Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

25 Ocak 2021 Pazartesi

Hayatın Anlamı

 Anadolu’da ilk büyük imparatorluğu kuran Hititlerden kalma buluntulara ülkemizin pek çok yerinde rastlamak mümkün. 

Hitit dininde kutsal sayılan ekmek, şarap ve biranın yanında soğanın da yer aldığı yıllardır biliniyor. Soğan hasadı için festivaller düzenlendiği, arınma ayinlerinde Hitit rahiplerince kullanıldığı çözülebilen kil tabletlerden öğrenilmişti. 

Ancak diğer pek çok yiyecek arasında soğanın neden kutsal sayıldığı hititologlar için bugüne kadar bir sır olarak kalmaya devam etti. Yepyeni bir buluş bunu aydınlatıyor.

Bundan beş yıl kadar önce Adıyaman’a bağlı Pezikli Köyü kırsalında bir Hitit ticaret kervanına ait olduğu sanılan kalıntılar bulundu. Pek çok ticari dökümanın yanında kil tabletlerden birinde bugüne kadar bilinmeyen bir efsane olduğu yapılan çalışmalar sonucunda anlaşıldı. 

Bu efsanede Şittili adındaki kahramanın başından geçenler anlatılmaktaydı. Hikâyeye göre soğan hayatın anlamını içinde saklıyor.


Efsaneye göre tarım ve bereket tanrısı Telepinu bir sabah kalktığında orağını bulamaz, çok öfkelenir ve âdeti olduğu üzere çekip gider. Daha önceki kayboluşlarındaki gibi toprağın bereketi kaçar, ekinler kavrulmaya başlar. Ne hayvanlar ne insanlar gebe kalabilmektedir. Tüm canlıların yanında tanrılar da aç kalır. 

Telepinu’nu babası baş tanrı Teşup bütün diğer tanrıları yardıma çağırır. Ancak bu kez hiç birinin çabası yeterli olmaz. Telepinu orağı olmadan geri dönmemeye kararlıdır.

“… Ne Hannana’nın (büyükanne tanrıça) arısı

Ne Teşup’un yıldırmları döndürebildi

Şauşga (bereket ve aşk tanrıçası) kanatlı arslanına binip gitti, döndüremedi

Öfkesi bitmedi…

Ağladı Hepat (telepinu’nun karısı) , git dedi ona..”

Şittili, Hititli bir metal ustasıdır açlıktan ölmekte olan ailesi ve hayvanları için bir çare aramaktadır. Göklere yalvarıp gözyaşı dökerken Telepinu’nun annesi Güneş tanrıçası Arinniti ona oğlunun orağını kaybettiği için öfkelenip gittiğini anlatır. 

Şittili bütün köyü dolaşıp altın toplamaya çalışır. Köylüler vermek istemezler.  Öldükten sora altının bir işlerine yaramayacağını, altını verirlerse öfkeli tanrıyı geri getirebileceğini söyler. Topladığı altınlarla yaptığı orağı Arinniti’ye verir.

“…Hilal gibi parlayan orağı görünce

Güldü yüzü, Telepinu döndü geriye

Bereketiyle”

Anne tanrıça Arinniti mutlulukla Şittili’den bir dilek dilemesini ister.

“… Bu hayat nedir? Diye sordu Şittili (tanrıçaya)

Var mı bir amacı, niye yaşıyoruz? Söylesen yeter.”


Arinniti bunu üzerine heybesinden dev bir soğan çıkartıp cevabın içinde olduğunu söyleyerek Şittili’ye verir. Şittili heyecan içinde soğanı inceler. Soymaya başlar. Ancak soyduğu her katın ardından yine aynısı çıkmaktadır. Soğanı üç gün soyduktan içinde hiçbir şey olmadığını, elinde bir şey kalmadığını görür. Hayal kırıklığına uğramıştır ağlamaya başlar. Ve tanrının hediyesini lanetler.

“Kim soyarsa bunu bundan sonra benim gibi ağlasın” diye

Arinniti yeniden belirip niye ağladığını sorunca. Onu sözünde durmamakla suçlar. Tanrıça cevap verir:

“Sana hayatın anlamını verdim istediğince

Soyup kurcalaman için değil yemen içindi soğan

Tadına öyle varacak kıymetini anlayacaktın.

