Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

19 Nisan 2020 Pazar

VURGUN YEMİŞTİ YÜREĞİM...






Çocuklarımızı büyütürken, onların  özgüvenlerini kazandırmak amacıyla çırpınırdık. Öyle ki, 0 ila 6 yaş sonrasında dahi bir anne/ baba olarak, onların kişisel gelişimlerinde aktif pasif rol bize düşerdi.
Zorlandığımız zamanlarda kimi kıymetli doktor, psikolog yazarlarımızın kitapları ışığımız, rehberimiz olurdu, genellikle...

 Haluk Yavuzer, Doğan Cüceloğlu, Özcan Köknel, İpek Ongun, vb yazarların kitapları hala raflarımdadır.
O sararmış sayfaları bugün bile karıştırırım.
Nasıl unuturum o geçen yılları?

 Bakışlarım durgun mavi körfeze daldı bir an...
Yaşadığı şehirden çok uzaklara gidip okuyacak kızımın valizini hazırlarken dahi gözyaşlarımı sakladığım o gün geldi durup dururken şimdi...

Evinden çok uzaklarda farklı hayatlara dokunacaktı kızım.
O okurken dahi, en çaresiz ve sıkıntılı günlerinde ona mektuplar yazardım. Hala saklarım o mektupları.

Bugün kitaplığımın raflarının tozunu alırken elime Psikolog İpek Ongun'un, " Bir Genç Kız Yetiştiriyorum" adlı kitabı geçti.
Kitabı elimde tutarken gözlerim nemlendi.
Çünkü o kitap, ilk göz_ağrımızı yetiştirirken aldığım ilk kitaplardan biriydi.

 Kitabın tozunu aldıktan sonra raftaki yerine koyarken içinden ikiye katlanmış bir kağıt düştü. Kağıdı açtım. Kızıma yazmış olduğum mektuplardan biriydi.
Tarihe baktım. 1998 yazıyordu.
Depremden 1 yıl önceki tarihti...
Ve kızımın baba ocağından ilk kez ayrıldığı tarihti.

Mektubu gözyaşları içinde okurken şu satırları zorlukla okudum.

"...Sevgili Kızım,
Şimdi benden çok uzaklardasın. Hayat belki sana kolay sorular sormayacaktır. O soruları yanıtlarken zorlanacağın günlerin de olacaktır. Son mektubunu ağlayarak yazmışsın.
Mektubunda  hem beni, hem babanı suçluyorsun.

Neden kızım?

Satırlarındaki eleştiri oklarını düşünmeden bize attığını görüyorum.
Diyorsun ki;
" Anne, siz bana ipekten halılar sermişsiniz. Ayaklarım incinmesin diye. Meğer, dışarıdaki hayat çok kötüymüş! Yollar dikenli ve taşlı. Yürürken ayaklarım kanıyor. Yara oluyor. Dizlerim kanıyor anne! Ne üfleyip acısını geçirecek, ne de yaralarıma merhem sürecek annem var yanımda.  Ve ne de babam... "

"...Sevgili Yavrum,
Seni çok iyi anlıyorum. Haklısın. Evinden çok uzaklardasın. Tabi ki zorluklar yaşıyacaksın. Hayat her zaman tepside mevvalar sunmadı bize.
Onları kazanmak için zor ve çetinlikleri de yaşattı bize.
Sen şimdi evinden çok uzaklarda o dikenli, taşlı topraklı yollarda yürümeyi de öğrenmelisin. Bu yüzden gittin okumaya.
Nasıl ki, ipek halıda yürümeden önce emekliyordun, düşe kalka yürümeyi öğrendin, şimdi hayat yolunda da aynı düşüşleri yaşayacak, öğreneceksin.
Bunun için lütfen kızma bize.
Uzaklarda da olsak, babanla bir nefes kadar yakınız sana.
Sakın vazgeçip pes etme. Arkadaşlarınla iyi geçin.
Sessizliğin içinde kendi sesin olmayı dene yavrum.

Çünkü farklı hayatlarla birlikte yaşamayı da öğrenmen gerekecek. Ve kimsenin acılarıyla sakın alay etme. Kimseyi küçük görmemelisin.

"...Bak Canım Yavrum,
 Sana şimdi kısa bir yaşanmışlık anısı yazacağım:

"...Yurt dışında tıp okumakta olan bir üniversite öğrencisi şöyle anlatıyor.
' Bizim üniversitede genç kızların kullandığı saatlerden takan bir erkek doktor vardı. Onun bu hâline sürekli güler, eğlenirdik. Sonradan öğrendik ki, o taktığı saat, ölen kız çocuğuna aitmiş.'
...
Gördün mü canım yavrum. Nice hayatlar var ki, onlar belki de sevdiklerinin kayıplarıyla yas tutuyor, olabilirler.
Onları gördüğünde sakın alay etme.
Çünkü kızım, acılarıyla kıvranan yürekler sessiz ağlarlar.
Annen"
...

Mektup elimden düştü. Omuzlarım çöktü. Şimdi evimde oğlumla karantinadayız. Baharı gözlerimizle camdan görüyoruz.
Mayıs yaklaşırken, kırlarda papatyalar tomurcuk vermiş. Kiraz ve ayva ağacı var bahçemizde. Çiçekler açmış. Dağları görüyorum. Yemyeşil.
Ama baban, sen, torunlarım yoksunuz..!
İşte bu anlarımda acının en kötü rengi dokunuyor sol yanıma.
Vurgun yemiş yüreğimle sessizce yaslanıyor bakışlarım durgun mavi körfeze doğru. Fısıldıyorum:

"Bu yıl da yalancı baharı gördü gözlerim..."

Emine Pişiren / Kocaeli

17 Nisan 2020 Cuma

ÇİŞTEKİ MUCİZE..!



