Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

8 Ağustos 2021 Pazar

TAŞ SUYU YANGINLARA ENGEL OLUYOR

 




TAŞ SUYU YANGINLARA ENGEL OLUYOR


Aslında istenirse yurdumuzda tek bir ağaç bile yanmazdı.

Bu konuda Edremitli Bilim adamı Faruk Durukan'ın Tübitak ödüllü "Taş Suyu" çalışması vardır. Onu uygulasalar ya!..

Japonya uyguluyor.

Çıkıyor mu o ülkede yangın?

.

Balıkesir'den Edremit'e giderken zümrüt yeşili ormanlardan geçeriz. Bir tabela dikiliydi yol kenarında. Tabelada çok etkili bir yazı okuyorduk. İnsanın yüreğine dokunan türdendi:


"EVLADINI SEVİYORSAN BENİ YAKMA"


Şimdilerde o yazıyı göremiyoruz, kaldırmışlar.

Keşke kaldırmasalardı. En azından insanların dikkatini uyandırıp duygulandırıyordu. 


Yollarda seyir halindeyken araç içinde sigara söndürmeyip, araç camından yanan izmarit atan çok insan gördük.

O yanan izmaritler, rüzgarın da etkisiyle ormana doğru savruluyordu. Çam ağaçlarının diplerindeki kavların tutuşması koca bir ormanın kül olması demektir.

Bir de piknik yapanların mekanlarda bıraktığı şişeler, günler geçtiği halde toplanmaması şu aşırı sıcaklarda yangınlara sebep olmaktadır.


Aynı anda yurdumuzun 57 ayrı bölgesinde çıkan bu yangınlar, ancak bir zalimin/zalimlerin bilinçli kundaklamasıdır.


Hükümetten isteğim odur ki;


Edremitli Bilim İnsanı Faruk Durukan Hocamız ile _ülkemizde bir daha orman yangını yaşanmasını istemiyorsak_ taş suyu kullanımı için, acil iletişime geçilmesidir.


Dileğim şudur ki;


"...İnşallah, yakanların da canları cayır cayır yanar..!"


🙏🙏🙏


Emine Pişiren /Akçay

ATATÜRK VE ORMAN AŞKI

 




ATATÜRK VE ORMAN AŞKI


Yıl 1980...

Yer İstanbul Taksim Atatürk Kültür Merkezi...


İstanbul Opera Ve Bale Müdürlerimizden Sedat İçgören Bey, bizzat bir sohbet esnasında anlatmıştı. 

Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı sonrası yurdumuzun her şehrini tek tek silah arkadaşları, kurmayları, heyetiyle gezmektedir.

Her şehir yanmış kül olmuştur. Ne ev, ne işyeri, ne tarla ve ne de ormanlar kalmıştır. 

Düşmanlar kaçarken bile yurdumuzu ateşe vermiş, yakarak kaçmıştır.

Şehirleri gezen, halkın dertlerini, isteklerinin neler olduğunu dinleyen, tespit eder. Yine bir şehir gezisine çıkmıştır ulu önderimiz;  Balkan göçmenlerinin yoğun olduğu Tekirdağ, Trakya 1923 ve 1937 yılları arasında birkaç kez ziyaret etmiştir. Yine Trakya gezisinde halkı, köylüyü dinledikten sonra halka şöyle seslenmiştir:

" Çok çalışkan, üretken Tekirdağ'ın güzel insanları. Düşman işgali sonrası elde ettiğimiz yanmış, kül olmuş topraklarımız, sizin emeklerinize yeniden yeşillenecektir. Ağaçlar tıpkı çocuklarımız gibidir. Onlar nefes aldığımız ciğerlerimizdir. Bugün görüyorum ki, güzel Tekirdağ'ımız sizin ellerinize muhtaçtır. İsteklerinizi tek tek not ettim. İnşallah hepsini gerçekleştireceğiz. 

Ama benim de sizden bir ricam olacaktır. Bir sene sonra yeniden topraklarınızı ziyaret etmeye geleceğim. Geldiğimde her birinizin birer çocuğunuzun doğmuş, büyümüş olduğunu görmek istiyorum..."

Konuşmasını yapmış, kurak bölgelerde dolaşmış ve gitmiştir.

Bir yıl sonra ulu önderimiz sözünde durmuştur. Aynı bölgeye tekrar gelir Atatürk, ama görmüştür ki, yemyeşil ekili tarlalar, sarı günebakanlarla ekili birçok tarlalar vardır. her bir Tekirdağlının kucağında elinden tuttuğu çocukları ile meydanları doldurmuştur. 

Ama tek bir ağaç dikilmemiştir. 

Kürsüden halka konuşur:

" Ben sözümde durdum. Benden isteklerinizi tek tek yerine getirdim. Ama görüyorum ki, siz benim isteğimi yerine getirmemişsiniz! Hani her biriniz bir çocuk yetiştirecektiniz?"


İşte tam o esnada Atatürk'ün beklemediği bir durum gelişir. Onu dinlemek için toplanmış Tekirdağlılar  kucaklarında tuttukları çocuklarını havaya kaldırıp Atatürk'e gösterirler.


" Bizde sözümüzü tuttuk. İşte büyüttüğümüz çocuklarımız..."


 Yanlış anlaşıldığını anlayan Mustafa Kemal Atatürk,

"...Yeşil görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki, görmeyenler bile yeşillikler arasında olduğunu anlasın.”

O gün bir ağacın, bir insan ki kadar kıymetli olduğunu anlatır. Bir yıl sonra geldiğinde de Tekirdağlılar sözünde durmuşlardır.

