Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

29 Ocak 2020 Çarşamba

DOĞAL OLMALI İNSAN


Bizler çocukken  emperyallerin ince ince sözcük sözcük dizip yazdıkları dünya masallarıyla uyutulmadık.
Daha küçük yaşta duygusal dünyamızı şekillendirdiler.
Doğallıktan uzaklaştırılıp fabrika ayarlarımızı bozdular.

 Yerine, uzun sarı saçlı Rapunzelle, Uzun siyah kirpikli, iri badem gözlü, pembe yanaklı pamuk prensesle,
Ve onu beyaz atına atlayıp kurtaracak, zengin yakışıklı prenslerin gelmesini bekleyen kızlar olduk.

Yaşlı, buruşuk yüzlü, kamburlaşmış kadınları ise "cadı" olarak anlatan emperyalizm, kadınların yaşlanmasını, bize bir türlü kabul ettirmemiştir.

Hatta kızlarımız, sırf  bu nedenle "beyaz atlı prens beklenti sendromu" yüzünden kendilerini gerçekten seven taliplerini reddetmiştir.
Tabi sonrasında pişmanlık duymuş birçok öyküler de dinledik.
Bilinçaltımıza o dinlediğimiz öykü, masallarla şöyle mesaj ekilmiştir:

" Güzel kadın iyidir. Kötü kadın çirkin ve yaşlıdır."

Bu algıyla kadınlarımız birer "Tanrı Vergisi" olan doğal güzelliklerini bozmak için o gür kaşlarını yolmuşlardır.

 Tıpkı birer oyuncak barbi bebeklere benzemek adına, yüzlerini akrilik pigmentlerle boyayıp kapamaya çalıştılar...

Yaşlanmış, yüzü kırış kırış olmuş, ak saçlı pamuk ninelerimiz ise, "cadı kadın, kötü kaynana," vb, gibi sıfatlandırılmıştır.

Oysa yaşlı, ak saçlı erkekler için hiç böylesi bir algı operasyonu masallarda yapılmamıştır.

Belki de sırf bu yüzden 20'li yaşlardaki genç kızlarımız; A. Ağaoğlu gibi çok yaşlı zengin, yatı, villası, yalısı, fabrikası, vs olan adamları, " tonton dede" olarak değil de "yakışıklı prens" olarak algılıyorlar.

Peki neden kadınlar üzerine çok yükleniyor bu süper güç operasyonları?

Şimdi sözü çok uzatmadan asıl sorumuzu yanıtlamak istiyorum:

İlk makyajı icat eden kadın bir İsrail'liydi. 90 yaşına kadar yaşamış bu kadın, gözüne bir sürme dahi çekmemişti. Ölmeden önce bunun nedenini öğrenmek isteyen basın mensuplarına:
" Çünkü sağlığa çok zararlıdır," yanıtını vermişti.
Tabi basın susmaz.

"Niçin o halde kadınların sağlığını bozacak zararlı bir maddeyi icat ettiniz?"
Diye bir soruya verdiği yanıt ruhu üşütecek türdendi.

" İsrail'in kazanması içindi."

Gelelim yurdumuza...

Kozmetik firmasının %51'lik hissesini 2012 yılında Fransızlar almış.
3 yıllık hedefleri de Türkiye'deki kozmetik mağaza sayılarını 1000'e çıkartacaklarmış.
Düşündüm de hepsi aynı, birbirine benzeyen model kadınların etrafımızda dolaştığını...
Hokka burunlar...
Kalkık kalın kaşlar...
Organik renkli göz lensliler...
Japon yapıştırıcılarla göz_kapaklarına yapışmış sık kirpikler ok gibi...
Bir de kalıcı makyaj yapıldı mı, sabahları Birgitte Bardot gibi olacaklar...
Silikonlu dolgun, öptün mü patlayan dudaklar...
Estetik harikası küçülmüş göğüslere dokundun mu patlayacak...
Ve  başı pkşanmak iistenir ken der ki kadın:
" Ay, dokunma postişim düşebilir..!"

Hiç dikkat ettiniz mi?

Barbi kadınlarımız gün geçtikçe sayıları artıp fazlalaşıyor...
Aklıma bir duvar yazısı geldi, yazmadan duramam ben şimdi de...