Çinliler Çin Seddini yaparken ayakları şişermiş.
İskender'in yaya askerleri km' lerce yol yürümekle ayakları su toplarmış.
Ne yaparlarmış, bilir misiniz?
Ayakkabılarına işeyip, o ayakkabıyı giyerlermiş.

Kılıç yarasını bile iyileştirdiği rivayet edilen idrarın, sarılık hastalığına tutulmuş kişilerin incirle birlikte içip iyileştikleri söylenir.
Hindistan'ın babası Ghandi'nin glakomu ve kataraktı idrarla yok ettiğini okuduğumda çok şaşırmıştım!
Tıbbın ve insanlığın şu son günlerde çaresizliğini gördükçe hep içimden şöyle düşünürdüm.

" Derdi veren Allah, dermanı da vermiştir mutlaka!" Diye...

Ve o an aklımda bir ışık çakmıştı!

" Antijen...İdrar...Antikor..!"

Bu üç sözcük kelebekler gibi belleğimde uçuşmaktaydı...

" Belki de Covit-19'un ilacını hastalanan insanlar idrarlarından atıyordu!"
...
Şimdiye kadar profları dinledik. Hem de tam 7/24 ...
Çare bulan var mı?
Hala tartışıyorlar.
Aslında  var tedavisi.
İnananlar tedavi oluyor.

Virüslerle nasıl başa çıkarız?
İlk yardımda idrarın faydaları nelerdir?
Arı, akrep soktuğunda ne yapılmalı?
İdrarın tarihçesi...vs...vs...vs...
Ve daha bir çok faydalarını; 2002 yılında Edremit Olay Gazetesinde
" Belki Günün Birinde," adlı köşemde "Çişteki Mucize," başlıklı yazımda yazmıştım.

Size bir örnekle anlatayım:

Eşim havya ile leğim yapmıştı. Havyayı soğusun, diye mutfak tezgahının üzerine koymuştu. Havya tam da benim işleneceğim alandaydı.
Unutmuşum, belki de o anda bilinçdışı bir eylemle havyayı avuçlayıp kenara koymamla çığlık attım.
Elim yanmıştı. Avuç içimden burnuma yükselen yanık et kokusu ve dumana hayretle bakıyordum. Resmen 3.derece yanıktı.
Eşim çığlığıma koşup gelmişti. Elimi yanmış görünce, " koş üzerine işe," dedi.
Dediğini yaptım.
Önce müthiş bir yanma, ardından serinlik hissettim avucumda.
 Gözlerim tam bir mucizeye tanık olmuştu, o an!
Ertesi gün avucumda ne şiş, ne de bir yanma vardı.
Bu yaşamış olduğum olay sonrası, öylesine okumuş olduğum kitabı, gözlerim adeta içerek okumuştu.
İkinci örneği Burhaniye'de aile dostlarımızın evinde yaşadık.
Pazarda herkes tanır.
Yunurta satarak geçimlerini sağlarlar.
Adı Mehmet.
Bir gün ev ziyaretine gitmiştik. Mehmet Beyin eşi mutfakta bize el emeklerini sunmak için hazırlık yapıyordu. Salona kadar gelen çığlığına koştuğumuzda gördüm ki, siyah sarı bir arı sokmuştu.
Yörenin en zehirli arısıydı.
" Eyvah, Mehmet de yok. Beni serum yemem için kim hastaneye götürecek?" Diye ağlıyordu zavallım.
Bacağının baldır kısmı bir anda şişmişti. Hemen ona eşimin bana söylediğini uygulattım.
" Çabuk bu kaseye işe!"
Ve o kasedeki idrara pamuklar banarak, arının soktuğu yere kompres yaptım.
Bu kez "Çişteki Mucizeye" o gün de tanık olmuştuk hep birlikte!
Kadıncağız küçülen şişliğe bakakalmıştı!
Sonra annesine telefon açmıştı.

" Anne, anne bu bir mucize! Artık, hastaneye yetişmezsem ölürüm korkum, olmayacak!"
...
Bütün mesela antijenlerin nasıl oluştuğu ve antikorların kanımızın kimyasında çoğalmasıdır.
Hasta kişi, Covit-19 virüsünün antijeni, kanındaki serumda olulup, üriner sistem aracılığı ile idrarla atılıyor.
Yani ecza depomuz bizim idrar kesemizde...
Keşke bu önemli bilgi, bilim heyeti bu bilgiyi değerlendirmiş olsa.
Kitapta kanıtlarıyla doktorların, hastaların bilgi ve deneyimler paylaşılmıştır.
Hatta radyo programlarında yayınlanmıştır.
Şu son bir aydır karantinalı günlerimizde bu kitabı okumanızda fayda görüyorum.

Bilginize sunulur.

Emine Pişiren/ Gazeteci Yazar

TAVUĞUN DERİSİ VE GERİSİ, DERDİ ANNEM



Çocukluğumdan bir kare düştü gözlerime.
Biz üç kardeştik.
Annem tabağımızda yemek bıraktığımızda şöyle derdi:

" Kim tabağında kırıntı bırakırsa nışanlısı çirkin olacak. Kim bırakmazsa çok güzel bir nışanlısı olacak."

Nasıl da heyecanla, "benim nişanlım daha güzel olsun," der gibi tabağımızı ekmeğimizle sıyırırdık biz üç kardeş.

Gönül dostum Kamuran Esen der ki;

"...Ben çocukken annem,  pişirdiği tavuğu babama ve biz dört kardeşe paylaştırır; tavuğun en sevdiği yeri olduğunu söylediği boynunu ve kanat uçlarını kendine ayırırdı.

Şaşırırdım, annemin bu zevkine. But ve göğüs eti dururken, boyun ve kanat uçları nasıl sevilirdi!

Anne olunca anladım ki; anneler, tavuğun boynunu ve kanat uçlarını sevmek zorundalar, anne fedakârlığı gereği."