 Atatürk her yeri yeşil ve insan boyunda yetişmiş ağaçları görür. Mutlu olur...


Bu tarihi değerdeki anlamı anektodu bize anlatmış Sedat İçgören hocamız ışık içinde uyusun.

.

Yine size Kültür Bakanlığımızın basımı iki cildlik Atatürk ve Hayatı adlı kitaptan alıntı aktarmak istiyorum.


" Atatürk, 21 Ağustos 1929'da Bursa'ya gitmek üzere İstanbul'dan Ertuğrul yatıyla yola çıkar. Yalova sahillerinden geçerken kıyıda muhteşem bir Çınar ağacı görür. Karaya çıkarak Çınar ağacının yanına gider, ağacı okşar, sever ve gölgesinde dinlenir. Çınar ağaçlarına eskiden beri hayran olan Atatürk ağacın yakınında bir ev yapılmasını ister. Orada kısa sürede bir ev yapılır. Atamız kaplıcalarıyla ünlü Yalova'ya zaman zaman dinlenmek için geldiğinde o evde kalır. O evi bugün Yalova Atatürk Köşkü adıyla biliyoruz.


Atatürk, evde dinlendiği bir gün, bahçıvanın köşkün yanındaki Çınarın bir dalını kesmeye çalıştığını görür. Bahçıvanın çalışmasını durdurur ve neden o dalı kesmek istediğini sorar. Bahçıvan, dalın binanın duvarına dayandığını, daha da uzarsa içeri gireceğini söyler. Atatürk bu cevabı beğenmez. Biraz düşünür ve der ki: Ağacın bu dalı kesilmeyecek, bina kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırılacak! Oradakiler, gerçekleştirilmesi imkansız gibi görünen bu karar karşısında şaşkına dönerler.


Binanın kaydırılmasını İstanbul Belediyesi yapacaktır. Bu iş için görevlendirilen Başmühendis Ali Galip Alnar ekibiyle Yalova'ya gelerek çalışmaya başlar. Önce binanın çevresi temel seviyesine kadar kazılır. Sonra çelik raylar binanın altına sabırla yerleştirilir. Bina 3 gün içinde yaklaşık olarak 4,80 metre kaydırılır. Çalışmaları başında sonuna kadar takip eden Atatürk çok mutlu ve gururludur. Ağaçları böylesine seven Atatürk orada bulunanlarla birlikte keyifle kahvesini yudumlar."


İşte böylesi bir ağaç sevgisi vardır gönlünde. Bir o kadar da merhametli, müşfiktir yüreği. Demiş ki;


" Ağaç, çiçek ve yeşillik uygarlık demektir.”

.

Koskoca Orman Bakanlığımız var. Çalışanları var. Masaları var. Özel kalemleri var. Müsteşarları var. Var da var...

Neden ormanlarımızda acil durumlarda kullanılacak su depolarımız yok?

Hiç mi belli başlı noktalarda yangın söndürme su artezyenleri açılmadı?

Bu nedenle helikopterler denizlerden gidip gelip zaman kaybetmiyor mu?

Hiç evden taşıma suyla yangın söner mi?

Hiç mi düşünemedi ormancılar?

Orman koruyucuları hani neredeler?

Niçin pikniğe izin verilir?

Neden her piknik sonrası toplanmaz o çöpler, şişeler, vs...

 Düşünemediler mi, bir ağacın bir insan hayatından daha değerli olabileceğini?


Atatürk'ün yurdun her köşesini gezdiği o ilk yıllarımızda  ne orman bakanlığımız, ne tarım bakanlığımız vardı. Ama köylüyü, çiftçiyi bire bir dinleyip, söz verdiğini tutmakta olan onurlu, güçlü bir irade ve otoriteye sahip saygın bir liderimiz vardı.

Çok kısa bir sürede toparladı bu vatanı, küllerinden yeniden bir Türkiye doğmuştu.

Ve son sözü Ulu önderimize bırakıyorum:


“Ormansız ve ağaçsız toprak vatan değildir.”


 Aziz ruhunun önünde saygıyla eğiliyorum.


Emine Pişiren /Akçay

ATEŞ SADECE YÜREKLERE DÜŞMEMİŞTİ (2)

 




ATEŞ SADECE YÜREKLERE DÜŞMEMİŞTİ (2)


Kayınvalidemin anlattıklarıyla sarsılmıştı duygu dünyam. O akşam, her ne kadar konuyu merak etmiş olsam da daha fazla soru sorup, onun üzülmesini istememiştim. Nasıl olsa hikayenin geri kalanını masada bana kaş göz eden eşimden öğrenirim, diye düşünmüştüm.

 Eşimle başbaşa kaldığım zaman sorduğum ilk soru:

" Cidden Akaretlerdeki o sıra sıra tarihi evler dedenin miydi Tuncay?"

" Evet, inanmayacak ne var ki, bunda?"

İkinci sorum:

" Madem ki sizindi, peki şimdi neden sizin değil?"

Eşim yüzümdeki çocuksu şaşkınlığımı sileceği yerde, inadına sanki o halimden keyif alır gibi gülümsemekteydi:


" Sahilde deniz müzesi var ya..."

"Ee...Evet var..."

" İşte orası da babamındı!"

" Yok canım, daha neler?!"

" Vallahi bak! "

" Daha Akaretleri tam anlatmadın, şimdi de Deniz Müzesi, bizimdi diyorsun. Kafam karıştı bak..."


Gülmüştü çocuksu hallerime...