Didikleyeceğine yaşarsan tatlanacak ömrün gibi.”

Kaynak:

Görseller: Abdessamad Hanine, Erik van Tienhoven van Weezel

19 Ocak 2021 Salı

VAZGEÇME..!


Dedim ya daha önceden de sizlere:
" Öyle dizeler vardır ki, yüzlerce şiirlere bedeldir."
Tıpkı sayfa arkadaşım Ilyas Ergül' ün sayfasında ki, dize gibi:
"...Bir çiçek alır mısın ablam?
Sana cennet koksun,
Bana da bir somun ekmek."
Gözlerim doldu okur okumaz.
Charles Bukowski'nin sözü geldi ardından:
"...Afrika'ya ilaç gönderecektim; Kutunun üzerinde, 'Tok karnına alınacaktır' yazıyordu. Vazgeçtim!"
Bu söylem içimi yarar, her okuduğumda. Dağıtır beni.
" Niçin vazgeçtiniz ki?
O kutunun yanına yiyecek kolileri koysaydınız ya! Vazgeçmeyin!"
Haykırasım var çığlık çığlık..!
Lâkin, düşündüm de...
Ne çok vaz geçtiklerimiz var değil mi?
Kimilerinin ardından hüzünlü, ıslak kirpiklerle izlerken, kimilerine ardımızı bile dönmüyoruz.
Ne çok beklediklerimiz var değil mi?
Kimilerini sevinçle, özlemle
Kimilerini umutsuz, yorgun bakışlarla...
Hayat işte böyle bir şey...
Bazen bir dram, bazen de komedi yüklü hard diski...
Hem oynatıyor, hem de yaşatarak izletiyor bizlere.
Kırmayın papatyaların boyunlarını.
Öğrendim ki, topraktan ayrıldıktan sonra koku salıyormuş acı acı...
Sanki her biri,
"Sevda için beni yolmayın," der gibi boynu bükükler güneşe doğru...
Günaydın, yeni güne.
Günaydın, hayat.
Günaydın, yüreğinde en temiz, masum sevgileri hala besleyenlere, büyütenlere...
Emine Pişiren

DÜŞÜNÜYORUM...