Yazıyı okur okumaz, gözlerim nemlendi. Çocukluğuma yolcu oldum birden.
Annem biz üç kardeşi yer sofrasında ağırlardı hafta sonları. Hafta sonları dedim, az önce...
Babamı 4 yaşında kaybettik biz. Annem de karın tokluğuna Haydarpaşa Numune Hastanesinde kadrosuz, gönüllü hemşirelik yapardı.
Bizi devletin kucağına teslim etmişti.
Hafta sonları, beni ve 2 kardeşimi izinli olarak alır, götürürdü Fatih'te tek odalı kiraladığı evimize.
Bir leğende yıkanır, bir yatakta yatar, bir yer sofrasında yemek yerdik.
Anımsıyorum da...
O yıllarımız, en yokluk yıllarımızmış meğerse...

Annemiz, kasaptan bütün bir tavuk alırdı. Pompalı gaz ocağını yakar, tavuğu önce közlerdi. Mis gibi kokardı tütsülenmiş tavuk.
Pişen tavuğu eşit bir şekilde üç çocuğuna üleştiren anneme tavuğun kemiklerini sıyırmak düşerdi.
Sonra da " tavuğun gerisi ve derisi en lezzetli yeridir," der ve bizim yiyemediklerimizi tabaklarımızdan alır yerdi.
Anlayamazdım annemin bu zevkini.
Çocukluk işte...
Bakışlarımızı yakalayan annem;
" Siz bilmezsiniz ben 9 yaşında bir çocuktum. Annem tarlalardan tek tek  buğdayları toplar, değirmende öğütür bize ekmek pişirirdi.
Bizler savaş sonrası çok kıtlık, yokluk çektik yavrularım. Daha sonra ekmeği karneyle alırdık. Allah o günleri bir daha yaşatmasın. Hadi şimdi sofra duası edelim," derdi.

Dua ederdik hep birlikte.
Anneliğin kutsallığını, anne olunca daha çok anladım.

Ve bizler, 2. Dünya Harbini görmüş, yaşamış o muhteşem annelerin çocuklarıyız.
Bir ekmeği dörde beşe bölüp üleşmiş; içine zeytini, soğanı katık etmiş fedakar annelerin çocuklarıyız...
Ve bizler türümüzün son nesliyiz.
Bizden öte yok artık!
...
Gönül dostumun " tavukla ilgili yazısı" anılarımdan bu karelerin sözcük sözcük yuvarlanmasını sağladı.

Ve unutmamış gönlü cömert, yüreği okyanus gibi sevgi dolu yazarımız Kamuran Esen; gönlündeki tüm kır çiçekleri annelere hediye ediyor.

Teşekkürler güzel insan.

Emine Pişiren/ Kocaeli

DEJAVU...( 2)



Gözlerimi açar açmaz beynimde şimşekler ardı ardına çakmaya başlamıştı. Karanlıkların anaforlarına çekilmeden önceki an be an kareler gözlerimin önüne gelmişti. Haykırdım!

" Bebeğimmm..! Bebeğimmm!"

Yoktu yatağımda bebeğim. 'O neredeydi? Yoksa ölmüş müydü?'
Yatağımdan sıçrar sıçramaz gerisin geriye çoklu eller, kalkmama engel olmuştu.
Uzaklardan eşimin sesi kulağıma çalındı.
" Sakin ol aşkım. Kolunda serum var... Aman ha!.."
Tekrar haykırdım. Sesim kulaklarımın derinliklerinde eko yapıyordu.
"O nasıl? Ona bir şey oldu mu? Bebeğim nerede?.."
İç çığlıklarıma yanıt alamıyordum. Dışarıdaki sesleri duyuyor, ama onlar beni duymuyorlardı sanki. Eşimin sesi titriyordu:

" Doktor Bey, o ne zaman kendine gelir? Neden böyle?"

Sorunun yanıtını duymak istiyordum. İç sesimi susturdum.

" Bir saat sonra tam kendine gelecektir. Hala narkozun etkisi altında. Güçlü bir kadın. İyileşecektir."

 'Kimle konuşuyordu?' 'Neredeydim?'
' Eşim neden, Doktor yanındaydı?' 'Gözlerim, gözlerimi niçin açamıyordum?'

Beynindeki yanıt bekleyen sorular gidip geliyordu. Sisler içinde kaybolmuştum sanki. Eşim doktoru bırakacak gibi değildi:

" Patoloji sonucunu ne zaman öğrenirim doktor bey?"

Odada biraz suskunluk oluşmuştu.
'Ne patolojisi?'
'Bu insanlar neyi konuşuyor?'
'Kim hasta?'
'Yoksa bebeğime mi birşey oldu?'

Her şey birbirine girmişti.
Aklımdaki sorular iç içe girdiler. Sonra büyük bir düğüm oluşmuştu. Çözmek istiyordum, ama ağırlaşan belleğimle bu imkansızdı. Tüm soru ve yanıtlar, Gordion düğümü gibiydi.
Kalkmak istedim. Başaramadım.
Bedenimin alt kısmını hareket ettiremiyordum. Uyuşmuştu.

Çok cılız bir ses eşime eşlik ediyordu;

"Ateşini kontrol altına aldık. Endişe etmeyin. Siz serum biter bitmez bize haber verin."

Ses bir kadına aitti. Gözlerimi açamıyordum.
Karanlıklar beni tekrar kucaklamadan önce duyduğum son sesle hastanede olduğumu anlamıştım.
...
İdrar kesem patlayacak gibiydi. Tuvalete yetişmezsem yatağa işeyecektim.
Uykulu bakışlarımla kalkmaya çalıştım. Başaramadım. Ellerimi bileklerimden oynatamıyordum.
Neler oluyordu?!
 Gözlerimi açar açmaz aydınlıkları kucaklamıştım. Kamaşan gözlerimi birkaç kez açıp kapadım. Sonra ellerimle siper yapmak istedim. Ama el bileklerim acıyordu.
Yattığım yerden göz ucuyla baktığımda hayretle irileşti gözbebeklerim!..
Ellerim demirlere bağlanmıştı!
Neydi bu şimdi!?!
Artık iyice kendime gelmiştim. Kalçalarımı biraz biraz hareket ettirebiliyordum.  Baldırım hala bir külçe ağırlığındaydı!

