Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

7 Haziran 2020 Pazar

HEM DE HİÇ!



Şu sonsuz gibi görünen evren, asırlık koca bir çınar.
Dallarıysa, ayrı ayrı gezegenler.
İnsanlarsa, bu koca çınarın dallarında ki yapraklar.
Dünya sadece dallardan biridir, bu koca çınarda.

“Ağaç dalıyla yapraklarıyla gürler,” derdi annem.
Lakin, her canlının bu dünyada bir yaşam süresi vardır.

Derim ki;
Hani hazanda daldan düşer ya sararınca toprağa yapraklar;
Vaktimiz gelince bizler de bu dünyayı terk edip toprak olacağız.
Vakti gelince çınar da devrilecek.

Anlaşılan o ki, kimseye kalmayacak bu evren, şu cennet gibi dünya!
Yapılan kötülükler de elbette ki, kişinin yanına kar kalmayacak.

O gün geldiğinde, kişi yaptıklarının/yapmadıklarının hesabını verecek yaratıcıya.
Vermelidir de…

Evrenin lisanını okuyan, konuşan sınırsız hazineye sahip; Hz. Sultan Süleyman, dahi o gün hesap vermek için tam 400 yıl sırasını bekleyecek!

Asıl olan ise yeşilken güzeldir bu dünya.
Sevmek varken en başta, nedendir bu öfkeyle nefret?
Anlamak varken, anlaşılmamak nedendir?
Onur varken niçin gururla kibirin sol yanımızı acıtmasına izin veriyoruz?

Bak, kum saati gibi akıyor zaman!

O halde; barış içinde yaşamak/yaşatmak varken, niçindir bu kargaşa?

Hiç anlamış değilim!

Hem de hiç!

Emine Pişiren

RESİMLİ YÜREK ÖZLERİM












YERİN YÜREĞİMDİR

Yerin Yüreğimdir: Kendini o kadar özgür görme
Güvercin kanatlarına bağlama vedalarını
Düşersin sonra bensizliğe, kanadın var mı?
Ne olursun alıp başını, hemen gitme öyle

Şöyle bir düşün: Hayallerimizi yaşamadık daha
Sensizlik heveslerim, hiç yoktu ki yarınlarımızda
Nice hazanlar, nice baharlar sağmadık mı seninle?
Ne olursun önce bir soluklan; hemen gitme öyle

Vursun o asi rüzgarların gönlümün sahillerine
Gel gönül toprağım gell,
Gel başımın tacı gell…
Esen meltemlerim yine sen ol
Ufuklarda gemilere el sallayan, yine sen ol.
Ne olursun yüreğimi alıp, rotasız esme enginlere...

Emine PİŞİREN/Edremit
14.07.2009

MASKE


Maske satışları serbest bırakılmış. Olması gereken de zaten buydu. Bilim Heyetinin başlatmış olduğu sosyal sürecin bir gereği de "Korsan Ticaretin" önünü yasal yolla engellenmesi, milletin mağduriyetinin giderilmesiydi.

Tabi daha önceki duyunsadığımız yönetime olan kişisel,siyasal tepkimize bağlı öfkemiz; sabır duygumuzu özgür bırakmış ve tüm iyi niyet, olumlu düşünme, vb, gibi duygularımızın önüne geçmiştir.
Bu nedenle aslında eczanelerin bile " S.O.S" mandalını çeknesini görmezden gelmiştik.
Bilim Heyetinin ve Hükümetin şu kötü günlerdeki tüm çabalarını dahi görmüyoruz. Hemen "Önyargılı"  savunma mekanizmamıza sarılıp " Agresif" davranış moduna geçiyoruz.

Bir kaç ay öncesini size anımsatayım:
İlk başta maske fırsatçıları 1₺ olan maskeyi 45 ila 50₺ sattılar. Millette bir panik oluştu ki sormayın!
Size özellikle yaşamış olduğum bir geçmiş anımı aktaracağım...

Martın ilk haftasıydı;
Esnaf arkadaşımı bir kahve içimlik zamanda ziyaret ettiğimde, baktım masasında 2 düzüne maske duruyordu.

" Nedir bunlar ya? Niçin bu kadar çok aldın?" Diye sorduğumda, verdiği yanıtla tüylerim diken diken olmuştu!