DÜŞÜNÜYORUM

Amerikalı şair Sylvia Plath diyor ki;
" Eğer düşünmeseydim daha mutlu olurdum."
Sevdiğini çok kıskanan şair düşünmekten yorulup intihar ederek 30 yaşında yaşama veda ediyor.
" Boyunayım" adlı şiirinde çiçekler arasından geçiyor, bakın dizelerinde bize kendisinden nasıl ipucu vermektedir:
"...Uykuya dalmadan düşünürüm de bazen
Ben de onlar gibiyim aslında –
Düşüncelerim bulanır sonra.
Uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana.
Sınırı olmayan sohbet yürürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda.
Ve son kez uzanıp yattığımda bir gün ben asıl o zaman yararlı olacağım:
O gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin."
Öyleyse Dekartes;
" Düşünüyorum, o halde varım," sözleriyle bize varlığını hissetirerek yanlış mı düşünmüş, olmuyor?
Baksanıza Veysel de düşünerek kendini bulamamış olan değerlerimizdendi.
" İnsan mıyım, mahlûk mıyım?
Ot muyum, ekilir biçilir bir nebat mıyım?
Yoksa, görünüşte bir sıfat mıyım?
Hiçbir türlü bulamadım ben, beni."
İskoç şair William Durummod ise sanki insanın özüne biraz agresif dokunmuş:
"..Düşünmeyen tutucudur,
Düşünmeyen aptal,
Düşünmediğine aldırmayan ise köledir."
Liseli yıllarımızda suyun kaldırma kuvvetini öğreten hocamızın sesi çalındı kulağıma.
Arşimet " Evraka evreka!" Diyerek hamamdan fırlamadı mı, düşünerek?
Genelde düşünmeyi seçtiğimiz en güvenli limanlarımız; yatağımız ve banyolardır. Ve oralar en mahrem, en ıssız, en güvenli koyaklarımızdır.
Haydi sizinle bir dedenin yaşadığı köye yolcu olalım. Ne dersiniz?
...Vaktiyle köyden şehire yol alan bir genç varmış. Elinde tahta valiziyle köyün çıkışına geldiğinde bir dedeye rastlamış.
Delikanlıya ilginç gelense, yaşlı adamın sürekli yinelediği tekerlemesiymiş. Merakla yaklaşmış yanına.
" Düşünce alırım, düşünce satarım."
Delikanlı sormuş :
" Dede, bana satacağın bir düşünce var mıdır?"
Dede ona nereye gittiğini sorar. Sonra:
" Sana satacağım üç önemli düşüncem var, eğer tanesini 1 akçeye alırsan... Ama bana vereceğin düşüncen varsa senden akçe almam..." demiş.
Genç düşünmüş. Yaşlı adama verecek düşüncesi yokmuş. Cebindeki 3 akçeyi uzatmış dedeye.
" Ticarete ufaktan başla."
" Bara gece 12:00' den sonra var."
" Kadını gece 03:00'den sonra sev."
Delikanlı üç düşünceden bir şey anlamamış. Dudak büküp dedenin yanından üzülerek uzaklaşmış. Üç akçeyi heba ettiğini düşünmüş.