" Ya onu hiç sorma. Yıllardır içimizi acıtır Akaretler. Hele o çil çil altınların akibetini düşününce ta şurama çöker durur, dedemizin düşüncesizliği..."


"Biliyor musun? Sen insanın aklını alırsın ha..! Kısaca anlatsana şu Akaretlerin akibetini? Bak eğer anlatmazsan, annene gider sorarım ha..!"


Dudaklarımı parmak uçlarıyla kapatmıştı:


" Tamam, tamam sus. Bu konuyu annem açmadan ben bile ona soramam. "


 Sonra kapıya doğru gizemli bir bakış attı:


" Şimdi belki de odasında albümleri karıştırıp ağlıyordur. Sakın ha! Bu konu onun kapanmaz yarasıdır."

Hüzünlü maviş bakışlar gelince gözlerimin önüne, hak vermiştim eşime.


" Tamam. Uyarmana gerek yok canım. Onun canının yandığını gözlerinden anlamamak için kör olmak gerekir. Onu değil ben, senin bile üzmeni istemem canım. Pamuk gibi bir kalbi var..."

Eşimin yüzündeki neşeli renk, o dakika silinmiş, yerini kederle karışık müşfik bir renk almıştı. Burnumun ucundan öpüp, beni göğsüne çekip sıkıca sarmıştı.


" Bunu söylemen beni öyle mutlu ediyor ki Emine. Annem de arkadaşlarına hep şöyle der, ' 'Benim iki oğlum, adları Tuncay ve Oktay, bir de kızım var, adı Emine'dir 'diye. Seni çok sever. Bunu biliyorsun, değil mi?"


" Bunu senden duymak beni daha mutlu ediyor canım. Ben de onu gerçek annemmiş gibi seviyorum."

Der demez, aklıma gelen düşünceyle hemen, onun kollarından hızla uzaklaşmıştım:


" Yok öyle mızıkcılık. Benim şu merakımı gidermeden bu gece sana uyku haramdır, bilesin. Hadi anlat şu Akaretler'i ve çil çil o altınları..."


Eşim anlattıkça sol yanım sıkışmaya başlamıştı zaten.


"...Dedemi, o Mısırlı Arap dadımızı hayal meyal anımsıyorum. İnsan 4 yaşındaki halini ne kadar hatırlayabilir ki? Ama beni anneannem okuttu. Onun yanında Bursa'da yaşıyordum. Ben de tüm hikayeyi ondan dinlemiştim...


...Dedem emekli olduktan sonra kafasını para, pul, altınla bozmuş. Onun için kimi bunamış, kimi kafayı üşütmüş, demiş olsalar da anneannem hasta yatağında onu hep konuşturmuş...Tabi " Bahçeye gömdüm," diye sayıklarmış...


Dedem oldukça yaşlıymış zaten. Anneannem ondan 20_25 yaş küçükmüş. Neyse, dedem ölmeden önce ' Tapular, altınları kimse almasın, diye gömdüm Mukaddes!' demiş o son anlarında...


Eşim konuşmasını,

"Rahmet istedi bak..." Diyerek kesmişti.


Sessizce dua ediyordu. Okuması bitince avuçlarıyla yüzünü mest edip bana döndü: Hikayeyi kaldığı yerden anlatmaya devam etti:


" Büyük dedem ölükten sonra anneannem, her ne kadar evi altına üstüne getirdiyse, bahçenin kazılmadık yeri kalmamış. Lakin, ne tapuları, ne de altınları bulabilmişler. Daha sonra konağı borçlarımız yüzünden satmış, annemle birlikte Bursa'ya  taşınmışlar. Annem ikinci kez evlenince İstanbul Beşiktaş'a taşınmıştık...


"...Sonradan o sattığımız konakta yangın çıkmış. Anılar varsa da kül olmuş. Yerine apartman dikilirken olan olmuş..!"

Yutkundum:


" Yoksa altınlar mı gün yüzüne çıkmış?"


Eşimin gözlerine Haliç'in gri kederi çökmüştü:


" Evet. Büyük dedemin su testisi içine koyup sakladığı altınlar inşaat dozerine takılmış. Tabi 'yerin altı devletindir,' olunca toprak sahibi de el değişince hak da başkasının oluyor canım..."


" Büyük bir hayal kırıklığı!"


" Onu hiç sorma!"


Merakla atıldım;


" Peki ya Akaretlerin tapusu ne oldu? O dedeye ait değil miydi? Padişahın mührü yok muydu?"

Eşim başımı okşadı. Buruk bir gülüş uzattı gözlerime:


" Ah canım karıcığım ah! Çok uğraşmışlar. Çok sorgulanmış. Gidilmemiş resmi kurum kalmamış. Tapu yok. O da kayıp. "


" Peki, evi satın alanlar, onlara da sormuş muydunuz? Belki onlar bulmuşlardır."


" Sorduk canım, sorduk. Onlar da görmemişler. Ama tahminimiz var tabi..."


" Nedir?"


"Konağın tavan ve yer döşemeleri uzun masif ahşaptan yapılmıştı. Dede, tapu ve benzeri evrakları, belki bu tahtaların altına saklamış olabilir. Yaşlı adam bunayınca da unutmuş olabilir tabi... Eh, eğer böyleyse de, malum yangından da geriye hiçbir şey kalmamıştır tabi..." 


" Kül olmuştur!"


" Evet, kül olmuştur!"


" Üzüldüm!"