" Korona Virüsünü duymadın mı canım? Maske internette dahi bulunmuyor. Allahtan ben wish sitesine üyeyim de tanesini 14 ₺ den getirttim. Baksana 50 ila 60 ₺ dan satıyorlar."

Dudaklarımdan," Yuhh!" Nidası çıkmıştı.

" Nasıl olur?! Daha bir ay öncesi atölyeme tanesi 1₺ dan almıştım."

Dedikten sonra cep telimden tüm siteleri dolaştı parmaklarımla gözlerim.
Evet 10 ila 14 ₺ bulduğumda sepete koyamıyordum. Çünkü kırmızı harflerle " Tükendi" yazmaktaydı.

Bende de bir panik oldu mu?
Pmomoni teşhisiyle daha yeni hastalıktan kurtulmuştum. Şimdi de Covit-19 ile mi, korka korka mücadele edecektim?

Söylene söylene hemen eczaneye koşturdum. Maskeler çoktan tükenmişti.

Eve giderken öfkeyle söyleniyordum:

Bu nasıl iş yahu?!

Bekliyorlarmış  da...

Yok efendim, medikalciler getirecekmiş de...

Ölme eşeğim ölme!

Artık eski almış olduğum maskelerle idare edecektim.
Veya dikecektim.
Çok değil, tam bir hafta sonra haberlerde izledim ki, kontrol alınmıştı. Maskeler ücretsiz dağıtılacağı gibi korsan satıcılara cezalar kesilecekmiş.
İçim öyle rahatlamıştı ki, sormayın...
Güven ve huzur ne hoş duygulardır, değil mi?

Gelelim bugüne...
Şimdi satışı serbest bırakıldı. Ağzı olan konuşuyor. Maskeden paradigmalar oluşturup parafox yaratılıyor.
Ee, ne varmış bunda?
Hem, artık karaborsa olmayacak derecede çok maskemiz dikilmedi mi, bu arada?
Dikildi...
Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler.
Eh, bizler de 1 ₺ na maske satın alamayacak mıyız?

Alırız evelallah!

Avrupa ve diğer ülkeler maske savaşları verirken, bizim yaptığımıza bakın yahu?!!

Hükümet kontrolü ancak böyle kısıtlayıp kontrol altına aldı. İyi de yaptı. Hem eczacılar da rahatlamıştır bu arada.

Avrupa da, Amerika da maske bulunmadığı gibi 10 adet maske 70 euro dan satılıyormuş şimdilerde...
Bu haberleri BBC haber kanalından İngilizce okuyabilirsiniz.

Sözün Özü:

Kimse maske üzerinden lütfen siyaset yapmasın.
Bize yakışan; kurusıkı atış değil de eleştiri oklarını akıldan atarak, akılsal muhalefet yapmak yakışır.

Somut verilerle çıkalım eleştiri arenalarına.
Bilgi kirlilikleri ile siyaset bize yakışmaz.

Sağlıklı ve mutlu bir gün diliyorum.

Emine Pişiren

SEVİYORUM SİZE NE!



Televizyonu açayım, haberlerde ne var ne yok, izleyeyim, istemiştim.
Gözlerimin ışığına dokunacak kanal kanal geziyorken bir programa takılı kaldım.
Ah o da ne!?
Ekranda yaşlı bir baba ile bir anne ağlıyor.
Niçin ağladıklarını, merak ettim ve biraz izleyeyim, dedim kendimce.
Hay keşke izlemeseydim..!
Kızları 8 aylık hamile evinden kaçmış ve kadının kocası efendi efendi bir köşede oturuyor.
Aslında bu tür programları hiç izlemediğim gibi saatlerce ekranlara gözlerini tutuklayan insanların ne kadar boşa vakit tükettiklerine şaşırırdım.
Peki, beni o gün ekrana gözlerimi yapıştıran duygu neydi?
Önce o duygumu yazmak istiyorum:

Öfkeydi!

Kime?

Kendisinden 49 yaş büyük bir adama kaçmış 8 aylık hamile kadınaydı öfkem.

Yaşlı annesini, kır saçlı babasını 80 milyonun önünde utançtan ağlatmasına değildi öfkem!

Kimeyeydi biliyor musunuz?

Evli kadının haberi sunan program yapımcısı soruyor:

"Sen ki, hala evli birisin: Virüslü şu tehlikeli günlerde karnın burnunda, kendinden 49 yaş büyük torun sahibi evli bir adamla korkmadan nasıl yaşıyorsun?"