Şehire akşam vardığında bir parkta yatmış. Gündüz olunca doğru semt pazarına varmış. Kim ne satıyor, araştırmış. Bakmış limon satanlar, daha çok kazanıyor, doğru hale koşup cebindeki tüm parasını 10 kasa limona yatırmış.
Akşama kadar sadece bir kasa ancak satabilmiş.
Limon kasalarının üzerini örtüp pazarda bırakmış. Uymak için yine aynı parka gitmiş.
Sabah olduğunda limonları bıraktığı yerde yeller esiyormuş. Tüm limon kasalarını hırsızlar çalmış.
Üzülmüş. Diğer satıcılar "üzülme, gel kafa dağıtalım, hadi bara gidelim seninle," demişler.
İşte o zaman aklı başına gelmiş..!
Düşünmüş:
'Ne demişti dede? Ticarete ufaktan başla. Eğer, tüm parasını limonlara yatırmamış olsaydı, bugün cebindeki 9 kasa limon parası heba olmayacaktı.'
Ona düşünce satan dedenin diğer iki düşüncesi de aklına gelince, duraksamış. Biraz düşünmüş. Sonra;
" Siz gidin, benim biraz işim var. Daha sonra gelirim," demiş.
Ve geceyi beklemiş. Merak ediyormuş, bar nasıl bir yer?diye...
Bara vardığında arkadaşları kavga ediyormuş. Bir yandan içerde küfürler havada uçuşuyormuş. Bar kötü alkol ve sigara dumanı kokuyormuş. Kusanlar da tabi ayrı kötü manzaraymış. Hemen oradan uzaklaşmış.
Ertesi gün kalan parasıyla bir kasa limon almış. Pazarda iyi karla satmış. Dedeyi bu kez dinlediği için sevinmiş. Doğru düşündüğü için de mutlu olmuş.
Arkadaşları onun bu mutluluğunun daha fazla olabileceğini söylemişler. Falanca yerde güzel kadınlar varmış. Ona gitmeyi teklif etmişler. Dedenin üçüncü düşüncesi aklına yine fren yapmış. Arkadaşlarına işi olduğunu, daha sonra gideceğini söylemiş. Gecenin sabaha kavuşacağı saati beklemiş.
Varmış kadınların adresine. Aa, bir de ne görsün, içeri girdiğinde!
Kadınların makyajları akmış, erkeklerle birlikte olmanın, sarhoşluğu içindeymişler. Ve tüm çirkinlikleriyle onu karşılamışlar. Çirkin ve ağızları kokan, aşk yorgunu kadınları görür görmez delikanlının midesi kalkmış. Oradan hemen kaçmış.
Bir kaç hafta sonra arkadaşları hasta olmuşlar. O zaman düşünmüş ki, aklı başında olana düşünce bedava ve uygulaması da kolay geliyormuş.
...
Hikaye tabi burada bitmiyor. Uzayıp gidiyor. Hayat gibi...
İnsan yanıla yanıla yanılmamayı öğrendiğinde tek düşündüğü eylem başına vurması oluyor.
" Ah, akılsız kafam!"
" Ah düşüncesiz kafam!" Diye...
Galiba en zoru da insanın düşündüğü gibi davranmasıdır.
Aşka düşen insanlardan yerçekimi sorumlu tutulamaz!"
Diye düşüncesini bize ileten Einstein' i duymamazlıktan gelemeyiz, değil mi?
O halde Dekartes'e katılmak en doğrusudur, diye düşünüyorum.
Düşünüyorsak varız.
Sizler de iyi ki varsınız.