"Ya biz?! Yaşamımız boyunca borç ödedik, çile çektik. Annem, konfeksiyon atölyelerinde dikiş dikerek bizi büyüttü. Babam ona hiçbir şey bırakmamış. İçki, kumar ve benim bildiğim üç eşi olmuş. Bilmediğim kim bilir kaç tane?"

.

Ertesi gün kayınvalidemle kahvaltı sofrasındaydık. O gök mavisi bakışları pırıl pırıldı.

" Emine bak sana ne göstereceğim?"

Der demez masadan kalkıp vitrinin alt kapağını açtı. Elinde kararmış gümüşten bir şekerlik ile yine kararmış tatlı kaşığı tutmaktaydı.

Yanıma gelip bana uzattı:


" Dedemden tek hatıra bunlar kalmıştı. Annem anısına saklardı. Sonra ben sakladım. Bugün de sen saklar mısın, bunları kızım?"


O dakika nasıl duygulandığımı anlatmam, o anı tarif etmem mümkün değildi...

Gözyaşlarımı kontrol edemiyordum...

Sarıldım "annem, " dediğim o asil kadına!

Yutkundum.


" Saklarım anneciğim, saklarım..."


Demiştim sadece ...


Emine Pişiren/ Akçay


Dip not: Bu anı yazımı okuyandan ricam. Annem ve eşimin ruhuna dua okur musunuz?

Adı Lütfiye Çalangu

Tuncay Pişiren

ATEŞ SADECE YÜREKLERE DÜŞMEMİŞTİ (1)




 ATEŞ SADECE YÜREKLERE DÜŞMEMİŞTİ (1)


Kayınvalidemle tam 18 yıl birlikte aynı evde yaşamıştık. O tam bir İstanbul hanımefendisiydi. 

Anlayışlı ve onurlu.

Güzel, zarif, şık, bir o kadar da kültürlü biriydi.

 Ona "Anne" demek, onu dinlemek öyle çok hoşuma giderdi ki... Varlığı ile eksik yanımı kapatırdı.

Onunla anları paylaşmak öyle zevkliydi ki...

Hele bir masada onunla balık yiyip, buz gibi biralarımızı yudumlamak var ya, nasıl da iyi gelirdi bize... O zorlu yıllarımızın içinde en keyifli saatlerimizden biriydi, ailece bir masada olmak.

Yine bir gün bir masada yemiş, içmiştik. Duygulanmıştı. Geçmişe dair ızdıraplı bir anısını anlatınca gözlerindeki kırmızılık bana da bulaşmıştı.


" Ah kızım ah! Biz aslında böyle hamsi tava değil, kalkan balıkları, istakozlar yer, rakının hakkını veren bir aileydik.  Bugünkü gibi yetim maaşı alıp da kıt kanaat geçinecek bir aileden gelmiyoruz be kızım...

 Babam Balkanlarda, daha sonra Çanakkale'de savaşmış bir albaydı. Onun da babası, yani dedem bir Osmanlı paşasıydı. Dedem emekli olduğunda, padişah ona şu Akaretler'de sıra sıra bitişik evler var ya, işte onların mülkünü, hediye olarak dedeme vermiş. Dedem, yıllarca onların akarlarıyla altın alıp, biriktirmiş... Tabi ben henüz çok küçükmüşüm. Pek dedemi anımsamıyorum. Hatırladığım Fulyadaki konağımız ve bahçesindeki tavus kuşlarıydı...Ha bir de Mısırlı bir zenci dadımız vardı. Zaten hiç bir şehirde uzun süre yaşamadık ki...Babam asker olduğu için il il gezerdik..."


Anlattıkları karşısında ağzım bir karış açık kalmıştı. Beşiktaş'ta çift sıra halinde Maçka başlangıcına kadar uzanan o taştan iki katlı binalar, demek ki, eşimin büyük dedesine aitti!


" Anne sen ne diyorsun?! Ciddi misin?"


Hafif ama buruk bir gülüş uzatmıştı gözlerime.


" Gayet ciddiyim. Dur daha bunamadım."


Hikayenin geri kalan kısmını öyle merak ediyordum ki, onun da üzülmesini hiç istemiyordum. O gök mavisi gözlerinin akları nasıl da hemen kızarmıştı...


Emine Pişiren /Akçay

BİRA ŞİŞELERİ

 



BİRA ŞİŞELERİ


Edremit Körfezine ilk ayak bastığımız yıl 1990 yılıydı.  Yedi yıl sonra Akçay'a tam yerleşmiştik.

 Beğendiğimiz Körfez artık bizim köyümüz olacaktı.

Her yaz yeni yerler keşfederdik. Kazdağlarının milli park olmasından sonra yeni keşiflerimiz biraz zorlaşmıştı.

Bundan iki yıl önce karavanı olan şair dostumuz bana telefon açtı;

" Hadi hazırlanın sizi hiç bilmediğiniz dağlara kaçıracağım."

Ah, hiç bu fırsat ayağımıza gelmiş, kaçırır mıydık?

Aynı körfezde tatil yapmak için yazlığına gelmiş yazar akadaşıma haber verdim. O da piknik yapacağımıza çok sevinmişti.


Birlikte alışverişimizi Küçükkuyu semt pazarından yaptık. Bir saat sonra da piknik yapmak için arkadaşın karavanı ile binbir pınarların fışkırdığı Kazdağlarının tam göbeğine çıkmıştık.

Rakım, aşağı yukarı 1400 ya var ya yoktu. Akciğerlerimiz soluk almaktaydı adeta.

Konakladığımız alanda WC ve lavoba karın oluşu memnuniyet vericiydi.