'Bu neydi şimdi? Felç mi oldum ben?!'
Duyumsadığım bu kaygıyla alt ekstremitelerimi hareket ettirmek istedim. Ayaklarımı az be az, oynatınca bu korkumdan uzaklaşmıştım.
'Çok şükür!' Diye fısıldadım.
Bu kez sesimi duymuştum.
Bulunduğum odayı gezdi bakışlarım. İki yataklı bir hastane odasında olduğumu gördüm.
Az önceki idrar kaçırma hissim, tamamen içgüdüsel bir tepkiymiş. Sonda takılıymış. Kolumda serum varken, ellerim gazlı bezlerle yatağa bağlıyken kalkmam imkansızdı.
Bu düşüncelerdeyken birden kapı açıldı, eşim içeri girdi.
" Çok şükür kendine gelmişsin canım."
İnleyerek dirseklerimde doğruldum.
" Bağlamışsınız beni..."
Eşimin bakışlarında şefkat vardı. Yanıma yaklaştı. Yatağın kenarına oturdu.
 Alnımı bir avucıyla sıvazladı. Saçlarımı parmak uçlarıyla taradıktan sonra;

"Mecbur bıraktın bizi. Sürekli kalkmak istiyordun. Çırpınıp duruyordun. Hemşireler tek çözümü böyle buldu canım. Bak kollarına! Mosmorlar. Hep damar yolu aradılar."diye beni aydınlatıyordu.

Ona gülümsedim.

" Hadi çöz beni. Artık kendindeyim canım."

" Evet çok şükür ki, artık kurtuldun. Seni kaybedeceğim, diye o kadar korktum ki aşkım!"

Eşim ellerimi çözerken sesi titreyerek  benim için ne kadar endişelendiğini anlatıyordu.
Ona sormaya cesaret edemediğim o kadar çok soru gelip gidiyordu ki, engel olamıyordum.

" Narkozun etkisiyle sürekli konuştun canım. Bir ara bayağı endişelenmiştim."

Eşimin bakışları nemliydi. Ellerim özgürlüğüne kavuşunca, yatağımda doğruldum. Eşim ikinci bir yastıkla sırtımı destekledi.

Susuyordum...

" Su içer misin canım? Hadi biraz iç..."

Bardağı elim titreyerek aldım. Eşim destekledi elleriyle ellerimi.
Ona soramıyordum.

'Patoloji' sözcüğü gidip geliyordu aklımdan dudak uçlarıma doğru...

Susuyordum...

Kötü bir şey duymak istemiyordum.
Eşim sesine neşe katarak konuşuyordu:

" Kız sen hep uyu e mi...Çok güzel hikayeler anlatıyordun bize."

Kızardı yüzüm.

" Yalancı...Ne demişim ki?"

" Neler demedin ki? Bana yemek tariflerini anlattın durdun. Aç kalmamı istemiyordun..."

Devam etti sözlerine:

" Doktorlara da ilk doğumunu anlatıp durmuşsun ameliyat masasında..."

"Şaka yapmaaa ..." dediğim an oda kapımız açıldı.
 Doktorumla hemşire içeri girdi.

" Hadi gözünüz aydın. Patoloji sonucuna göre mesaneyi almamıza gerek kalmadı. Ama uzun bir tedavi sürecimiz başlayacak. Her şey çok güzel olacak. Yarın taburcusunuz!"

" Çok sağ ol doktor bey, çok sağ ol. Şükürler olsun Tanrım! Şükürler olsun!"

Eşim sevinçten ağlıyordu. O anı yaşamım boyunca unutmam mümkün değil. O an, ikinci bir şans vermişti beni yaradan.
Ve artık hayata yeniden geldiğime inanmıştım.

Emine Pişiren/ Kocaeli

DEJAVU (1)



Yıllar önceydi.
Karnım burnumdaydı. Çalıştığım işyerinden doğum iznine ayrılmıştım. Evde tek başınaydım.
Kanepeye uzanmış kitap okuyordum. Bir anda bacaklarımın arasından ılık ılık bir sıvı akmaya başladı. Eteğimi kaldırıp baktığımda sevinmiştim.
Korktuğum şeyi görmemiş, kan da gelmemişti. Sadece doğumhanede ebenin veya doktorun müdehale ile akıtacağı ilk amniyo sıvısıydı.
Yavaşça yerimden doğruldum. Yan komşuma gidip, telefon açmayı düşündüm:

" Bak ne zaman olursa olsun bana telefon aç canım. Derhal taksiye atlar gelirim." Diye beni uyaran eşimin sesi kulaklarımda akisler çiziyordu.

Yan komşumun kapısını tıklattım. Kapıyı açan olmamıştı. Üst kata yavaş yavaş, tırabzana tutunarak çıktım. Onun kapısını istemeye istemeye zorunlu çaldım. Çünkü tam tanımıyordum. Ya telefon açmama izin vermezse ne yapacaktım?
Kapı açıldığında, uykulu gözlerle sarışın bir kadınla karşı karşıyaydım.
" Ne var?" Dedi.
Kabaydı, argoydu sesi.
" Şeyy... eşime telefon açabilir misiniz acaba? Şeyim geldi de..."
Dememle,
" Başlarım ben senin eşine de sülalene de..."
Demez mi?!
Bir de kapıyı " çatt" diyerek yüzüme kapatmaz mı?
Öylece kala kalmıştım.!.
Kadın akşamdan kalmaydı, bu öyle belliydi ki...
Anosonun o ekşimsi, sindirilmiş nefesi hala yüzüme yapışmış kalmıştı...
İnleye inleye kendi katıma tam inecekken karşı dairenin kapısı açılmıştı!
"Hanımefendi bir şey mi vardı? Size nasıl yardımcı olabilirim?"
Diyen sese başımı çevirdiğimde 20 yaşlarında genç bir delikanlı gördüm.
Ona " Acaba eşimi arayabilir misiniz? Doğumum başlamak üzere de..." diye rica ettiğimde.
Genç çocuk heyecanla telefonu yazdı. Heyecanlanmıştı. Ayakkabılarını bile giyenemiş, ev terlikleriyle bakkala koşturmuştu.

