Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

16 Nisan 2010 Cuma

RUHUMUZ MU, SAHİ O NEREDE KALDI?

RUHUMUZ MU, SAHİ O NEREDE KALDI?


"Anne, biliyor musun?"

"Neyi kızım?"

"Doğa bizim ikizimiz..."

Haydiii, bu da nerden düştü aklına şimdi?"

Kızım 20 yaşlarındaydı bu konuşmayı yaptığımızda…

Bundan on sene öncesi... Kitap raflarındaki felsefe ve psikoloji kitaplarımızı aşıran, uzun süreli wc'leri işgal edişinin sebebini, çok sonradan öğrendiğim, kitap faresi kızım beni şaşırtmıştı...

"Bak anlatayım anneciğim... Doğadaki canlılar iki türlü değil mi?"

"Kızım şimdi bana hayat bilgisi ve biyoloji sorgulaması mı yapacaksın..."

Gülüşmüştük...

Devam etti konuşmasına, benim akıl kumkuması kızım...

"Et-oburlar ve Ot-oburlar vardır değil mi?"

"Canım detaya girersem sana denizleri ve amipleri de sayayım mı? Hani tek hücreli, görünmeyen veya bölünen canlılar var ya..."

"Annem, şimdi onları bırak. Ben genel anlamda kısa bir açılım yapmak istiyorum..."

Genelde mutfakta yakalanırdım kızıma. Mutfakla banyo benim sükût ve düşünce alanlarımdı. Geçmiş günleri yâd ederken aklımın eleğinde, okumuş olduğum bir kitabın içeriğini de süzerdim beynimde… Ne bir TV sesi ne bir başka ses bölemezdi düşüncelerimi, adeta düşünce ve fikir gevişiydi o anlarım. Elim işte olurken düşüncelerim oynaşta olurdu…

Ama gelin görün ki, kızım illa ki beni başka bir ide yolculuğuna sürüklüyordu...

“Ama anne sen beni dinlemiyorsun kiii!”

"Seni dinlemedeyim kızım..."

"Şimdi ben et ürünlerini çok seviyorum, deniz ürünlerini hiç ayrımsamadan hem de... Değil mi annem?"

"Bilmem mi, sana hamileyken az mı yemedim o Beşiktaş Vapur İskelesindeki Sokak kokoreççisinden..."

Gülüştük...

"Bak gördün mü, ben daha doğmadan hırslı ve hiperaktif bir yapıya sahipmişim. Demek ki, genlerimizde var anneciğim..."

"Nasıl yani?"

"Doğadaki bu iki canlı türü birbirinden farklı zıt karakter özelliklerini taşır genlerinde annem..."

Konu hem hoşuma gitmişti, hem de dikkatimi enikonu çelmişti...

"Ot yiyen hayvanlar, sakin, saldırgan olmayan, evcilleşmeye çok uygun ve sevimli hayvanlardır..."

"Eee, devam et..."

"Aslan et yer ve ancak acıkınca bir canlıya saldırır. Oysa bir kanguru, bir koyun, bir inek acıksa bile saldırmaz değil mi?"

"Evet, öyle..."

“Tilki, çakal, sırtlan, panter, kurtlar, denizlerde de köpek balığı saldırdıkları gibi çiğ çiğ de et yerler değil mi annem?”

“Pişirecekler değil ya, sakin sakin ‘gel canım seni bir seveyim’ de diyecek halleri de yok. Tabi doğanın güçlü olanı yaşamak adına avlanacak…”

“Anneciğim bir dur! Şakaya alma beni.”

“Ee, sözü nereye ulaştıracaksın bakalım?”

"Ben evde oturmayı sevmiyorum. Sürekli çalışmak ve evde olduğum zamanda yatsam bile kitap okumak, yani bir işle mutlak meşgul ediyorum kendimi değil mi?"

Kızımın, bu söylediklerini ivedi geri dönüşümle karşı çıkmak istedim...

"Hımm. Konuklar geldiğinde çay servisini genelde ben yaparım. Bulaşıklar lavobada tepeleme olurken, benim güzel kızım “fırrr”, görünmezlik pelerini mi giymiş acep?"

"Annem ya, o konukları karıştırma, gelin kızlar gibi görünmeyi sevmediğimi bal gibi biliyorsun, sende klasik kadın rolünden vazgeçmedin, Leydi duruyor, elde yıkıyorsun... Anlatmak istediğim bu değil annem, saptırma şimdi..."

"Peki, bebiş, anlat seni dinliyorum..."

"Ben hırslı, tepkilerimi düşünmeden içgüdüsel veren, çabuk bıkan, çabuk seven, uçlarda yaşayan ve doyduğum zaman ilgisiz kalan, acıkınca, yani duygu boşluğu yaşadığımda aşırı enerjik olan, yeri geldiğinde de ilgisiz ve katı, bencil görünen vs... Bir et-obur kişiliğim..."

"Aaa! Olmadı işte... Bazı özellikleri saymadın... Bir kere aşırı sevecen ve himaye edici yanını saymadın. Bir de şefkat duygun çok fazla..."