Park ettiğimiz alan bir meraya benzemekteydi. Belli ki daha önce panayır ve festivallere ev sahipliği yapmış obaların ortak alanıydı.

Pınarlarından  fışkıran küçük bir göleti gördüğümüzde artık mutluluğumuz tavan yapmıştı.

Karavan sahibi park etmiş olduğu alanda tente kurma hazırlığını yaparken biz üç kadın  mayolarımızı giyinip hafif bayırdan aşağı dikkatli adımlarla inmeye başlamıştık bile.


"Dikkat edin köknarların kurumuş yaprakları ayağınızı kaydırır. Benden söylemesi..."


Şair dostumuz karavanın tentesini açarken bizi uyarmayı da ihmal etmemişti.

Güneş göğe uzanan zümrüt yeşili köknarların iğnemsi yapraklarından süzülürken biz de  gölete ulaşmıştık. Şair dostumuzun uyarısını iyi ki dikkate almıştık.

Zira çamların kurumuş yaprakları yürüyüşümüzü yavaşlatmaktaydı. Kaya kaya parmak arası terliklerle bayır aşağı yürümek kolay değildi. Sık sık ayaklarımız buzda kayar gibiydiler.

Gölet harikaydı. Başımızı gökyüzüne uzattığımızda müthiş bir doğa manzarasına dokunmuştu gözlerimiz.

Topraktan göğe uzanan ağaçların üst dalları birleşmiş göletin üstüne çadır gibi gölge düşürüyordular. Kuş sesleri, özellikle yabani bülbül sesleri Beethoven'e ilham kaynağı olabilecek derecede kulaklarımızda akisler yapmaktaydı.

Hele göğün o duru kendine has rengi; berrak bir su gibi yüzümüze değiyordu.

Sırt üstü gölde uzanmanın bu muhteşem keyfi az sonra kaçtı tabi ki...

Gölet civarı kırık bira şişelerinden ve çöpten geçilmiyordu. İki hafta önce kurban bayramı nedeniyle piknikçiler bu alanı da gelip, yemiş, içmiş, artıklarıyla da güzelim alanı kirletmişlerdi.

Ya yangın çıksaydı?!

Allah korumuş!

Karar verdik onları toplamaya...


O gün biz toplayabildiğimiz kadar cam şişeleri büyük bir çöp poşetine koyduk. 

Yokuş yukarı çıkmak da bir dertti. Hele ellerimizde ağırlıklar varken...

Yukarı çıktığımızda çöpleri atacağımız konteyner aradık.

Yoktu!

Yanımızda çadır kurmuş genç bir çift vardı.

Onlara sorduğumuzda, 500 metre ileride wc'lerin tam arkasını tarif etmişlerdi.

Üşenmedik. Ayaklarımız o yöne yol aldı.

İki hafta önce milletin çöplerini taşırken, söylemedik, değil hani...

Geniş alanı zorlanarak aşmıştık.

Neden zorlanarak?

Çünkü, ayıların bile korktukları dikenlerin ara ara ayak parmak aralarına girdiğinde canımız yanmaktaydı.

Şimdi sorarım size?

Kim o dağların tepesine çıkacak da...

Eline çöp poşeti alacak da...

Şişeleri,çöpleri toplayacak?

Hani orman bekçileri?

Hani orman koruyucuları?

Kazdağları Allah'a emanet!

Allah korusun!

Dip not: Suçlu içerideyse asla bulunmaz!


Demek ki, orman bakanı_ yerel yönetimleri suçlama_ durumunda haklı.

Orman alanlarında piknik yapmaya izin verip, sonrasında piknikçilerin çöplerini toplamamasıyla resmen suç işlemiş oluyor, yerel yönetime bağlı katı atık toplayıcıları..!


Ve bu ihmallere, vurdum_duymazlıklara  bir bakan, başka ne yapabilir ki?

 Belediyelere veya yerel yönetimlere ceza kesmekten başka?

Tabi asıl olan da ormanı korumak, kollamakla sorumlu, ormanların güvenliğini sağlaması için görev verdiği kendi orman memurlarına da aynı ceza kesilmelidir..!

Boşuna suçluyu dışarıda aramayalım!


Yıl 2019...


Emine Pişiren/Akçay

HER KİM OLURSA...

 HER KİM OLURSA...


Sizi kim üzüyorsa sinenize çekip sümen altı yapmayın. 

Neden değil, nedenini düşünün?

Zira, seven insan, sevdiğini kırmaz, bilinçli hiç üzmez.

  Eğer, sineye çekip de bunun adına "sabır," diyorsanız, yanılıyorsunuz. Çünkü sabır umudun kapısıdır. Kapının dışındaysa baş_edemeyeceğiniz büyük bir hayal kırıklığı vardır. 

Aslında siz bu sürede, bir özür, bir af beklerken kan kayıplarındasınızdır. 

O geçen zaman içinde koca bir hayal kırıklığı yaşarken; sadece kin ve öfke biçiyorsunuzdur.

Unutmayın: İnsanlar, genelde incindiğiniz noktaya nişan alırlar.

Çünkü insanlar, kendilerini size anlattıkları gibi değil size yaşattıkları gibidirler.

Onları kişiliklerinden, davranışlarından anlarsınız zaten. Çünkü o davranışlarla size yaklaşıp, sizden uzaklaşırlar.

 

Ve hatta;

Her seferinde sizi yaralayanı, haksızlık edeni, yok öyle ah'lanıp vah'lanıp Allah'a havale etmek! 

Yüce Yaratıcı, biz insanlara temkinli olmamız için zeka, uzlaşmak için akıl, iletişim için dil vermiş.