" Siz evinize gidin ben hemen geliyorum!" Demişti...

Sonradan öğrendim ki, o genç Eskişehir'den okumak için İstanbul'a gelmiş, bir hukuk öğrencisiymiş. Evinde de telefon yokmuş.

O gün eşim 20 dakikada yetişmişti. Doğumun ilk işaretleri gelmişti. Hastaneye zamanında yetişmiştik.
Hemen beni 9 ay kontrol eden doktoruma haber verildi. Kısa muayene sonrasında;

" İsterseniz sezeryanla doğumunuzu gerçekleştirelim," önerilerini kulak ardı etmiştim.

 Kendime o kadar güveniyordum ki, ilk çocuğumu tüm hücrelerimde hissetmek, onun içimden dünyaya gelişini duyumsamak, ona acılarımın arasında gülümsemek, "hoş geldin meleğim" demek, istiyordum.
Ve doktoruma gülüşler uzatarak;

" Hayır, normal doğum yapmak istiyorum doktor bey!" Dediğimde o hala ısrar etmekteydi:

" Sizin de bildiğiniz gibi bebek kilolu. Riske girmeyelim bence..."

 "Riske gireceğim doktor bey!"

Dedikten sonra onun kuşkulu bakışlarının arasında bana uzattığı " Her şeyden ben sorumluyum" kağıdını imzalamıştım.
Yanılmışım..!
Hemen yanıbaşımda bir gebe çığlık çığlığa bağırıyordu. Tüm çabalara karşın o kadın masada kalmıştı.
Bebeğini doğuramamıştı! Karnındaki bebeği canlı kurtarmak, amacıyla  tüm doktorlar aceleyle ameliyathaneye koşturmuşlardı.
Bütün bunlara tanık olunca ağrılarım geri gitmişti.
Nöbetçi ebe ne kadar karnıma bastırmış olsa da yok, yoktu ağrı...
İğneler yapıldı.
Kata alındım.
Koluma serumlar takıldı.
Ama karnımdaki o ilk acılı, kıvranışlı ağrılarım, artık yoktu. Azıcık geliyor sonra da kısa sürüp yok oluyordu.
Psikolojik tepki vermişti benim meleğim. Belli ki, o ölen kadının çığlıklarından ürkmüş, dünyaya gelişini ertelemişti.

Sözü uzatmayayım, doğumun tüm işaretleri gelmiş, amniyo suyum boşalmıştı.
 Ve zor doğum sonrası Zeynep Kamil Hastanesinden taburcu olmuştum.

Lohusalık günlerimde kimse yanımda yoktu.
Eşim çalışıyordu. Devletin ona yasal olarak verdiği 3 gün izin süresi dolmuştu.
Tek başına o hasarlı günlerimde başa çıkacağımı düşünüyordum.
Eşimin,
 " İstersen senelik iznimi alayım canım?" Sözlerini reddetmiş;
" Merak etme bebek de iyi, bende iyiyim. Başa çıkarım.

Ve işe giderken eşimi uyarmadan yapamadım:
" Senelik iznini sakın alma bak! Yaza kızımızla birlikte üçümüz Antalya'ya gideceğiz. Sakın ha!"

Yanılmıştım!

Aynı gün ateşim yükselmişti. Beynim nasıl zonkluyordu, nasıl!
Kulağımdaki ağrı dayanılacak gibi değildi. Ateş ölçeri başucumdaki etejerden aldım. Dilimin altına koyup, 3 dk sonra baktığımda civa 40 dereceyi aşmak üzereydi.
Panikledim!
Meleğime baktığımda beşiğinde yüzükoyun mışıl mışıl uyumaktaydı.
Bense ayağa kalkacak gibi değildim.
Zorladım kendimi.
Tutuna tutuna kalktığımda, bir de ne göreyim!
 Bacaklarımın arasından kan sızmaktaydı. Bir anda yer küçük kan göletine dönmüştü.
Soğukkanlı olmalıydım. Duvarlara tutuna tutuna banyoya ulaştım.
Duşun altına girip soğuk suyu açtım.
Tabi o yıllar elektrikli şohben alamamıştık. Yeni aldığımız ev eşyamızın taksitleri bitince almayı düşünmüştük. Bir yandan kira öde, bir yandan hayat şartları eşimle beni zorluyordu...

Bu nedenle evimizde telefon dahi bağlatamamıştık.
Soğuk suyu açmak, o anda tek çözüm olarak görmüştüm.
Banyoda bakır şohbenimiz vardı, ama...
Ne bakır şofbeni yakacak gücüm vardı, ne mini ocakta su ısıtacak halim vardı.
Buz gibi suyun altında titreyerek duşumu aldım. Dikişlerim beşli ki açılmıştı. Açılan yerlerinden kan akmaktaydı. Banyo küveti kanlar içinde kalmıştı.
Duşun tesiriyle biraz gözlerimi açar gibi olmuştum ki, bebeğimin ağlayışı kulaklarıma gelir gibi oldu.
Banyo dolabından havlu çekip sarındım. Kanayan dikişlerimin olduğu yere beyaz havluyla tampon yapıp yatak odama koşturdum.
Allahım, kulak ağrım, başımmm!
Ne çok ağrıyordu. Ama bunların hiçbiri bebeğimden daha önemli değildi.
O acıkmıştı. Önce onu doyurmalıydım.
Sütten şişmiş göğüslerim sızlıyordu. Bebeğimi kucağıma aldığımda yere düşmemek için kendimi olağan üstü zorluyordum. Yatağa tutunup bebeğime göğsümü uzattığımda nasıl da kapmıştı.
En son anımsadığım kare buydu. Bebeğimle birlikte sırt üstü yatağa devrilmiştim. Odam bir anda siyaha bürünmüştü..!