Emine Pişiren/ Kocaeli


NE YAZIK Kİ...


Ben de katılıyorum artık, muhalefetin çok başarısız olduğuna...
Yıllarca davalar açılıyor, iktidara kişisel olarak milyarlarca tazminat ödüyor.
Peki, o boylarını aşan maddi, manevi milyarlarca tazminatı nasıl ödüyorlar?
Hiç düşündük mü?
Çok azımız..!
Yakında İşbankası da Katar'a satılırsa hiç şaşırmayacağız.
Oylarımızla seçilmiş muhalefet acaba görevlerini, yükümlü olduklarını tam yapabiliyor mu?
Yoksa o ceylan derili koltukları boşuna mı işgal ediyor lar?
Biraz düşündüm dün akşam. Ecevit'i, Baykal'ı, Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde hep "aynı rolü oynadıklarına" dedem, ninem de, annem babam da, ben de, çocuklarım da, torunlarım da tanık olduk.
Sürekli aynı terane...
Hep aynı kürsülerden görevlerini unutup, hükümete sözel düellodan başka ne yaptılar?
Seçildikleri sahil ilçe ve beldelerinde kifayetsiz kaldıklarında bile muhalefet yaptılar.
Hep saldırı ve savunmada kaldılar.
Sonuç, bizim tanık olduğumuz, hep yenilgiydi.
Yerel yönetimlerdeki başarıları da ego şişirmek ve yandaş kulisleri yapmak, olmuştu.
Edremit de bir-kac sol yönetimde bizler buna tanık olduk.
Gelelim gündemimizde olan şu
Katar meselesine.
Haberlerde dinlediğim kadarıyla CHP' nin bize yanlış yansıttığı tank fabrikası satış sorunu iyi anlaşılmalıydı. Tam incelenmeden halka yansıtmamalıydı.
AKP yönetimi konuyu mantıklı açıklayınca gerçeği, çuvalladı yine CHP.
Kanımca kürsüdeki duruşu yanlıştı.
Asıl duruş halktan yana olmalı.
Ankara kulis ve kürsülerinde değil.
Örnek vermek istiyorum:
Türkiye'de pandemiyle gelişen, dünyada olduğu gibi; ekonomik, sosyal, psikolojik, vb, çoklu sorunlar yaşamıştır.
Zor bir süreç...
Hem de çok zor!
Çocuklarımız eğitim ve öğretimlerine ara vermek zorunda kalmıştır. Evden online devam etmekteler.
Peki, kaç milyon öğrencinin evinde bilgisayar, cep teli, internete bağlı televizyonu vardır?
Muhalefetin konuyu düşünmesi gerekiyor.
Hükümeti suçlayacağı yerde onun göremediklerini sunup birlikte açığı, açmak yerine kapatmaları gerekir.
Örnek verecektim;
Van da 6 çocuklu yoksul bir ailenin çocukları online eğitim yapamıyorlar.
Niçin?
Çünkü ne internete girecek cep telefonları, ne de TV'leri var öğretim yapmak için.
Hem de o çocukların 3'ü kızdı.
Kızlar okumalı, kampanyası ile çağdaş bir Türkiye de o yoksul aile hala geçici konut olan barakada yaşıyor.
Niçin?
Erciş Depreminden kalma ailelerin yaşadığı aciz karelerden biri...
Niçin bir Suriyeli devletten maaş ve sosyal destek alıyor da o gibi aileleri araştırıp, medyada ifşa etse ya CHP..!
Hükümetin başarılı eylemlerini açığı gibi göstereceğine, açıklarını, unuttuklarını anımsatarak, halkın yanında yer almalı, diye düşünüyorum.
Katar'ın mülkünü değil, 25 yıllık işletmesini Borsa'da satışını değil...
Yanlış yansıtmayla ancak bireysel olarak böyle tek kalır muhalefet.
Düşünün bir: Sahillerde öyle çok tatil köyleri var ki...
Çoğu Demirel, Ecevit zamanında 45 yıllığına, Fransızlara, İtalyanlara, Almanlara, İngilizlere, vs...sarıldığında aynı muhalefet vardı.
Niçin o zaman da direnmediler...
Tankların imalatı ile 25 yıl yurdumuzda iş yapacak olan Katar'a laf çıkacağına,
Osmangazi Köprüsüne taksın kafayı...
Kovit-19 testlerine taksın...
Van, Erzincan, İzmir depremlerinde çaresiz kalmış halkın sorunlarına eğilsinler.
Adalet arayan ailelerin, istismar edilen sübyanların psikolojileri, hak arayan ailelerine zaman ayırsınlar.
Hala hapishaneler masumlarla dolu, çoğu tutuklu, hala hakim huzuruna çıkmamışlar, yargılanmayı bekliyorlar. Onların dertlerini dinlesinler.
Çoğunun yedek atleti, iç çamaşırı yok. Ama bir Suriyeli gıda yardımı, aylık maaş alabiliyor...