"Hımm, doğru... Ama uçlarda yaşarım, dedim ya..."

"Mademki bir tez attın ortaya, bende sana o üçüncü türü düşün derim."

"Hadi söyle annem..."

"Hem et-obur hem de ot-obur hayvanları da düşünmelisin. Pamuk bir köpek değil mi? Ama bak, eti sevdiği kadar yeşil salatalık, karpuz kabuğu vb. yeşillikleri de yemekte... Bu nedenle hırçın olduğu kadar uysal ve itaatkâr da olabiliyor. Tüm evcil hayvanların bu ortak özellikleri, yani eğitilmeye meyilliler, genlerinde var bu değil mi? Mesela, tavuklar, kümes hayvanları..."

"Annem lafı şuraya getireceğim. Sen dersin ya hep doğada dört element var ve biz bu dördünden birini eksik yaşarsak, eksiğiz diye..."

"Evet, hava-ateş-su ve toprak..."

"İşte ben, nasıl biri ile evlenirsem mutlu olurum?"

"Kızım, sen benim kafamı karıştırdın..."

Gülüştük, anne-kız...

"Anne şu kızın ciddi anlamda bir et-obur. Ben de bir ot-oburla anlaşabilir miyim acaba? Yoksa kendi türümden mi?"

Kızımla kahve içmek için salona geçtiğimizde bu konuyu enikonu tartışmıştık. Sonunda zıtlıkların birbiri ile uyumlarını, negatif ve pozitif kutupların nasıl ki mıknatıs gibi çekim kuvveti oluşturursa, insanın doğasında da “bir olumlu bir olumsuz” iki insanın bir arada mutlu olabileceğini, yaşamın içinde kültürel farklılıkların bizi seçeneklerimizi; iş, sosyal ve evlilik yaşamımızda seçimler yaparak tercihlerimizi yaşadığımızı sorgulayıp durduk…

Ama ben sabaha kadar kızımın et/obur ve ot/obur sözcüklerini tanıdığım ve bana yakın olan kişilerin karakter özelliklerini gözümün önüne getirdiğimde; kimin hırçın, kimin agresif, kimin iddiacı, kimin sakin ve uysal olduğundan yola çıkarak, kızımın tezinin şaşırtıcı bir doğrulukla, analiz etmiştim.

Sonra kendime şu iki soruyu sordum.

Genelde ben neden sebze yemeklerini pişirmekte ısrarcıydım? Eşim ve kızım ise et yemekten neden bu kadar çok zevk alıyordu?

Üçüncü soru peşi sıra gelmişti.

Hem et hem sebze yiyen oğlum; bir et/ot obur muydu?

Bazen evde fırtınalar eserdi. Ben-Sen-Ben-Sen… Diye…

Acaba, kızımın bu tezi doğru muydu?

Et/obur ve ot/oburlar…

Yoruldum düşünmekten…

Varın bundan ötesini de siz düşünün…

Ruhum acaba yoruldu mu, yoksa bana yetişti mi?

Bu soruyla aklıma İngilizce Hocam Necla Hanım’ın anlattıkları geldi aklıma:

“Orta Amerika’da yaşamış İnkaların uygarlığını araştırmak üzere ziyaret etmek isteyen arkeologlar, yerli rehberler eşliğinde yola çıkmışlar. Kısa bir süre sonra oldukça yüksek dağın tepesine kurulu İnka tapınaklarına daha varmadan, yerli rehberler aralarında fısıldaştıktan sonra yere oturuyorlar. Beklemeye başlıyorlar. Bu duruma oldukça şaşıran arkeologlar bir anlam veremeyip yerli rehberlerin en yaşlısına soruyorlar:

“Niçin yolun ortasına oturup saatlerce hiç bir şey yapmadan beklediniz? Bunun bir anlamı var mıydı? “

Yaşlı rehberin yanıtı öyle manidar ki;

“Çok kısa sürede çok hızlı yol aştık, ruhlarımız bizden çok gerilerde kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...”

İşte asıl olan ve kendimize sormamız gereken de bu değil mi?

Mutlu olmak adına hep diğer yarımızı bekler, kendimiz olmadan hep başka kulvarlarda bir arayış ve yol almayı sürdürürüz.

Oysa yaşamın merdivenlerini öyle hızlı tırmanıyoruz ki, kendimizi geride bıraktığımızın farkında olmadan…

Öyle ki bazen kendimizi bile nerelerde unuttuğumuzu dahi anımsayamıyoruz. Hatta bu arayışların içinde çılgınca bir koşu maratonu içinde hırs denilen duyguya kapılıp, duygu tufanlarının batağına saplanıp, ruhumuzu ihmal ediyoruz.

Ve sanıyoruz ki

Bir güzel sevgilimiz/eşimiz…

Bir lüks villamız…

Bir son model aracımız…

Bir üst düzey kariyerimiz olduğunda çok çok mutlu olacağız…

Ya RUHUMUZ?

Sahi o nerede kaldı?

Sevgi ve ışıkla


Emine Pişiren/Akçay

Edebiyat Galerisi Net Genel Yayın Editörü

Şair/ Yazar ve Gazeteci


30.03.2010