Devam Edecek

Emine Pişiren/ Kocaeli

10 Nisan 2020 Cuma

YÜREK ÖZLERİM


"Heyy, derdin ya hep, Tanrım neredesin? Diye
Bak gökten indi, geldi Azrail !
Yeryüzündeki adı, Korona!

Dokunma sakın bana!
Ha dur biraz daha yanımda!
Sonra sağa değil git sola.
Neden diye sorma!
Biliyorsun yüreğimiz orada.

Eğer gidersen sağa;
Gelme bir_daha sakın bana!
Ciddiyim, küserim bak,
 Bu kez inan ki, sana!"

E. P
"Milattan Önce, Milattan Sonra vardı.
Şimdi Korona Öncesi, Korona sonrası yaşanacak.
Hatta, yeni dünya düzeninde,
Ne Klise, ne Havra, ne Kabe, ne Camiler olacak!
Şaşırmayın!
Evrenin tek yasası belki para değil,
Bu kez
Evrenin tek kanunu Barış olacak!
...
Sevgiyle kalın güzel insanlar.

E. P
"Maskemi kendim diktim.
Kullandıktan sonra en son derecede "Geber Kovit-19" diye üfleyip ütülüyorum.
Geberiyor.🤣
E. P

" Onudüşündüğün kadar, kendine değer katsaydın ya!
Eminim ki, bu kadar cANın yanmazdı birdaha!"
E. P
"Sınır çiz, onunla arana. Kalemin yoksa yediverenler dik aradaki boşluğa. Bırak o aşmaya çalışsın aradaki mesafeyi, mesela."
E. P
"Sakın 'keşke' deme. Ona değer vermek senin suçun değil ki; bugün olsa yine onu affederdin. Çünkü sen iyi bir insansın."
E. P

İnsanlar kafeste tutsak.
Hayvanlar doğada özgür.
Bu durum:"Tanrım neredesin?"in, yanıtı mı acaba?
E. P
Sen, yalan söyle, mikserlik yap, kalbimi kır, hakkımda gıybet et. Sonra da "Hakkını helal et!" De.
Etmiyorum işte.
E.P
Din yok.
Mezhep yok.
Adem ve Havva yeryüzüne indiklerinde sadece aşk vardı.
Din var mıydı?
Yoktu!
Ne zaman aşka ihanet değdi,
Savaş başladı.
Ardı kesilmedi.
Her ölüm sonrasında: Suçlu infaz edildi.
Günah Keçisi Kabil Seçildi.

E. P
Savaşlar, ya "din" ya "koltuk" ya da " kadın" yüzünden çıkmıştır.
...İzim"ler ve mezhepler (aşırı dinciler) insanları yeryüzünde ayrıştırıp, birbirlerine kırdırmıştır.
E. P
Toprakta Kardelenler,
 Güneşi kucaklıyor.
Körfezde gri suskunluk
Dipte şölen var
Balıklar özgür.
Yaşasın doğa!
E. P
Bahçede erik ağacı,
Bahar dallarında,
Çiçek dökmüş...
Güneş küsmüş doğaya.
Havada Korona,
İnsanlar bir bir ölüyor!

Yolda ak martılar,
Kargalarla didişiyor.
Dalda ürkek serçeler
Gökte şaşkın güvercinler...

Telde kumrular,
Çöpte üç beş köpek,
Pusuda ev kedisi,
Kulakları pür dikkat!
Hepsi aç mı, aç !

İnsanlar evde kaldı!
İnsanlıksa sınıfta !

Emine Pişiren

Kadınlar Neden Kırmızı Don Giyerler?



Kırmızı rengi nedense aşkın şehvetin, tutkunun rengi olarak betimledi nice kalemler.
Daha önce erkeklerin niçin kırmızı kravat taktıklarını açıklamış, yazmıştım.
Şimdi sıra kırmızı donların neden giyildiği? Konusunda yazmaya geldi.
Aslında külot veya boxer mı yazmalıyım sizce?
Ben don yazdım.
Öz-Türkçe daha net anlaşılıyor. Değil mi?
Argo, yazmayın, size yakışmıyor, vb sözler edersiniz şimdi siz bana.
Olsun. Siz argo da sansanız ben yine de doğruları eğirmeyeceğim yazı örekesinde.
Ha, şimdi de " örekeye" kafayı takacaksınız biliyorum.
Olsun, yine de yazacağım.
Anamızın örekesi, deriz ya çoğu zaman, neymiş şu öreke? Aman canım her şeye o kadar da hazır konmasın gözlerimiz. Biraz da siz sözcüklerin terzisi olun.
Her neyse ben yine şu kırmızı don neden giyilir? Onu biraz gündemde tutayım.
Efendim, sizin de bildiğiniz gibi her yeni yıl öncesi, mağazalardan kırmızı don ile sütyen alır çoğu kadınlar.
31 Aralık gecesi insanlar, özellikle kadınlar neden kırmızı don giyerler, bilir misiniz?