" TANRI, BURNU ÇİZDİ, KADIN GİTTİ ESTETİKLE KALDIRTTI, KÜÇÜLTTÜ.
TANRI, SAÇA BİÇİMLE RENJ VERDİ: KADIN KUAFÖRE KOŞTU. HEM RENGİNİ HEM BİÇİMİNİ DEĞİŞTİRDİ.
TANRI KADINA DOLGUN BİR GÖĞÜS VERDİ: KADIN DOKTORA KOŞUP AMELİYAT OLDU, KÜÇÜLTTÜ, SİLİKON TAKTIRDI.
TANRI KADINA DİŞ VERDİ, TIRNAK VERDİ, GÖZ VE KİRPİK GİTTİ DİŞLERİ SÖKTÜRÜP PORSELEN YAPTIRDI, TIRNAKLARLA KİRPİKLERİ ESTETİSYENLE  DEĞİŞTİRDİ.
TANRI KADINA BİR BEDEN VERDİ, YEDİ İÇTİ O BEDENİ DE DEĞİŞTİRDİ.
ŞİMDİ SPOR SALONUNDA 2 BEDEN İNCELMEK UĞRUNA BİNLERCE PARA SAYIYOR...
EĞER BİR TANRI BİLE KADINI MUTLU EDEMEDİYSE, BİR ERKEK NASIL MUTLU EDEBİLİR?"

Umudu yitirmeyelim :)

Yine erkeklere burada büyük iş düşüyor bence.
Deseler ki,
" Ben makyajlı, estetik harikalı kadın sevmiyorum."

İşte o zaman düzelecek fabrika ayarlarımız...
Adım başı estetik uzmanları ve kozmetik firmaları yerine, daha üretken, bireye, topluma yararlı olabilecek, işlerle uğraşılsa, harcansa milyarlarca para...

Daha iyi olmaz mı?

Düğün, kına, vs, gibi organizasyon şirketleri adım başı açılıyor.
Niçin?
Hep "güzelleşme adına" bunlar...
Yok sevgililer günü, yok doğum günleri, vs ...vs....vs...
 Evet, siz erkeklere iş düşüyor.
Onlara;
" Ben senin bu doğal halini daha çok seviyorum,"
Diyorsunuz böylece kadınlarımızı, emperyallerin elinden kurtarıp, onların işlevsel oyuncağı olmaktan kurtarmış oluyorsunuz.

Böylece sizin de bütçenizden çılgınca paralar boş yere çıkmamış olur.

Böylece kadınları, Takma Kirpikli, Silikon Dudaklı ve Göğüslü Barbi Kız, olmaktan kurtarmış olursunuz.

Ne dersiniz?

Emine Pişiren/ Kocaeli

ÖP DE GEÇSİN...



Genç ve yakışıklıydı. Üstelik, herkes tarafından beğenilen popüler bir sanatçıydı.
Annesiyle yakın çevresi ne kadar ısrar ettiyse, birtürlü evlenmek istemiyordu.
Genelde kısa süreli birliktelikler yaşıyordu. Nedeniyse, karşı cinsin gereksiz, yersiz kıskançlık ve triplerleriydi.

"Bu daha ne kadar sürecek?" Diyordu genç adamın annesi.
Ve " Ölmeden mürüvvetini görmek tek dileğimdir oğlum." Diyordu kalp hastası olan biricik anası.
 Yoğun manevi baskılar, tak etmişti canına.Karar verdi. Eşe dosta evlenmek istediğini söyledi.
Gelin adayları tek tek karşısına çıkıyordu. Çoğu manken gibiydi.
Lakin hiç_birine kanı kaynamıyordu ki...
Genç adam çareyi diyalektikte aradı. Evleneceği bayan adaylarıyla buluşup aynı soruyu soruyordu:
"Biliyor musun? Ben sevdiğim kadın için uçurumdan atlarım. Gık bile demem, sevdamın uğruna ölürüm.!."
Ve devam etti konuşmasına;
" Desem ki bende sana:'Şu dikenli gül bahçesine benim için atlar mısın?"
Aldığı yanıtlar onu memnun etmiyordu.
...
Yine çok beğenmiş olduğu hoş bir kadınla yemeğe çıkmıştı.
Kadın ipek tuvaletinin ardında oldukça şık ve seksi görünüyordu.  Onun içinde karşısındaki genç adam hayallerinin ötesinde biriydi. Gece muhteşemdi. Gecenin sonunda güzel, albenisi olan kadına da aynı soruyu sormaya hazırlandı.

Genç kadın, önce hayranlıkla baktı karşısındaki genç adama. Sözcükleri biranda evirip çevirdi kafasında. Sonra da buğulu bakışlarına beğeni yerleştirdi. Rimelli kirpiklerini kırpıştırdı.
" Ne güzel. Sevilen çok şanslı desenize." Diye fısıldadı.

