesafeyi gözlerim aşsın ve okuyarak geçireyim istemiştim.

Az sonra bir gülme krizi tuttu mu beni. Tut tutabilirsem yanaklarımı aşkolsun bana.
Neyse sözü dolandırmadan yazayım beni gülmekten gözlerimden yaşlar akıttıran fıkraya :)

...Temel uçağa binerken merdivende bir bakmış önünde Sharon Stone hal tetmiş bir sarışın dilber..
Muhteşem de bir mini..
Temel içini çekerken bir bakmış, yeri dilberin tam yanı..
Oturmuşlar.. Uçak havalanmış. Dilber çantasına uzanmış.

İçinden bir bulmaca dergisi, bir kurşun kalem çıkarmış.
Başlamış çapraz bulmacayı çözmeye..
Temel heveslenmiş...

“Şimdi bir yerde takılır, bana sorar, böylece muhabbete başlarız” diye...

Beş dakika geçmeden dilber Temel`e dönmüş, gerçekten..
Kısık, seksi bir sesle sormuş:

“Beş harfli bir kelime. Sonu arak..Başına bir harf koyarsanız kadınların en sevdiği alet olurmuş, biliyor musunuz?” diye...

“Aman Tanrı`m” demiş Temel, Amerikan filmlerindeki gibi...

“Aman Tanrım.Mutlak bir kelime olmalı..”

Başlamış düşünmeye..
Beş dakika sonra jeton “Dank” diye düşmüş.. Kadına dönmüş:

“Tarak olabilir mi, hanımefendi?..

“Tarak!..! Harikasınız” demiş dilber ve eklemiş:

“Silginiz var mı acaba?"
...
Ee, ne demiş Tibetliler?
" Uzun yaşamak için; yemeğin yarısını yiyin.Yolun iki katını yürüyün. Üç kat gülün. Sınırsız sevin."

Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Ben Senin Ananı Avradını...

EY HAYAT!
BEN SENİN ANANI, AVRADINI, VE TÜM....

Evet noktalı yerleri siz tamamlamayın bi zahmet... :)
Ben, kansere yakalandığım 2009 senesinde  günceme şöyle yazmıştım:

" Sevgili Ben,

Biliyor musun? Bugün bedenime hoş olmayan bir konuk geldi. Onu bir süre ağırlayacağım. Sonra kapıyı açıp, " beni daha fazla meşgul etmemesini söyleyip uğurlayacağım.
Onu ağırlarken, sana uğrayamadığım için sakın seni unuttuğumu sanma.
 O gittikten sonra yine seni bir önceki günden daha çok seveceğim. Sana söz!
Seni seviyorum."
...
Ve kötü konuk anlayışlıymış, uzatmadı bedenimdeki kalışını. Çok şükür erken gitti.
O gün bugün ben, yine kendime şiirler, mektuplar yazıyorum.

Kimi zaman oluyor ki, ayrılıklar, pişmanlıklar yaşıyoruz, elbette... Gönlümüzde hüzünleri sağıp, acıları da konuk ediyoruz.
Bu dönemlerimizde keyifsiz ve kendimizi bir koca HİÇ gibi de görüyoruz.
Hatta, hayata kafa tutuyoruz, onu yargılayıp suçluyoruz da...

Kimi zaman da ayaklarımız yerden kesiliyor. Aşık da oluyoruz. İşte o anlarda "dünyalar" sanki bizim oluyor. Böyle anlarımızda duygusal olarak öyle çok cömert oluyoruz ki...
 Ve hatta hayata teşekkür edip onu kucaklıyoruz da...

Oysa hayat, bize öyle çok seçenekler sunuyor ki.
İyi veya kötü, yanlış veya doğru, vs, tüm sunduğu o seçenekleri bizler irademizle, mantığımızla harmanlıyor,  aklımızla değerlendirip, seçmiyor muyuz?

Peki, neden hayatı adaletin kürsüsünde savunmada bırakıyoruz?

Kısacası;
Sürekli " Ey Hayat Sen Suçlusun!" Gibilerinden hayata yüklenmek ne derece doğrudur?

Çünkü hayat, tercihlerimiz sonucunda edinimlerimize, deneyimlerimize, hatalı seçimlerimize sadece seyircidir.

Kısacası; biz yargıç değiliz, hayat ta bir sanık değil.
Bir şairin çok sevdiğim söylemiyle veda edeceğim:

" Kahveni nasıl alırsın? Diye sordum. Elinden, dedi. Gel de sevme şimdi..."
Hayat küfredince değil, her şeye rağmen sevince güzel.

Ölüm mü?
Evet, ona rağmen!
Can, zaten bize emanet.
Hem de zamanı gelince sahibine geri gidecek bir emanet...

Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren/ Kocaeli

Kırmızı Mühürlü Sapıklar

KIRMIZI MÜHÜR

Keşke ülkemizde de uygulansa.

Aşağıdaki bilgiyi Hasan Ildız sayfa arkadaşımdan alıntıladım.

"...Sovyetler Birliğinde, kadına taciz ya da şiddet uygulayan önce 15 yıl yatıyordu ve çıkarken alnına kırmızı bir damga vuruluyordu. Bişkek'te gece saat ikide parkta oturan kadınlar gördüm, bir Ahıska Türkü kadına,

 "Bunlara kimse zarar vermez mi?" diye sorduğumda, bana yukarıdaki cezalandırma sistemini anlatmıştı.