Öyle çok sorunumuz var ki, say say bitmez.
Muhalefet yeni açılan fabrikalara, yollara, km uzun tünellere, açılacak muhteşem mimarisi olan kültür merkezlerine, istihdam yaratılacak benzeri işletmeleri bir incelemelidir.
Muhalefet, yıllardır NATO üslerinin işgal ettiği topraklarda Amerikalıların ne işlettiklerini? İncelesin.
Hem de bize terörist ithal eden Amerika'nın, Natonun topraklarımızda hala ne halt ettiğini ifşa etsin.
Ondan sonra Katar'ın Borsadaki hisselerini eleştirsin.
Bakın ben bugüne kadar AKP ye hiç rey vermedim. Yanlısı, yandaşı hiç değilim.
Lakin, onlar Mustafa Kemal Atatürk'ün ılke ve inkılâplarını çok iyi biliyorlar.
Kaç CHP liye 6 okun anlamını açıklar mısın? Sorusunu sordum. %25'i tam bildi.
Ben Mustafa Kemal Atatürk Milliyetçiliğini benimsemiş öz mü öz Türküm.
Bu duruşu temsil ettiği için muhalefet partisini destekliyordum...
Ama şimdi düşünüyorum...
Bu çok üzücü bir durum...
Çünkü iktidarın öyle çok halktan yana duruşlarına tanık oluyorum ki...
Yaşadığım bu duruma bir ad vermek, gerekirse, " Başarı" diyorum...
Siyâset, tıpkı satranç tahtasındaki oyun gibidir. Eğer iyi bir oyuncu olmak istiyorsa kişi, önce zekasına güvenmelidir. Sonra rakibinin hamlelerini tartmalı, tahmin etmeli, onun zekasını aşmalıdır.
Aksi halde Katar Hamlesinde olduğu gibi "Çoban Matı" ile yenilebilir, hayal kırıklığı yaşayabilir.
Şu sosyo ekonomik, psikolojik sıkıntılı günlerimizde asıl konuşulacak konumuz; Tank Fabrikasının mülkü değildir. Sadece işletmesi Katar'a 25 yıllık satılmışsa; bu çok normal değil mi?
1929 da dünya ekonomisi çöktüğünde, yurdumuz Kurtuluş Savaşından yeni çıkmıştı. İçerideki sanayide, savunmada, siyasi, sosyal, ekonomideki yaşadığı zorluğunu halkına yansıtamayan hükümet, aynı zaman da iç borçlarını ödemekle savaş vermekteydi.
Bir yandan da fakr-ü zaruret içinde olan halkın arasında, onları dinlemekte olan, saygın bir Mustafa Kemal Atatürk vardı.
Dert dinliyordu.
Ve manevi kızının yanında acıyla kıvranıyordu şu sözleriyle:
" Millet benden bir peygamber gibi mucize gerçekleştirnemi istiyor. Bu beni çok üzüyor. Çaresizim, milletimin karşısında."
Ve çabuk toparladı ülkemizi: Pes etmedi şu söylemi de bunu kanıtlıyor zaten:
"...Bilirsiniz ki, ekonomisi zayıf bir millet fakirlik ve yoksulluktan kurtulamaz, toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin idaresindeki başarı da, ekonomide edinilen bilgilerin derecesiyle orantılı olur. 1923”
Zor günlerimizde yastık altındaki altınının birazını satıyorsa bir aile, karşılığında aldığı veya kapatacağı bir sorunu vardır, demek ki...
Eminim ki, geri dönüşü de milletimize hayırlı olacaktır.
Tıpkı, binlerce hastaya şifa vermesi için yapılan şehir hastaneleri gibi...
Tıpkı, km uzunluklarda yollarımızı kısaltan tüneller gibi...
Tıpkı, sayımlarımıza deva olacak açılan büyük barajlar, gibi...
Tıpkı, binlerce öğrenciye eğitim ve öğretim vermekte olan, yeni açılan okullar, üniversite, yurtlar, gibi...
Tıpkı, terörün kökünü kazıtan, İhalar ve benzeri savunma sanayimizde dünyanın bile dudak ısırtan, gücümüz karşısında, duruşumuz gibi...
Bunları övgüyle karşılayalım, ha ne dersiniz?
Sonuç;
Eğer düşmanımızın aklını başarısını küçümsersek yanlış önyargılar içinde boğuluruz.
Daha çok hata yapma şansımız artar.
Yeri gelmişken bir uzak doğu sözüyle yazıma son vereceğim:
" Eğer, bir ülkenin adliye basamakları yeniyse, hastane merdivenleri aşınmamışsa, okul merdivenleri yosun tutmamışsa o ülkede huzur vardır, demektir."
Emine Pişiren/ Kocaeli
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, çizgiler, selfie ve yakın çekim