Adam kadına bir gülüş uzatıp cümlesini aynı soruyla tamamladı:

"Peki benim için sen...şimdi, şu elbisenle dikenlerle dolu bir gül bahçesine atlar mısın?"
Kadın hiç düşünmeden yanıtlamıştı:

Kadın, hiç beklemediği soru karşısında, ani bir ürpertiyle sarsıldı:
" Ay, orama burama dikenler batar ayol!.."

Sonra yaptığı gafı farkedip, yanıtını çark etti:

" Bak şimdi sen bana, başka yer söyle de oradan atlayayım." Dedikten sonra işveli işveli kıkırdadı.

Gecenin büyüsü bozulmuştu.
Genç adamın beklediği yanıt bu değildi. Kadını  yemek sonrasında evine bıraktı. Bir daha da onu hiç aramadı.
...
Bir ay sonra sahip olduğu holdinge genç bir kadın geldi. İnsan kaynakları uzmanı olarak başvuruda bulunmuştu. İşe alındı. Herşey çok dengeli ve iyi başlamıştı.
Genç kadın, güzel ve alımlıydı. Aynı zamanda işini ciddi yapan çalışkan biriydi.

Yağmurlu bir gündü. Herkes iş çıkışı eve koştururken, adı Birsen olan genç kadın dosyaları fişlemekle yoğundu.
Kendisini tam 15 dk izlemekte olan patronunun farkında bile değildi.
Kadının tek amacı kendisini yoran karışık dosyaları bir an önce istediği düzene sokmaktı.
Genç adam:
" Siz eve gitmeyi düşünmüyor musunuz Birsen Hanım?"
Genç kadın sessizliği bozan ani sorudan ürkmüştü!
" Ah korkuttunuz beni!"
Adam hoş bir gülüş attı:
" Özür...Amacım sizi korkutmak değildi. Öyle dalmışsınız ki, işinize...yaklaştığımı bile duymadınız."
Genç kadın hafiften bir tebessümle:
" Haklısınız. Dalgınlığımı hoşgörün. Dosyalar çok karışıktı. Yarına iş kalmasın, istedim."
Genç adam, o akşam onu evine bıraktı.
Ertesi günde...
Ve daha sonraki günler de...
Kişiliğini, fiziğini beğendiği kadına da aynı soruyu sormuştu adam. Aldığı yanıt onu öyle mutlu etmişti ki, hiç düşünmeden ona evlenme teklifinde bulunmuştu.
Hiç düşünmeden kabul etmişti genç kadın. Çünkü ilk günden beri sevmişti erkeği.
Genç adamın annesi müjdeyi alır almaz merakla oğluna sormuştu:

" Diğerlerinde olmayan, bu genç hanımda olan şey neydi oğlum?"

Genç adam annesini sevinçli bir telaşla kucaklayıp yanaklarından öptü.

" Onu gül bahçesine itelemiştim annem!"
Yaşlı kadının gözleri iri iri açılmıştı!
" Nee!  Gül bahçesi mi?"

" Evet, hem de dikenlerle dolu..."

Yaşlı kadın anlam verememişti.

" Peki bunu neden yaptın oğlum? Sen ne zamandır bir kadına böyle kabalaştın?"

Adam kahkahalarla annesini salondaki bir koltuğa oturtturdu.
 Yaşlı kadını mutlulukla yanıtladı:
"Bu gerekliydi annem. Güvendiğim ve beni gerçekten seven biriyle yaşamımı birleştirmek istediğim için evlenemiyordum."

Anne sözcüğünü ağzının içinde geveledi;
" Ama oğlum bahçeye itilir mi, kızcağız? Canı yanmadı mı?.. Sonra ne oldu? "

Annesinin ellerini avuçlayıp;
"Çok sabırsızsın annem. Dur anlatayım..."

"Hadi amaa, insanı merakta bırakmakta bire birsin sende..."

"Bahçeye düşer düşmez dedi ki..."
Kadın kalbini tuttu:
" Ne dedi oğlum?"
" Canım çok acıyor. Öpersen geçer belki..."
Dedi anneciğim.

Emine Pişiren/ Kocaeli

ONLAR ÖLMESİN



"Kaoloların nesli tükendi, kangurular yandı," diyor haberlerde spiker.

Küresel ısınmayı hızla tetikleyecek koca bir kıta "tam beş aydır" yanıyor...