Kadın pişkin pişkin bağırıyor:

" Herkes özgürdür. Canım kimle isterse onunla yaşarım. Bu konu kimseyi ilgilendirmez!"

Sunucu devam ediyor:

" Tabi ki, bu senin hayatın. O insanla nasıl tanıştığını merak ettik. Güvende misin peki?"

" Bu sizi ilgilendirmez. Güvenmesem onun yanında ne işim var?"
Diyor telefondaki utanmaz, ar damarı çatlamış kadın.
 Sonra sus pus sakince oturan, 25 yaşlarında görünen kadının kocası sözü alıyor.

" 1,5 yıl önce internetten tanışmışlar. Benim sonradan haberim oldu."

Sunucu kadın daha çok şaşırıyor.
" Siz 9 aydır evli değil misiniz? Karınız da 8 aylık hamile şimdi. Yani sizle evliyken onunla da mı görüşüyormuş?"
Genç koca," Belki de çocuk da benden değil..." diyor.
...
Eskiden ne iyiymiş kanunlarımız. Zina suç sayılırdı. Emniyet devreye girerdi. Zina davası açılırdı.
Günümüzde zinanın adı " Aşk" oluyor.
Bu ne ya?!
Öfke duygusu, saç diplerimi acıtırken programdaki avukat hanım devreye giriyor.
Hay ağzına sağlık onun.
Aynı şeyleri söylüyor. Ve ekliyor;

" Siz şu an eşinizi bırakıp evliyken başka evli bir adama kaçmışsınız. Karnınızdaki çocuk her kimdense doğduğu zaman kimle evliyseniz onun nüfusuna geçecek. Bu hiç de etik değil. Bu yaptığınızdan utanç duymuyor musunuz? Bari çocuk yapmadan önce ve boşandıktan sonra istediğiniz kişiyle özgürce birlikte olsaydınız. Bir başka hayatı karartmaya hakkınız yok..!"

Telefondaki kadın cidden çok rahat ve agresifti.

" Size ne...Canım ne zaman isterse o zaman giderim. Kiminle istersem onunla yaşarım..!"

Diyor...diyor da...ya terkedilen kocanın kanunlar karşısında hiç mi bir hakkı, hukuku olmayacak?

Bu nasıl iştir ya!

Programda biraz daha kaldığımda şu kanıya vardım:
Evden kaçan çocuklu kadınlar, hep sanal dünyadan tanışmışlar. Gözlerini aşk kör etmiş gerçekten.
Ne geride çocuklarını, ne başı utançla yere eğili eşlerini ve ne de ana-babalarını düşündükleri yok...
Hani desek ki, erkektir, çapkındır, elini yıkar, ayağını paspasına siler evine girer...
Ama o izlediğim, eşlerini aldatan, evlerini terk eden kadınların en az 2 ila 3 çocukları vardı...

Benim öfkemi tavan yaptıransa 3 çocuk ekrana çıkıyor ve;

" Anne ne olur eve dön. Seni çok özledik. Sensiz yemek yiyemiyoruz..." diye ağlıyorlardı.

Yeni bir yaşam kurmuş kadınsa; çocuklarının sesine duyarsız kalıyor, başını çeviriyordu. Vicdan yoktu. O kadının duruşu katı kalpli annelerin duruşuydu..!

Aşk bu değildi.
Aşk bu denli basit ve iğrenç temellere konuk olmaz!
Kadının sütüdyoyu terkederken son sözleri öfke kat sayımı yükseltmeye yetmişti:

"Seviyorum size ne!"

Televizyonu kapattım. Sonra aldı mı beni bir düşünce!

Büyüklerimizin bir türlü anlamını çözemediğim sözünü düşünmeye başladım.

"Dayakla sabır cennetten çıkmıştır."

Şimdi öfkemin nedenini anladınız mı?

Emine Pişiren/ Kocaeli

ANNEMİN EKMEK KIRINTILARI



Akşam yemeğinden arta kalan pilavı kuşların yemesi için çimlere doğru balkondan kaşık kaşık atarken düşünüyordum.

Şimdi anlıyor muyuz acaba yokluğun ne demek olduğunu?