AYGÜL NURGÜL VE BABALARI


Doğuştan şanssızdı.
Onun şimdi yaşadığı, klasik, acı, şaşırtıcı, dram yüklü bir hayat hikayesiydi. Genç kız annesinin kaderini yaşıyordu adeta.
Kucağında sıkıca tuttuğu pembe kundağı eliyle araladı. Öyle masum, öyle güvenli uyuyordu ki, üç gün önce doğurduğu bebeği.
Hıçkırdı genç kadın. Öptü, kokladı süt kokulu bebeğini. "Ah!" Dedi can acısıyla. Göğüs uçları sızlıyordu. Sütten şişkin memeleri acıyordu. Sabah erkenden son kez emzirmişti bebeğini. Ve son kez altını bezlemişti.
Bırakamıyordu kucağındaki bebeğini. Annelik içgüdüsüydü işte...
Ama kulağında başka bir ses akisler çizmekteydi, beyninin derinliklerinde. Aklı karışıktı, mezarlıktan adımını attığında...
O ses sürekli aynı şeyi söylüyordu:
" Eğer bu bebekten bir an önce kurtulmazsan, beni bir daha göremezsin. Evlenmem seninle...Ona göre..."
Ya bebeğini, ya da sevdiği adamı seçecekti. Bebeği babası istemiyordu işte...
Sonunda kararını vermişti Aygül... Babası olmadan bebeğine nasıl bakacaktı ki? Bakamazdı.
Ne evi, ne parası, ne de kimsesi vardı.
Yaşamı bir film şeridi gibi geldi gözlerinin önüne...
Kendini bildi bileli evi yetimhane olmuştu. Anneler, öğretmenleri annesi, müdürdü babası da...
Orada büyümüştü. Okumamıştı. Okumaktan nefret ediyordu zaten. 14 yaşına geldiğinde, madem okumak istemiyordu, o halde bir meslek öğrenmeliydi.
Müdür babası, sonunda onu ikna etmiş, kuaförde çırak olarak verilmişti.
Kuaförlüğü de sevememişti. Sırf müdür babasının gözüne girmek, onu kırmamak adına gidip geliyordu işte...
Ve bir gün, hayallerine kavuştu. Anne ve babası olacaktı. Artık
" evim" diyeceği bir yuvası olacaktı. Yetimhaneye gelen yaşlı bir çift onu aldılar. Onu seven, şevkatle saracak olan koruyucu anne babası vardı artık. Mutluydu. Güven doluydu.
Ortaokulu bitirdi.
" Okumak istemiyorum." Diye günlerce ağladı, okula gitmemek için direndi.
Sonunda koruyucu ailesi de pes etmişti. Sanat ve el işleri öğrensin, diye yine de Halk Eğitime verdiler onu.
Önceleri her şey yolunda gidiyordu. Ta ki, yaşlı çiftin evlat hasretine neden olan; yıllar önce evden kaçan serseri tipli oğulları eve geri dönüş yapana kadar...
...
Sabah ezanı az önce okunmuştu. Mezarlık sessizdi. Aygül titrek adımlarla sağdaki çiçeklerle süslü beyaz mermerleri pırıl pırıl parlayan mezara yaklaştı.
Bugün cuma, dedi içinden.
Mezar sahipleri gelir belki...
Belki biri görür, alır, sahiplenirdi bebesini...
Fazla düşünmek istemedi. Beyninin içindeki o ses ısrarla aynı şeyi söylüyordu:
" Hadi ne duruyorsun. Seçimini yapmalısın! Hemen şimdi. Ya o, ya ben!"
Aygül'ün gözyaşları yanaklarından iplik iplik akıyo, pembe kundağı ıslatıyordu.
Kundağı soğuk toprağın üzerine bıraktı.
Hızla mezarlıktan uzaklaştı...
...
Nurgül 18 yaşına kadar yetimhanede yetişmiş bir kadındı. Devlet 18 yaşını bitirdiğinde ona seçenek sunmamıştı. Valizi eline tutuşturulup, son harçlığı verilmiş ve müdür beyin bol şans, dilemesiyle yetimhanenin kapısına konulmuştu...
Nereye gidecekti?
Kime sığınacaktı?
Elinde valiziyle ayakları onu kafeteryaya götürmüştü.
Tabi onu izleyen bir çift gözden habersizdi...
...
Kırk yaşlarındaydı. " Mümkün değil" başına gelmişti. Ta ki, karnı burnuna geldiğinde fark etmişti 7 aylık gebe olduğunu.
Genelevin maması Belalı Hasibe'nin bakışlarında " kül yutmam" ifadesi yerleşmişti.
" Nasıl anlamazsın?"
" Anlamadım abla ya..."
Pezevengi Hamza tespihini avucuna hapsedip, şıngırtatır. Sonra da yüzüne savurur tespihini. Paylar Nurgül'ü:
" Lan hiç mi aşermedin? Kim poh etti bunu sana?"
Son anda geriye sıçramış, yine de gamzesine sertçe değmişti imamenin ucu.
Canı yanan kadın eliyle ovuşturur yanağını:
" Ne vuruyon lan Hamza! Aşermedim işte..."
Mama kabullenmişti gerçeği:
" Aybaşıların da mı, kesilmedi kızım senin?"
Nurgül artık saçlarını çekiştiriyordu:
" Kesilmedi abla, kesilmedi. Her ay aynı günde oldum. Ben de anlamış değilim. Üstelik spiralim de vardı..."
Sesi ağlamaklı çıkmıştı.
Hamza burnundan soluyan boğalar gibiydi...
"Ulan be karı...Ben senin karnını deşmez miyim şimdi ha?! Şimdi o karnını deşmez miyim lan, ben senin ha, deşmez miyim? "
Nurgül kaçamamıştı. Genç kadının saçlarını tepeden avuçlayıp yakalamıştı Hamza. Elinde sıkıca tutmakta olduğu usturası parlamaktaydı!
"Kimden lan orospu bu veledi zina ha!? Kimden lann karı, ha! Kimdenn..?"
Sonra genelevin mamasının yalvaran sesi, kulakları yırtarcasına salonu çınlattı:
" Gözünü seveyim Hamza durr...Sakın bir hata yapayım deme..!"
Nasıl, nereden çıkartmıştı o usturayı kimse fark etmemişti.
Salonda meraklı hayat kadınları korkulu çığlıklar atarak sağa sola kaçışmışlardı.
Hamza elini havaya doğru hızla kaldırdı...
...
Emine Pişiren/ Kocaeli
" Aygül Nurgül Ve Babaları" adlı romanımdan bir bölüm...

SINIR DIŞI EDİLEN ADAM...