Dünya ülkelerinin gözü Akdeniz ve Ortadoğu'da...
Süleyman'ın ölümüyle savaş çığırtkanlığı yapıyorlar!
Fark_etmiyorlar hala...

Dünya  can çekişip ölüyor..!

Doğa şaka kaldırmaz ki...
Onun affı da yok, geri dönüşü de hiç yok yandıktan sonra.

Üzülüyorum, kahroluyorum gördükçe yangın kerelerini...
50 milyon canlının cayır cayır yanışları ve türlerin yok_oluşları...

Dünyanın ekolojik dengesi bozulunca sonuçlar;

Felâket değil de ne?!
Neden dünya ülkeleri seferber olmuyor, neden?

Neredesin Amerika?

Savaş gemilerini Akdeniz, Kızıldenizlere kadar yolluyorsun da niçin Avusturalya kıtasını göremiyorsun?
Tam 5 aydır bir kıta can çekişiyorken hele...

Neredesin, Eyy İngiltere?

Sana sadakatini hala sürdüren kıtayı neden ihmal ettin  tam 5 aydır?

Aklım şaşıyor, anlam veremiyorum koca kıtanın hala yanışına!
Buzullar geliyor aklıma...
Sonra...
Ve sonra,
Kutup ayıların son çırpınışları...
Buğulanıyor yüreğim...
Ve
İnsanlığımdan utanıyorum!

Emine Pişiren/ 06.01.2020

TANRIM AL ARTIK CANIMI!



" Hadi yavrum. Üzme beni. Baban bekliyor bizi. Bugün onu görmeye gideceğiz."

Anne yorgun. Ruhen çökmüş, bitmiş. Sık sık ölmek istediğini dudaklarından uçuruyor.
Havada öfke asılı.
Kin asılı.
Hem anne hem baba rolünü oynuyor çünkü...
Bebesi daha karnındayken babayı iftiradan 3,5 sene tutuklu yargılıyor devlet.

Genç kadın mikserde karıştırdığı muzlu yoğurdu özenle yavrusuna yedirmeye çalışıyor. 

" Belki bu mama senin ishalini de geçirir." Diyor.

" Ne yapacağımı da bilmiyorum abla. 3 gündür alttan üsten...

"...Üç halım berbat...Şimdi de yemek yemiyor. Çıldırmak üzereyim abla..."

Üzülmekten öte birşey yapamıyorum.

" Töbe de canım. Sabret. Bu çocuğun sana ihtiyacı var. Sabret canım. Sabır cennetten çıkmış."

Diyorum. Diyorum da kar etmiyor. Sözcüklerim havada uçuşuyor.

3 yaşını doldurmaya 2 ay var daha. Annesinin, " hadi bebeğim bak son artık...hadi bunu da ye, bak sana ne vereceğim!" Diyor

O son kaşığın, genç anneyi, az sonra çileden çıkartacağını bilse belki vermeyecek.
Çocuk sonrasını merak ediyor. Yüzü ekşiyor. Mızıklayarak dudaklarını aralıyor
 Yutamıyor. İrice açıyor gözlerini. Gözbebekleri büyüyor. Ardından öğürüyor.
Kusuyor.
Hem de ne kusma!
Gürül gürül...

Günlerce uykusuz kalmış anne döşünü yumrukluyor.
Ve yine aynı cümleyle ileniyor.

"Tanrım ölmek istiyorum!"

Bende;

"Tövbe de, tövbe de canım," diyorum çaresiz.
...
Emine Pişiren/Kocaeli

ENSEST BİR BABA



"Öz babası tarafından tam 20 yıl tecavüz edildi!"
Ne yazık ki,  böylesi  iğrenç, ahlakdışı para normal durumlar Türkiye'nin en mahremidir.
Hem de görülmezden, görünmezden oluşan bir yaradır.

Benzer konular adaletin terazisinde yıllardır sürmektedir.
Daha sonra ya Sümen altı yapılır, ya da unutulur, vazgeçilir.
Nihayetinde mağdur ya evlendirilir, ya da ötenazi ile yaşama veda eder.

Konuya acil olarak sosyologların, psikologların, pedagogların, hukukçuların ve hatta ilahiyatçıların da dahil edilip, çözüm getirilmelidir.