Ah'ları, of'ları, vah'ları kabul etmiyor makamına.


Sizi kanser edene kadar üzenPişirenher kim olursa olsun

Hatta o kişi evladınız dahi olsa, tümden silin gitsin..!

Filozofun biri başka bir filozofa çıkışır:

" Yahu, sen ne biçim babasın öyle? Neden evladını sevmezsin? Bu evlat senden çıkmadı mı? "

Kendisini çok üzen, avare oğlu için böyle bir sitemi hak etmeyen diğer filozof  yere tükürük atar:

" Bu da benden çıktı. Onu sevmem mi gerekiyor?"


İşte o kadar..!


Emine Pişiren


İTFAİYECİ SEVGİLİ...(2)


 İTFAİYECİ SEVGİLİ...(2)


Etna yanardağından çevreye yayılan kükürtle karışık gazlar Mirella'nın soluk almasını zorlaştırmaktadır. Gözleri bulanıklaşan genç kadının aklı hala itfaiyeci sevgilisindeydi.

 Genç kadının tedirgin bekleyişinde aklını sarmaşık gibi saran olasılıklar, onu daha da üzmekteydi. 

Adriana hiç bugüne kadar randevusuna geç kaldığına tanık olmamıştı.

 Üstelik de Etna'nın böylesi kükürt kusması hiç de normal değildir.

Mirella gitmekle kalmak arasında tereddüt etmekteydi...

'Ya giderken yolda başına bir şey gelirse?'

 'Ya sevgilisi geldiğinde onu kulübede görmezse?'

 'Kim biliyordu ki, onun bu dağlarda zor anlar yaşadığını?'

'Ya Adriana bugün buluşmaya gelemezse?'

'Aksi halde kimsenin uğramadığı,bu bakir alanda tek başına ölebilirdi'

' Ve cesedi de kurda kuşa yem olacaktı.'


Bu düşüncelerle irkilmişti!

Düşüncesi bile korkunçtu..!


 Boğulurcasına öksürmeye başladı.

Nefes alamıyorken bile düşünmekteydi:


'Yok, yok saçma bu endişelerim. Kesinlikle onun Adriano'su ölür de onu yalnız bırakmazdı ki!'

  Uzandığı sedyeden yavaşça kalkmaya çalıştı. Tam oturacak pozisyona gelmişti ki, yataktan yere yuvarlandı. Hiç dermanı yoktu, ne kollarında ne de dizlerinde. Hiç hali kalmamıştı. Yoğun duman ve gazlar ciğerlerine dolmuştu.


O an şiddetle ölebileceğini düşündü..!


Aslında bu düşünceler,  genç kadının gözlerini kapamadan önceki son dakika endişeleriydi.

.

Yakışıklı İtfaiyeci Adriano Etna'ya çıkmakta olduğu rampayı, çoktan yarılamıştı ki, havadaki yoğun gaz ve kükürt genzini yakmaya başlamıştı. Askıdaki gaz maskesini başına geçirip kendisini korumaya aldı. 

Tepeye çıktıkça kükürtle birlikte havaya yayılan gaz daha da yoğunlaşmıştı. Artık ağaçları dahi net seçemeyen itfaiyecinin görüş mesafesi de kaybolmuştu. 

Bir an endişelenmişti!

Gaz pedalinden ayağını çekti. İtfaiye aracı çok yavaş ilerliyordu.

Kulübenin olduğu alan Etna'ya daha yakındı.

'Acaba Mirella yaşıyor muydu?'

O sırada araçtaki telsiz cızırdamıştı.

" 343 ...343...beni duyuyor musunuz? Acil olay yerine lütfen... Acil..."

Telsizdeki anons aklını karıştırmaktaydı. İçinde yaşlı insanların olduğu huzurevinde çıkan yangına acil müdahale etme uyarısı telsizden bir kez daha yankılanınca artık kararını vermiştir.

Bedeninin ateşini söndüren bir kadın için işini kaybedemezdi. Değmezdi. Hem şehirde başka kadın mı yoktu? 

Kararına sevindi.

 İşi daha elzemdi. Yaşlıları kurtarmalıydı.

 Aracının burnunu değiştirip yokuş aşağı siren çala çala şehre doğru, çoktan hızla yol almıştı bile...

.

Kulübenin kapısı gıcırdayarak açıldı. Mirella öksürüklerinin arasında başını kapıya doğru çevirdi. İki erkek çizmesi görmüştü. Bakışlarındaki sönük ifadeye bir ışıltı yerleşip söndü. Yüzünde  mutluluk vardı. 

Demek yetişmişti sevgilisi.

Gelen kişi acele etti. Genç kadını kucakladığı gibi kulübeden hızla çıktılar. 

Kulubenin dışında park edilmiş kamyonete doğru giderlerken;

Kurtarıcısının boynuna sıkıca sarılan Mirella'nın gözleri büyük bir şaşkınlıkla açılmıştı.

Onu kurtaran kişinin, yıllarca aşağıladığı, küçümsediği, engelli kocası Emilio olduğunu gördüğünde gözyaşlarını tutamamıştı. 

Sonra kocasına minnetle, sevgiyle sarıldı.

Dudaklarından buruk bir fısıltıyla iki sözcük çıkmıştı.

" Teşekkür ederim."


Emine Pişiren/Akçay

EŞŞEKLİK BAKİDİR..!

 


Hani baba bir sözümüz vardır:

"...Semer alınırken eşeğin fikri değil ölçüsü alınır. İnsan olursan fikrini, eşek olursan ölçünü alırlar!"  