Çocukluğum fakirlik içinde geçmişti. Babamı 4 yaşında yitirince, annem ve diğer 3 kardeşimle yaşam bizlere çok ağır gelmişti.
Çaresiz kalan annem, sonunda bizleri devletin yatılı okullarına dağıtmak zorunda kalmış.
Yaşamda tek başına kalan 24 yaşında ki kadın, bırakmamıştı kendini. Koca eline bakmamak, yavrularını üvey baba eline baktırmamak adına bir yol çizmişti kendisine.

Hem de onurlu bir yaşam yoluydu.
Kızılay Hemşireliğinden sertifika almak için kendini geliştirme sürecine girmişti.
Annem, hafta sonları bizi yanına aldığında evimizde bir eksiklik vardı. Fark edince  ilk şu soruyu sormuştuk:
" Mustafa nerede anne?"
" Cennette!"
Aldığımız yanıtla sarsılmıştık..!
Mustafa  bir daha gelmeyecekti! O bizim en küçük kardeşimizdi.
Dokuz aylık, ak tenli kardeşimizi artık mıncık, mıncık sevemeyecektik.
Bu bizim çekirdek ailemizde babamdan sonra ikinci eksik kalışımızdı...

" Cennet nasıl bir yer anne?"

Ve annem üç çocuğunun sorularını, çocukluğunda köy imamından aldığı derslerden edindiği bilgilerle yanıtlardı.
Cenneti öyle güzel anlatırdı ki, oraya nasıl gideceğimizi sorar, hayaller kurardık.

Hayallerimiz hep, "Yaratıcıyı memnun etmek adına ve iyi bir insan nasıl olunur?" Üzerine kuruluydu.
O yedi rengin olduğu, süt ve balların ırmak gibi aktığı cenneti düşleyerek büyüdük biz...

 Daha sonraki yıllarda öğrenmiştik küçük kardeşimizin açlıktan, yeterince tedavi olamamaktan gözlerini yaşama kapamış, olduğunu...

Annem tek gözlü kiralamış olduğu odasında; üç çocuğunu hafta sonları ağırlarken, yer sofrasında yemeklerimizi yerdik.

Buzdolabı yerine tel dolabımız, set üstü ocak yerine, gaz ocağımız, masa yerine yuvarlak yer soframız, karyola yerine yer yatağımız, televizyon yerine 2. el petekleri sararmış radyomuz vardı.

Annem yer sofrasına oturduğumuzda yemek duası yaptırmadan, kaşıklarımızı elimize almamızı istemezdi.

" Artsın, eksilmesin. Taşsın, dökülmesin. Ardı kesilmesin. Allah olmayanlara da versin. Aminn!"

Yemek bitmeden bir lokmayı bırakmamızı isterdi. O son lon lokmayı tabağımızda yemek artığını iyice temizlememiz içindi.

Biz sofradan bir an önce kalkmak oyun bahçemize koşmak isterdik.
Annem kırıntıları işaret parmağı ile toplar yerdi.

O yıllar, çocukluk işte. Annemin aşırı tutumlu olduğunu düşünürdük.
Sonraki yıllarda anladım ki, annem 2. Dünya Harbinin çocuklarındanmış.
Hani, yokluk, zorlu yıllarının çocuğu...
Bu yüzdenmiş, kaçık çorapları, yırtılan elbiselerimizi yamaması...
Bu yüzdenmiş, erişte, tarhana, konserve hazırlaması...
Bu yüzdenmiş, kuru ekmekleri atmayıp, köfte içine saklaması...
Bu yüzdenmiş, semt pazarına alaca karanlıklarda çıkması...

Ya şimdi bizler nasılız?

Evlerimiz saray da olsa mutlu muyuz?
Her gün elbise değiştiriyor muyuz?
Makyaj, kuaför, kişisel bakım yaptırabiliyor muyuz?
Bayatlamış ekmekleri çöpe atıyor muyuz?

Kırıntıları parmaklarıyla toplayan annem, sofra örtüsünü de itina ile toplar, kuşlara silkelerdi.
Onların nasibi, der ve şu sözleri söylerdi bize:

"Ekmeğin değeri toklukta değil açlıkta anlaşılır."

Şimdi, sol yanımın en seçkin yerinde hatıralarla, dualarla duran annem, yokluğu bilen tam bir Anadolu Kadınıydı.

Emine Pişiren/ Kocaeli

6 Haziran 2020 Cumartesi

SANA TEŞEKKÜR EDERİM ANNE...