Bir de bu kapıya şapka asma meselesi vardı. CİA'nın pişirip bizim milliyetçilere propogandasını yaptırdığı. Onu anlattığımda kursiyerler gülmekten yerlere yatmışlardı."
...
Osmanlı zamanında bazı beğendiğim sosyal ve adil uygulamalar vardı.
Biri şöyleydi:
" Kötü esnaf dışlanırdı. Eksik tartı, kötü ve bayat ürün satan esnafın damında bir ayakkabı görünürdü. Böylece halk o esnaftan alışveriş etmezmiş. "Pabucu dama atıldı," söylemi bu uygulamanın türevidir.
Bir de Fatih zamanında uygulama okumuştum:
" Teknik ekip su kanalı açmak için  ikinci kez cadde, kaldırım taşlarını döşerse idamı istenmiş."

Ve hatta, aklımda kaldığı kadarıyla yazacağım: Konuyla ilgili bir esatir de okumuştum:

Osmanlı Padişahı birgün mimarını yanına çağırmış.

" Bana 30 gün ıçinde acil olarak 1000 kadırga yapmanı istiyorum."

Mimar ölçmüş biçmiş ve malzemeleri almış. 30 gün sonra kadırgalar Haliç'e padişahın nezaretinde sayılarak indirilmiş.
" 1...2...5...20...30....100...200...700...850...900...1000....ve 1001..."

Padişah şaşkınlık ve öfkeyle kükremiş!

" Bre mimar...ben sana 1000 kadırga yap demiştim. Niçin 1000 değil de 1001?" Diye hesap sormuş.

Mimar gururla başını dik tutarak hesabını vermiş.

" Hünkarım, sizi mutlu etmek için."

Padişah şaşırmış:

" Nasıl anlat hele bir?"

Mimar anlatır bir güzel:

" Haşmetli Hünkarım. Sizin emrinizle 1000 kasırgayı inşaa etmiştik. Baktım daha 1 hafta var. Eh, gördüm ki, tam bir gemilik malzeme de artmış. Ben de ziyan olmasın, değerindireyim, istedim."

Padişah memnun olmamış. Sakalını sıvazlamış. VE hükmü vermiş:

" Bre ey mimar! Sen koca bir Osmanlı devletini temsil eden mimarısın. Hesabını iyi ölçüp yapmalıydın. Bugün devletimizi 1 kadırga için kereste ve malzemeyle zarara uğratan, yarın 100 kadırgalık zararı olur. Bunun için tiz boynun kesile..!"
...
Padişahın böylesi öfkesi ve yargısı tartışılır tabi...Lakin cezaların asıl nedeni Osmanlı bütçesine verdiği zarardan ötürü olunca faturası yine halka yansıyacağı kesin...

Bizde de depremden dolayı can mal kaybı yaşayan insanımız hala mağdurlar...
Üstelik de depremle yıkılan teknik hatalı tüm ev_iş, kamuya ait işyerlerine imza atan mimar, mühendislere yeni ihalelerle "ödül" bile veriliyor.
Sapıklar, katiller, hırsızlar, salınıp yeni suçlar işlemelerine neden oluyor.
Hindistan'da sağlığa halk ceza kesiyor.
Kazakistan'da eskiden 2 genç kavak ağacı arasına el ve ayak bileklerinden bağlanırmış sapıklar, zina edenler. Sonra ipler bıçakla kesilirmiş. Açılan kavaklar göğe yükselirken, insan vücudu 2'ye ayrılıp savrulurmuş.
Böylece infaz gerçekleşirmiş.
Asırlardır Kazaklarda hiç zina ve sapıklık yaşanmazmış.
Ve hatta bir Kazak Türkü 7 göbek öncesi akrabasıyla evlenirse idama mahkum edilirmiş.
Bu bilgiyi bizzat İzmir Kazak Köyünün sahibinden kulaklarımla işitmiştim.
Neden idam edildiğini sorduğumda aldığım yanıt çok da mantıklıydı:

" Türümüz, genetiğimiz bozulmasın diye.!

Günümüze dönüyorum. Doğu ve Anadolu'da ensest ilişkiler yaşanıyor. Küçük kız ve erkek çocukları kayboluyor. Bulunduğunda tecavüz edilip öldürülmüş olduğunu öğreniyoruz.
Sapkınlığın en kötü hallerine sosyal medyada tanık oluyoruz.
Yetmiyor...
Sapıklık din alimleri aracılığı ile körükleniyor.
Bir hoca çıkıp camide vaaz veriyor.
"Yeni ölmüş bir kadınla kocası 7 gün ilişkiye girebilir, sonra abdesti alınıp defnedilir!" diye...

Bir hoca camilerde böyle absürd, sapık fetva verirse, sapıklık tabi ki doğal karşılanır o toplumda... Genetiğimizi takan kim? Bu gidişle tür kalır, ne de saf Türk...

Yine üzülerek yazıyorun burası bizim ülke...
Yok öyle alına kırmızı suç mührü vurmalar...
Keşke, diyorum...
Keşke vursalar..!

Emine Pişiren/ Kocaeli