Çünkü kırmızıyı aşkın rengi olarak Sevgililer Gününde dahi gözümüze gözümüze sokup dururlar. Böylece tüketiciye hizmet eden siyonist sektörler, aşkın rengini satmayı başarırlar:

" Al bunu giy. Bir yıl boyunca aşkla donan. Aşk sana koşa koşa gelsin." Der gibi...
Aslında kırmızı donun hikayesi çok eskiye dayanır.
1956 senesinde iflas etmiş Amerikalı bir iç çamaşırı satıcısı Henry George'un dikkatini çeken bir şey vardı.
Mağazasına gelen kadınların çoğu tek külot aldıkları zaman 2 renk seçiyorlarmış. Ya beyaz, ya kırmızıymış aldıkları.
Henry, yılbaşına birkaç gün kala hemen çalışanlarını toplamış. Deposunda ne kadar kırmızı külot varsa, mağazasına gelen kadınlara hediye etmelerini, "eski yılda kırmızı don giyip, yeni yılı kırmızı donla karşılarlarsa, yeni yıl onlara şans, aşk ve para getireceğini," özellikle kadınlara söylemelerini istemiş.
Henry'nin bu stratejisi işe yaramış.
Kulaktan kulağa yayılmış bu söylem. Ve de işe yaramış.
Söz geldi dolaştı yine don sözcüğüne.
Anımsarsanız, TV'de yıllar öncesinde karlı bir gecede, hava durumunu anlatan spikerimiz,
" Donsuz geceler diliyorum," demiş, Rtük cezası almıştı.

Oysa, o spikerimiz bilmeden bir gerçeğe dokunmuştu.
Nasıl mı?
Bildiğiniz gibi DON sözcüğünün kökeni, Uygur Türklerinin kullandığı TON sözcüğünden,
TONANMAK, giyinmek,
TONAMAK, giydirmek,
DON, iç pantolonu, külot anlamını taşır.

Avrupada don giyme alışkanlığı, 19 yy,da başlamıştır. Bu tarihe kadar Avrupa'da don giymek, ayıp karşılanıyormuş.
Külot sözcüğünün kökeni Fransızca " Culotte"' den geliyor. Cullette, popo anlamında  kullanılıyor.
Bizde "göt" yani Orhon Türklerinin  kullandığı " Arka" anlamını taşır.

Anadolu'da hala kullanılan bazı deyimleri Konyalı Mustafa Arslan Aksungur Hocamızın kaleme aldığı "Dantelli Kutu," adlı kitabından birkaçını aktarıyorum:

"Götüne güvenen donsuz da gezer."
" Götün kurada, ne aran donda?"
" Güzellik ondur, dokuzu dondur."
" Götünde donu yok, fesine feslikan takar."
...
Tam yeri gelmişken bir fıkra yakışır bu yazımın finaline:
...
Fransız gümrüğünden İranlı biri geçerken valizi açılır. Bakarlar sadece üç külot vardır.
" Niçin sadece 3 külot var?"
" Ülkenizde kalacağım Ptsi, salı, çarşamba günleri için." Der.
Sıra Almana gelir, ona da sorarlar:
" Neden 5 külot?"
" Pazartesi, salı, çarşamba, cuma, cumartesi ülkenizde konuğum," der.
İngiliz geçecek, tabi gururla açarlar. Tam 7 külot vardır.
İngiliz de haftanın tüm yedi gününü sayar.
Gümrük görevlileri gururla:
" En temiz yine bizim vatandaşımız. Aferin bize." Derler.

Tam o anda Arap gelir. Açarlar valizi, bir bakarlar ki, tam 12 külot görürler.

" Neden 12 külot var?" Diye sorduklarında o da sayar:

" Ocak, şubat, mart, nisan, mayıs..."
...
İyi ki kırmızı külot yokmuş.
Yoksa bir sene beklemek zorunda kalacakmış.
Evet, böylece kırmızı renkli külotların, Kurnaz, işini bilir bir Amerikalı işadamını, nasıl iflastan kurtulduğunun öyküsünü de öğrenmiş olduk.
Yazımın başında da ifade ettiğim gibi, bütün bu özel günler saçmalıkları, tüketici enflasyonundan başka birşey değildir.

Hepinize mutlu seneler diliyorum.

Emine Pişiren/ Kocaeli

GÜNEŞİMİZİ ÇALMIŞ





"Güneş toplar mısın bebeğim benim için?"
"Tabi anneciğim..."
Sevinçli çığlıklarla serçeler gibi koşturdu çocuk avluya doğru.
Zor nefes alan kadın ona hüzünlü, kederli çizgilerle bakanlara başını çevirdi:

" Bebeğim sizlere emanet!"

Zor fısıldamıştı son sözleri.
Yavaş yavaş kapandı annenin kirpikleri.
Çocuğun gri gökyüzüne uzanmıştı bakışları. Güneş bulutların arkasındaydı.
Avuçlarını uzatıp bekledi çocuk.
Sonra vazgeçip geri döndü.

Gardiyan omuzlarından tutup gülümsedi çocuğa...

" Güneşimizi çalmışlar, şikayetçiyim bulutlardan!"

Emine Pişiren

8 Nisan 2020 Çarşamba

ÇİŞİNİ İÇİP İYİLEŞEN ÇOCUK..!



Az sonra okuyacağınız 20. Yüzyılın sonlarında Avrupa'nın bir şehrinde yaşanmış, gerçek bir hikayedir.
Dağda yaşayan bir ailenin 9/10 yaşlarındaki çocuğu ateşleniyor. Derecedeki ateş 40'ın üzerini gösteriyor.
 Dağ köyünün tek doktoru çocuğu muayene ediyor. Boğazı felaket iltihaplı ve kapalı. Nefes alamayan çocuk kuşpalazına tutulmuş. Tıptaki adı," Difteri".
Mevsim kış kıyamet, tipi boran...
Dağ köyüne giriş çıkışlar kapanmış.
Doktor ümitsizce başını sağa sola sallıyor:
" Hastaneye gitmesi gerekir. Aksi halde sabaha çıkmaz bu çocuk!"diyor.
Ve  umutsuzca, " Yarın sabah yine gelirim," diyor.
Evin büyük annesi kontrolü alıyor ele.
" Çocukluğumda sarılık geçirmiştim. Ve annem bana idrarımı içirrmişti. İyileşmiştim. Çabuk bir tas getirin işetelim torunumu. Belki onada iyi gelir."