"Yaşam ve ayna gerçekleri saklamayan iyi bir öğretmendir." E.Pişiren

-Alo, anne…

-Efendim çocuğum. Nasılsın, iyi misin?

-İyiyim annem. Bugün bir şey oldu, seninle onu paylaşmak istedim.

Anne gerilir. Yüzlerce km mesafede gazete ilanıyla iş bulup giden 23 yaşındaki kızının sesinde heyecan vardır. Korkunun nabzı ağzında atmaya başlamıştı. İki ay önce de biricik kızıyla bu şekilde konuştuğunda, buzda kayıp ayağını kırmış olduğunun haberini almıştı. Daha sonra da soluğu Eskişehir’de almıştı. Evlat değil miydi işte...Bir ömür boyu yaslanır başları göğsünüze; onların sevince de, telaşları da yansır annelere...Sessizce içinden dualar etmeye başladı.

-Kızım bir şey mi oldu, şimdi de nereni kırdın? Yüreğimi ağzıma getirme her seferinde.
O ne? Sevgili kızı kahkahalarla gülmeye başlamıştı.

-Ah, anneciğim, canım annem, merak etme bir yerim kırık değil çok şükür. Artık alıştım. Düşmeden buzda yürümeyi öğrendim. Asıl sana anlatacağım başka bir şey var…

-Maaşına zam mı verdiler?

-Ha ha ha, annem benim. Neler de gelir aklına! Zam falan değil, bu daha başka bir şey.

-Çabuk söyle, meraktan çatlayacağım şimdi…

-Tamam annem. Hani sen bana o mendil satan küçük kız çocuğunu anlatmıştın ya… Anımsadın mı?

-Ee, anımsadım…

-İşte burada, Eskişehir’de benim de başıma bir benzeri geldi de…

-Anlamadım! Nasıl geldi?

-Her akşam iş çıkışı Porsuk Nehrinin üzerindeki köprüden evime giderim ya. İşte dün akşam iş yerinden geç ayrıldım. Saat dokuz falan gibiydi. Hava da buz gibiydi. Senin anlayacağın tükürük havada buz tutuyordu. Tam köprüden adımımı attım ki, bir çocuk sesi duydum. Ben hızlı hızlı eve varıp, üşüyen el ve ayaklarımı kaloriferde ısıtmayı düşünürken, o çocuk sesi ne diyordu biliyor musun annem?

-Ne?

-Abla açım!

-Hımm… Sonra?

-Sonra, tabi geri döndüm…Ayaklarım ilerlemedi ki… Onun yanına gittim ve sordum.”Gerçekten aç mısın çocuk sen?” diye, sorduğumda utangaç boynunu büküp başını salladı anneciğim…

- Peki, sen ne yaptın kızım?

-Tabi, o anda bana anlattığın hikayedeki o çocuğu düşündüm: bende o çocuğun elinden tutup; “Madem açsın gel sana bende döner ekmek ısmarlayayım” dedim.
Anne duygulanmıştı. Kızının anlattıklarından öylesine etkilenmişti ki, içine akıttığı gözyaşları boğazından aşağıya akmaya başladı.

 Fısıldadı:

-Aferin kızım, seninle gurur duyuyorum.

-Annem beni dinle dahası var.

-Ee, anlat bakalım bebiş, dahası neymiş?

-Çocuk dokuz yaşlarında falandı…Kuzu kuzu benimle dönerci dükkanına kadar geldi. İçerisi sıcacıktı. Bende açtım, ama cebimdeki para ancak çocuğun karnını doyuracak kadardı. Dönerciye parayı uzatıp, yarım ekmek ve bir ayran parası bıraktım. Çocuğu görmeliydin annem, gözleri iştahla açılmış, üstelik üşümesi de geçmişti. Biliyor musun anneciğim, o çocuğun içeri girmeden önce eli elimde bile titriyordu.

-Ne güzel bir hayır etmişsin kızım. Allah senden razı olsun. Peki, sen neden açtın? İş yerinde akşam yemeği vermediler mi?

-Verdiler tabi…Akşam yemeğimiz saat 18:00 de yedik. Üç saat sonra yeniden acıktım. İş çıkışı bir şeyler atıştırırım, diye düşünmüştüm. Bir de et kokusu iştahımı arttırır…Biliyorsun hiç dayanamam…

-Bilmem mi? Yolda dana görsen, kesip yemek istersin…

Anne kız gülüştüler.