Oysa ne kadar da güzel bakar eşeğin gözleri. Anımsadığım tek güzel iltifat,

" Eşek gözlümdür"

Hayyam'ın düşündüren söylemidir: 

" Eşek, eşeği beğenir.

Bir hayır, vardır sana kötü demelerinde."

Nedense, bugün aklım eşeğe takıldı kaldı. Bu hayvanla ilgili öyle çok söylence, fıkra, kıssadan hisseler, vb, konuyla ilgili anlatılar yazılıp, çizilmiş ki, bende size en beğendiklerimi yazacağım.

Sizin de bildiğiniz Nasreddin Hocamızın eşeği meşhurdur.

Bir gün hoca eşeğine ters binmiş. Adamın biri sormuş:

" Hocam neden eşeğe öyle ters bindiniz?"

Hoca;

" Arkadan gelecek tehlikeleri görmek için," demiş. Adam:

" Ya önden gelecek tehlikeler için?"

Hoca bu lafı gediğine koymadan durur mu?

" Onu eşek de görür?"

.

Çocuktum bir sıpadan öyle bir tepik yemiştim ki, feleğim şaşmıştı. O gün bugün ne sıpanın, ne de eşeğin ardında dururum!

Ee, atalarımız bizi boşuna uyarmamış:

"...Öküzün önünde, eşeğin arkasında, aptalın her tarafında hazırlıklı ol."


Eşek, aslında güzel bir hayvan. Ama insanlar onun adını ya hakaret olarak anarlar, ya da inatçılık, duygusunu onunla betimlerler. Deve de sıcak çölün tozunu yutan çilekeş, bir o kadar da inatçı bir hayvandır.

Aslında inat iradenin eşekliği değil de nedir?

Her iki hayvan için derler ki;

"...Eşek odun çekmekle derviş olmaz tekkeye

Deve hacı olmaz gidip gelmekle Mekke'ye."

 Konuyla ilintili  nefis bir hikaye anlatılır. Deve ve eşek kıssasını şu yazıya iliştirmek istiyorum:

Adam uzun yıllar devesiyle taşımacılık yapmış. Yaşlanan deveyi salmış çöle. Bir süre aç susuz kalan deve öleceğini anlayınca dile gelmiş

"Sahibimi çağırın da helallik vereyim," demiş.

Devenin sahibi:

" Ne hakkı varmış ki bende? " Diye merak edip devesinin yanına gitmiş.

"Ne hakkın var ki bende?" demiş.

Deve:

" Bende hakkın birden fazladır!" Der ve devam eder konuşmasına.

"...İlki: Benim taşıma gücüm belliyken, sen iki katı çuval yüklerdin bana. Bu hakkımı helal ediyorum sana."

"...İkinci olarak; benim günlük 10 kg yiyeceğe ihtiyacım varken, sen hep 8 kg verir kalanı vermezdin. Bu hakkımı da helal ediyorum."

"...Üçüncüsü: Üç günlük yolu iki günde gitmem için sopayla döverdin beni. Bu hakkımı da helal ediyorum."

"...Hatta bir yavrum olmuştu. Onu kesmiş, misafirlerinle bir güzel yemiştiniz. Bu hakkımı da helal ediyorum.

"...Amma bir hakkım var ki, onu asla helal etmeyeceğim. Mahşerde bunu senden soracağım."

Sahibi merakla sormuş.

"Nedir o?"

"...Her seferinde ben yolu bildiğim halde, tüm yükü ben taşıdığım halde, yularımı eşeğe verirdin. Beni eşeğe mahkum ederdin ya, işte bu hakkımı helal etmeyeceğim!"

.

Anlamlı bir kıssadan hisse değil mi? Bir o kadar da duygu içerikli... Özellikle gerçek çalışanın hakkı gözetilmezken, itibarın değmeyecek kişilere verilmesinin mantığını, çözmüş değilim.

Ne demişler?

"Direksiyonda eşek varsa kaputun altında kaç beygir olduğunun hiçbir önemi yok."

Bir İspanyol atasözü şöyle der:

" Eğer üç kişi sizin eşek olduğunuzu söylüyorsa; bir semer kuşanın!"

"...Öküzün önünde, eşeğin arkasında, aptalın her tarafında hazırlıklı ol."

Kalemim hızını almışken bir de Erkilet'e gidek mi?

Zamanın birinde hiddetiyle tanınmış ünlü bir vali varmış. Adı Nazmi Toker.  Bir gün Erkilet'e gitmiş, kendisine kahve ikram etmişler, kahveden sinek çıkmış... Vali, kahveciyi çağırtmış:

       "Pis herif, pişirdiğin kahveden sinek çıktı!"

       Kahveci Hasan Ağa özür dileyeceğine dikilmiş vali beyin karşısına:

"Yüz paralık kahveden de, deve çıkacak değil ya!"

Eh buradaki anekdottan da anlaşılacağı üzere, develerin kıymetlidir.

Övünmek gibi olmasın ama Kayserili'yim, derler.

Onların zeki oluşları, bir de anında yanıt vermeleriyle bilinirler.

       Bir de Kayserilileri kızdırmak için, eşek etinden pastırma yaptıklarını söylerler.

       Adamın biri Kayseriliye bunu sormuş:

       "Sizde eşek etinden pastırma yaparlarmış doğru mu?"

       Kayserili adamı rahatlatmış:

       "Kayseri'ye gidecek misin?"

       "Yok, gitmeyeceğim!"

       "O halde merak etme!"