Ve difteri geçirmekte olan çocuğun idrarını saatte bir, 1 çorba kaşığı boğazından aşağı zorla içiriyorlar.

2 saat sonra çocuk biraz nefes alıyor. Ateşin 38'e düştüğünü gören aile sabaha kadar aynı işlemi yapıyor.
Sabah olduğunda  doktor kapılarını çalıyor.
Lakin, çocuğun ateşi normale düşmüş, boğazı açılmış ve yatağın içinde doğrulmuş oturur görünce şaşkınlıkla doktor, soruyor:

" İnanın ben ölmüştür, diye ayaklarım geri geri giderek buraya geldim. Çok şükür ki, yavrumuz yaşıyor. Peki, bunu nasıl başardınız?"

Evin büyük annesi gülümseyerek yanıtlıyor:

" Torunumun orta idrarını saat başı içirdim doktor hanım.!."

Emine Pişiren

Dip Not: Çişteki Mucize, adlı kitaptan aklımda kalanlar...

BELKİ DE MUCİZE BİZDEDİR!



Çinliler Çin Seddini yaparken ayakları şişermiş.
İskender'in yaya askerleri km' lerce yol yürümekle ayakları su toplarmış.
Ne yaparlarmış, bilir misiniz?
Ayakkabılarına işeyip, o ayakkabıyı giyerlermiş.

Kılıç yarasını bile iyileştirdiği rivayet edilen idrarın, sarılık hastalığına tutulmuş kişilerin incirle birlikte içip iyileştikleri söylenir.
Hindistan'ın babası Ghandi'nin glakomu ve kataraktı idrarla yok ettiğini okuduğumda çok şaşırmıştım!
Tıbbın ve insanlığın şu son günlerde çaresizliğini gördükçe hep içimden şöyle düşünürdüm.

" Derdi veren Allah, dermanı da vermiştir mutlaka!" Diye...

Ve o an aklımda bir ışık çakmıştı!

" Antijen...İdrar...Antikor..!"

Bu üç sözcük kelebekler gibi belleğimde uçuşmaktaydı...

" Belki de Covit-19'un ilacını hastalanan insanlar idrarlarından atıyordu!"
...
Şimdiye kadar profları dinledik. Hem de tam 7/24 ...
Çare bulan var mı?
Hala tartışıyorlar.
Aslında  var tedavisi.
İnananlar tedavi oluyor.

Virüslerle nasıl başa çıkarız?
İlk yardımda idrarın faydaları nelerdir?
Arı, akrep soktuğunda ne yapılmalı?
İdrarın tarihçesi...vs...vs...vs...
Ve daha bir çok faydalarını; 2002 yılında Edremit Olay Gazetesinde
" Belki Günün Birinde," adlı köşemde "Çişteki Mucize," başlıklı yazımda yazmıştım.

Size bir örnekle anlatayım:

Eşim havya ile leğim yapmıştı. Havyayı soğusun, diye mutfak tezgahının üzerine koymuştu. Havya tam da benim işleneceğim alandaydı.
Unutmuşum, belki de o anda bilinçdışı bir eylemle havyayı avuçlayıp kenara koymamla çığlık attım.
Elim yanmıştı. Avuç içimden burnuma yükselen yanık et kokusu ve dumana hayretle bakıyordum. Resmen 3.derece yanıktı.
Eşim çığlığıma koşup gelmişti. Elimi yanmış görünce, " koş üzerine işe," dedi.
Dediğini yaptım.
Önce müthiş bir yanma, ardından serinlik hissettim avucumda.
 Gözlerim tam bir mucizeye tanık olmuştu, o an!
Ertesi gün avucumda ne şiş, ne de bir yanma vardı.
Bu yaşamış olduğum olay sonrası, öylesine okumuş olduğum kitabı, gözlerim adeta içerek okumuştu.
İkinci örneği Burhaniye'de aile dostlarımızın evinde yaşadık.
Pazarda herkes tanır.
Yunurta satarak geçimlerini sağlarlar.
Adı Mehmet.
Bir gün ev ziyaretine gitmiştik. Mehmet Beyin eşi mutfakta bize el emeklerini sunmak için hazırlık yapıyordu. Salona kadar gelen çığlığına koştuğumuzda gördüm ki, siyah sarı bir arı sokmuştu.
Yörenin en zehirli arısıydı.
" Eyvah, Mehmet de yok. Beni serum yemem için kim hastaneye götürecek?" Diye ağlıyordu zavallım.
Bacağının baldır kısmı bir anda şişmişti. Hemen ona eşimin bana söylediğini uygulattım.
" Çabuk bu kaseye işe!"
Ve o kasedeki idrara pamuklar banarak, arının soktuğu yere kompres yaptım.
Bu kez "Çişteki Mucizeye" o gün de tanık olmuştuk hep birlikte!
Kadıncağız küçülen şişliğe bakakalmıştı!
Sonra annesine telefon açmıştı.

" Anne, anne bu bir mucize! Artık, hastaneye yetişmezsem ölürüm korkum, olmayacak!"
...
Bütün mesela antijenlerin nasıl oluştuğu ve antikorların kanımızın kimyasında çoğalmasıdır.
Hasta kişi, Covit-19 virüsünün antijeni, kanındaki serumda olulup, üriner sistem aracılığı ile idrarla atılıyor.
Yani ecza depomuz bizim idrar kesemizde...
Keşke bu önemli bilgi, bilim heyeti bu bilgiyi değerlendirmiş olsa.
Kitapta kanıtlarıyla doktorların, hastaların bilgi ve deneyimler paylaşılmıştır.
Hatta radyo programlarında yayınlanmıştır.
Şu son bir aydır karantinalı günlerimizde bu kitabı okumanızda fayda görüyorum.

Bilginize sunulur.

Emine Pişiren/ Gazeteci Yazar