-Beni asıl mutlu eden şey de şuydu annem…

-Ne?

-Hani sen ben ilkokul sonda iken bir öykü anlatmıştın.

-Neydi?

-Hani, bir sahilde deniz-yıldızlarını tek tek denize fırlatan çocuğa, adamın biri “ne fark edecek ki, nasıl olsa yarın yine deniz çekilecek” demişti de... Çocuk da elindeki denizyıldızını var gücüyle ileriye doğru, attıktan sonra; “Bak bunun için çok şey değişti” demişti…

-Evet, çocuğum, zaman içinde göremediğimiz çok şeyler var, görmesini bilen fark eder ancak…

- İşte o gece onu düşündüm annem, ben sıcacık yatağımdayken,”Bu akşam karnı aç bir çocuğu doyurdum” diye huzurlu uyudum. Açlığımı bile hissetmedim. Bir akşam aç kalmakla ölmem ki, değil mi anneciğim?

-Evet yavrum, çok haklısın. Asıl açlık ruhunun gıdası “Huzuru “ almanı sağlamış. Çünkü onu satın alamadığın anı yakalamışsın… İşte yaşamdaki tek gerçek de ruhun doyumudur, canım yavrum. Teşekkür ederim insanca davrandığın için…

- Asıl ben sana teşekkür ederim annem, bana insanca yaşamayı öğrettiğin için…

Emine Pişiren/Akçay

Kayıt Tarihi:25 Şubat 2010 Perşembe 13:35

5 Haziran 2020 Cuma

KIRMIZI RUGAN BOTLARIM


“Ayakkabım yok diye üzülüyordum, ta ki ayakları olmayan bir çocuk görene kadar…”-Antele France-


Çocuk ağlıyordu...
Hem de nasıl bir ağlamak. .!Gözyaşları yanaklarından aşağıya doğru sicim gibi akıyordu.

Soğuk dişlerinin arasından hızla girip küçük bedenini titretiyordu. Çok üşüyordu. Dişleri birbirine bateristin timpaniye seri halde vuruşları gibi vurmaktaydı. Ayakları adeta yere çakılmıştı.
Nasıl olduysa olmuş buzun kırılma noktasına basmış ve dizlerine kadar buzun altındaki suya gömülmüştü.

O gün üstelik bayramdı. Arife gününde arkadaşlarının uzaktan akrabaları kaldıkları yurda gelmişti. Kimi kazak, kimi pantolon, kimileri de birbirinden güzel ayakkabılar hediye edilmişti. Ve küçük mankenler gibiydiler.

 Annesi gelmemişti. Evet, her hafta sonu eli kolu dolu dolu gelen annesi iki haftadır gelmiyordu. Kimse de ona bilgi vermemişti.

Çok sonraları öğrenecekti; annesinin de böbrek ameliyatı olmak üzere hastanede olduğunu. Ve tek bir böbrekle yaşamını devam edeceğini...

Her hafta sonu yurt annesinin onu hamamda yıkarken sırtına vurup acımadan yüzüne haykırır gibi,

 “Boşuna bekleme artık ananı…o seni terk etti, gelmeyecek …” diye söylediği acı sözleri aklına getirdikçe yüreğine ateşler düşmekteydi.

Çocuk içli içli ağladı…
Ağladıkça küçük sırtına koca yumruklar inmekteydi.

 “Sus kıran giresicesi çocuk, suss!”

Sırtından kaburga kemikleri kırılacakmış gibi ses çıkıyordu. Sustu çocuk…Başka çaresi yoktu ki susmaktan başka…

Kabakulak olduğu zaman da revir hemşiresi şiddetli tokat atmıştı;

“Sus Allah’ın cezası suss, bir daha ağlarsan yersin yine tokadı!...”

O zaman da susmuştu çocuk. Üstelik yutkunamıyor ve her iki boğazı kulağına kadar balon gibi şişmişti…Ağrısı dayanılacak gibi değildi…Revir hemşiresi ok saplar gibi iğne yaptığında,

 “Annecimmm…annecimmm” diye ağladığında da koca bir Osmanlı Tokadı kalçasında patlamıştı…
Çocuk şimdi de ağlıyordu…

Çocuk yüreği çaresizdi…
Ama bu kez gözyaşları sessizce içine akıyordu. Artık gözyaşlarını göstermemeyi öğrenmişti.
Çünkü o çoktan susmayı da öğrenmişti...