.

Bana da sorarlar hep:

" Nerelisin?"

" Benden iki metre uzak duracağın bir memlekette olan Develi, " derim.

Beni kızdırmak için ardı gelir soruların:

" Gerçekten eşeği boyar mısınız,sizler?"

O an söz bana geçer ya, işte o an dilimin freni boşalır:

Adamın biri, Kayseriliye sormuş:

       "Bir eşeği boyamak için kaç kilo boya gerek!"

       Adamı baştan ayağa süzen Kayserili:

       "Senin boydaki bir eşek için iki kilo yeter!"

Fuzuli'nin meşhur sözüdür:

"Mey biter saki kalır. Her renk solar haki kalır. Diploma insanın cehlini alsa da, hamurunda varsa eşeklik; baki kalır."

" Eşeğe altın semer de vurulmuş olsa eşek eşektir!"

Haydi kalın sağlıcakla.


Emine Pişiren/ Akçay

7 Ağustos 2021 Cumartesi

KADER

 



Annem sürekli "Kader, daha biz doğmadan alnımıza yazılmıştır. Değiştirmek imkansızdır. Bunu ancak Allah isterse değiştirir," derdi. Sonra sözlerini şöyle sürdürürdü:

" Hayır ve şer Allah'tan gelir."

Annemin bu sözlerini uzun süredir düşünür, dururdum.

Kader neydi?

Neden biz doğmadan önce yazılmıştı?

Kötü yazılardan biz neden sorumlu olalım?

Vs...vs...vs...

Söyler söylemez annem karşı dururdu:

" Tövbe de..."

" Neden tövbe edeyim anne? Ben günah işlemedim ki...Sadece aklımın almadığı soruya yanıt arıyorum."

" Kızım Allah'a karşı gelmek de bir günah...Sen yine de tövbe de ..."

Annemle ne zaman din konusuna girsek tartışırdık. Genelde isyancı, günahkar olan kişi olurdum . Tabi ona göre...

Gelelim ülkemizde son günlerde çıkan orman yangınlarına. Belki de bu yangınlar da yurdumuzun kaderidir, desem herkes karşı çıkar bana. Öyle ya, küresel ısınan dünyayı, çözülen buzulların sonucunda oluşan tusunamileri, uzayda, çöllerde ve okyanus diplerinde nükleer denemeleri sonucunda anakaraları sarsan büyük güçlere, " sizin yüzünüzden depremler yaşıyoruz!" Diyemeyiz tabi...

Bu dünyanın kaderidir. Desek kimse suçlu olmuyor. Kader suçlu tabi ki, değil mi?

Ormanda piknik yap. Ardında çöpleri, şişeleri ve izmaritleri bırak. Sonrada orman yansın. Bunun adına da kader, diyelim mi?

Günlük hayatta öyle anlık olaylar sonucunda anormallikler yaşanıyor ki, "bunun adı da mı kader?" Diyor insan.
Örnek, vermek gerekirse, geçenlerde TV de canlı izledik. Olay şöyle gelişiyor:
Tamircinin biri tam da elektrik panosunun dibinde toprağa kazma vuruyor, bir anda elektrik kabloları kesiliyor, aynı esnada bir bomba etkisiyle bir patlama, bir ateş 🔥 topu oluştu ki sormayın. Tamirci yandı tabi ki. Onu izleyen adam eğer çevik davranıp kaçmasaydı, o da ölmüştü.
Şimdi soruyorum size: İhmalin ve aptallığın adı kader midir?
Daha bir alay örnek verebilirim, bu konuda.
Sakın Allah'a isyan olarak algılamayın!

Aksine, Allah da bizi bu konuda anlamlı bir ayetle bilgilendirmiştir. Kuran'da yazılıdır.


"Kader deyip geçme. Bak ne diyor sırrın sahibe; biz her insanın kaderini, kendi çabasına bağlı kıldık. İsra:13"
.
Biraz da doğanın kaderinde ne varmış, onu aktarayım size:
.
Hamile bir ceylan vardı. Doğumu yaklaştığında ormanın en uzak yerine gitti. Bir nehir yanını buldu. Tam doğuracağı esnada gök gürledi şimşek çaktı ve yangın çıktı.Soluna döndü bir baktı ki ona ok atmak isteyen bir avcı var. Sağına döndü aç bir aslan onu avlamak için yaklaşıyordu. Ceylan için o an tek bir düşünce vardı.

Kaçmayı düşündü. En iyi onu yapabilirdi ama eninde sonunda yakalanacağını düşündü ve çıkmazda olduğunu gördü. Kaçacak yeri de yoktu. Ya aslan parçalayacaktı ya yangında can verecekti ya da avcı onu avlayacaktı belki de nehirde boğulacaktı. Her yer tehlikelerle dolu ve ceylan kesinlikle bir kurtuluşu olmadığını düşünüyordu.

İşte o an ceylan gücünün yeteceği şeye odaklanma kararı aldı. Doğumuna odaklandı doğumu yapmaya. Ve doğru olan şeyin doğasını gerçekleştirmeye yöneldiğinde bir şekilde başaracağına inanmak istedi.

Sonra neler mi oldu? Şimşek çaktı, avcının görüşünü kapattı ve çıkan ok aç aslana saplandı. Arkasından şakır şakır yağan o yağmur ormanın tüm yangınını söndürdü.
Ceylan sağ salim doğumunu yapmıştı!
.
Ve bilge der ki:
Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir."

Rab'bim akibetimizi hayırlı kılsın.

Emine Pişiren/ Akçay