Beğenilmek, insan doğasında var olan bir duygudur. Sırf kadınlara özgü değildir. Nasıl ki;
Her kadın, aynada kendini güzel görmek istiyorsa;
Her erkek de kendisini aynada yakışıklı görmek ister.
Güzellik görecelidir. Kimi make up ile kimisi modayla şık ve hoş olmaya çalışır.
Ama dekolte rekabete girer.
Çirkin, çarpık bacaklı biri mini etek veya şort giyemez. Sırtı düzgün olmayan bir kadın dekolteden sakınır. Erkekler de öyle.
Yaz günü, omuzları dar ve üçgen değil diye; bacakları eğri, ince diye, hala uzun kollu gömlek ve pantolon giyen erkekleri görmüşsünüzdür.
Ama güzel ve zarif bir kadın mini etek de, şort da giyer.
Hem de cüretkardır.
Siz erkekler de şunu dersiniz genelde:
" Güzele bakmak sevaptır."
Kadınlar da konuşur tabi:
" Of, çok yakışıklıymış," diye...
Yakışıklı, dedim de aklıma Arabistandaki kusursuz güzelliği ile nam salmış bir genç adam geldi.
Arabistan yargıçları bu genç adamı mahkemeye veriyorlar.
Gerekçe öyle ucuz ve basit ki, akıllara zarar.
" Çok yakışıklı ve kadınlar tarafından çok beğeniliyor,"
"Onun yakışıklılığı ile kadınlarımız hayal kuruyor, baştan çıkıyor, günaha girmesine neden oluyor," vb, suçlamalarla sınır dışı ediliyor..!
Yakışıklı genç adamın adı, Omar Borkan.
Baktım da fotoğraflarına, gerçekten hoş bir adammış. Ama kovulmayı, sınır dışı edilmeyi hak etmemiş. Ondaki güzellik Tanrı vergisidir. Bu vergi bence kıskanılmış...
Demek ki kıskançlık, sadece kadınlara özgü bir duygu değilmiş...
Emine Pişiren/Kocaeli
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yakın çekim

ÇİN İŞKENCESİ


Sabah sabah her kanalda elimde kumanda gözlerim yine safaride.
Fox'da kısa bir mola veriyorum.
"Çin'den 50-60 milyon aşı gelecekmiş."
Habere ve doktorun açıklamasına pür dikkat kesiliyor bakışlarım!..
Aşıların alımı için anlaşılmış...
Prof. Dr. Mehmet Ceyhan Fox TV'de konuşuyor:
"...Türkiye nüfusu 80 milyon.
50 ila 60 milyon insanı mutlak aşılayacaklar.
Aksi halde 50 milyon aşıyı hangi depoda saklayacaklar?
Yok böyle bir soğuk hava depo sistemi, " diyor.
Bu şu demek: Çin virüs ihracatını, aşı ihracatını yapmaya devam edecek. Daha önceki yıllarda Sars, Kuş grip virüslerinde olduğu gibi...
Her ürünün taklidini yapıp dünyanın ekonomisini al_aşağı etmiş Çin'den beklenen bir durumdu zaten.
Şaşırmadım.
İkinci Dünya Savaşının çıkma sebebini düşündüm bu dakikada...
Meğerse, incir çekirdeğini doldurmuyormuş...
Ya günümüzde "milyonlarca insanı hasta edip, ölümüne neden olanlar, bilinçli biyolojik savaşa neden olanlar," yargılanmayacak mı?
Bu Üçüncü Dünya Savaşı değil de nedir?
Şu dakika ne düşünüyorum biliyor musunuz?
Savaşın tek galibi belli...
Binlerce Uygur Türklerini acımasızca deneyler yaparak katletmiş zalim Çinlilerden her şey beklenir.
Hele ki, hamile bıraktıktan sonra kamplarda geçici besledikten sonra, 2 aylık Uygur Türk bebelerini çiğ çiğ yiyen o Çinlilerden her şey beklenir, bu birrr...
Ayrıca;
Dünyanın en gaddar sarı ırkıdır, onlar.
Ve
Çin işkencesini, bilirsiniz.
Çin, günümüzdeki "Korona Çin işkencesini" tüm dünya insanına yaşatıyor, ikiii...
Çin yalnız değil, diye düşünmeden edemiyorum. Ardında yine Siyonistler, var gibi...
Sonuç olarak;
Covit-19 aşısını tüm dünya insanı olacak, gibi görünüyor.
Yaşamak adına...
Ölmemek adına...
Emine Pişiren
Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı '走啊出去玩啊'