Arkadaşları bayramlıklarını üzerlerinde denerken, o uzaktan izlemekle yetinmişti. Hatta onların neşeli ve mutlu çığlıkları duymamak için kulaklarını kapatmıştı. O gece hiç bitmesin, sabah olmasın istemişti. Çünkü bayramda giyeceği ne bir elbisesi, ne de bir yeni ayakkabısı vardı. Sabaha kadar ağladı. Pamuktan yastığı tuzlu gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

Oysa hemen üstündeki ranzada yatmakta olan, anne ve babası yangında ölmüş, en yakın arkadaşı Fatma’ya bile yurt öğretmeni Muhterem , kırmızı rugan ayakkabı hediye etmişti. Nasıl da imrenmişti…

Hayırsever zenginler, arife günü yurda gelip hediyeler dağıtırlardı. Yetim ve öksüz çocukların en mutlu günleri arife ve bayram günleri olurdu.
Çocuk bütün gün şöyle düşündü:

 'Muhterem Öğretmeni, neden ona vermemişti? Bayram sabahı neden gri lastik ayakkabıları giymek zorunda kalmıştı?'

Her sabah okula gitmek için hazırlanırken, aynadaki görüntüsüne bakmak bile istemiyordu.

 Ayrıca gri lastik ayakkabısını ve gri ilkokul önlüğünü her sabah giyerken içi bulanıyordu.

 Okuldaki yurtlu olmayan sınıf arkadaşlarının alaycı bakışları ve kaçgöç bakışlarla kulaktan kulağa konuşmaları çok canını üzüyordu;

"Bak o çocuk da yurtlu, hani şu gri renkli önlük giymiş olan..."

Bu sözler içinde parçalanan cam kırıkları gibi yüreğini acıtıyordu ve öyle zoruna gidiyordu ki yurtlu olmaktan…

Ya şimdi, evet şu an yağan tipi altında zangır zangır titriyordu. Az önce tek sıra halinde tören alanına birlikte yürüdüğü arkadaşları çoktan gözden kaybolmuşlardı bile.

 En arka sırada olduğundan kimse onun yokluğunu da fark etmemişti. Ayakları kırılan buzun içine girdiğinde bile sesi çıkmamıştı. Kendisini fırsat buldukça döven yurt öğretmeni, sesini duyacak diye gıkı bile çıkmamıştı. Oysa öyle çok canı yanmıştı ki...
Sesli ağlamaya başladı.

"Anneciğimim...Anneciğim mm... Üüüü...hüüü!"

O anda sesine sanki bir melek yanıt vermişti:

“Ah kıyamam, ne oldu sanaaa öyle!?”

Hayır... Hayır, rüya görmekteydi!..
Ayakları yerden kesilmiş ve sıcacık kucaklarda taşınıyordu şimdi de...

"Ah, yavrum mm, şuna bakkk!.. Buza saplanmış yavrum... Nasıl da titriyor. Kuş gibi canım benim mm"

"Evet, ayakları buzlu sudan donmuş. Yazık, bir de lastik ayakkabı giydirmişler. Hem de bu kış gününde... Olacak şey mi bu!"

Artık güvenli kucaklardaydı. Bir erkek ve kadın... Yoo, bir anne ve bir babaydı onlar...

Ve artık benim de bir babam var, annem benim için üzülüyor, dedi içinden çocuk.

Okul basamaklarından yine aynı kucaklarda çıktı. Hani adımlarını zor atıp da gıcırdayan tahta basamaklardan, bu kez onu seven, başını sık sık;

 "Geçti yavrum, hadi ağlama artık bak okuluna getirdik seni.." diye şefkat gösteren anne sıcaklığı tüm hücrelerine dolmaktaydı.

O gece mutlu bir şekilde yatağına uzandığında, pamuk yastığındaki gözyaşları çoktan kurumuştu.

Çünkü çocuk, yastığının altında defalarca okşayıp, bir türlü bırakamadığı “bir çift kırmızı rugan botunun” sıcaklığını hissediyordu...
Çocuk bu kez mutluluktan ağlıyordu.

Emine PİŞİREN/Edremit-31.08.2011