Ne akla, ne mantığa ve ne de vicdana sığar böylesi bir sapkınlık.
Kötü bir durum.
İnanın midem bulandı.
Toplum olarak hiçbir şey yapamayız.
Ölüm orucunu sürdürmekte olan "bir deri, bir kemik kalmış" sanatçımız var.
Kim onu destekliyor ki...
Özgecan yanmıştı.
Tepki verildi.
Ne değişti?
Bu kızımız tam 20 yıl katlanmış.
Hiçbir sivil toplum örgütüne veya resmi kuruma sığınmamış...
Niçin?
Bilişim dünyasında tepki vermek birkaç dakikada yayılırdı.
Keşke daha önce bu tepkiyi verseydi.
Zira zaman aşımına uğramış.
29 yaşında genç bir kadın olmuş şimdi...
İnsanlar meraklıdır. Yoruma açık olan, " bu kötü durum" bireylerde farklı, bireysel simetrik kuşkular oluşturur.
İnşallah adalet yerini bulur.
İnşallah!
Çok kötü bir durum.
Tam 20 yıl tecavüz sürmüş.
Bu kızımızın çok çok önce emniyete, kadın dayanışma, mor sığınma evleri, vs, gibi sivil toplum, resmi kurumlara başvurması gerekirdi.
Kızımız 29 yaşında.
20 yıl içinde eminim ki, kürtaj da olmuştur.
Annenin "hissediyordum," demesi bence yalan...
ANNE ÇOK İYİ BİLİYORDU.
Erkek kardeşler de biliyordur.
Suçlu bir aile var ortada.
Yasaların önünde yargılanmalı o sapık aile.
Bu durumda toplumun yapacağı hiç birşey yok.
Yasalar ne derse o olur.
Çünkü tam 20 yıl sonra bir tepki, GEÇ GELEN TEPKİDİR.
Mağdur kızımız bilişim sektörünü S.O.S olarak çok önceden kullanmalıydı.
Üzücü olduğu kadar, aynı zamanda iğrenç ensest bir durumdur.
Anadolu’da nedense üstü örtülürdü böylesi insanlık dışı, utanç verici çarpık ilişkilerin.
Medyada yazılı haberi okurken aklıma şarkıcı Nazan Öncel gelmişti.
O da 5 yaşında öz babası tarafından tecavüze uğramış.
Ama öyle bir intikam almış ki hala sürüyordu intikamı.
DEMİR LEBLEBİ adlı şarkısının sözlerine dikkatinizi çekerim.

Söylenmese de olurdu
Ama şimdi söylemek
Söylemek istiyorum
Belki kalbin kırılır
Gözyaşına boğulursun
Gözyaşını sakla
Ben ölürsem ağla

Bunu senle hiç
Hiç konuşmadık biz
Tek tanığım sen
Tek çarem sendin
Beni anlamak istemez miydin

Bu acıyı ben tam yüz sene taşıdım
İçimdeki bu acıyla hamal gibi yaşadım
Şimdi bana sarıl
Sadece sarıl
Ve lütfen artık beni dinle

Lanet olası bir gündü
Kapı açıldı ve o geldi
Yüzünde pis bir ifade vardı
Koynunda yılan beslediğin o yatakta
Kardeşime süt veriyordum o anda

Doğru odaya daldı
Ve buyurgan bir sesle
Beni yanına çağırdı
Kolumdan çekip
Kucağına aldı
Otur dedi kısaca
Evet bu öyle sıradan bir gün değildi

Gözyaşlarını sakla
Ben ölürsem ağla
Gözyaşlarını sakla
Ben ölürsem ağla

Sonra bu yana bakma başını çevir derken
Elleri bacaklarımda
Geziniyordu anne
Babacığım yapma dedim

Bir hayvan gibi soluyordu
İki bacağının arasında
Beni mengeneye almıştı
Sonra nasıl olduysa
Kurtulmayı başardım
Bir odaya kaçtım
Ve o anda sadece haykırıyordum

Defol defol git burdan
O kapıyı yumrukluyor
Ben ağlıyorum kardeşim ağlıyordu
Her şey bir kabustu
Her şey bir kabus

Kalbim kırık öleceğim
Bilmem ne halt edeceğim
Kalbim kırık öleceğim
Bilmem ne halt edeceğim

Benim kalbim yaralı


Dediğim gibi, bu tür tecavüz davaları yıllarca sürer.
Anımsayalım mı, hani bir benzer vaka daha vardı!
Annesinin de izin vererek tam 26 erkeğin tecavüz ettiği, 10 yaşındaki küçük kız N.K ' nın davası tam 10 yıl sürmüştü.
20 yaşında adalet 26 sanığı serbest bırakmıştı.

Yıl 2021…

Yeni bir ensest ilişkisi ile medya tam iki haftadır çalkalanıyor.

Göçer konar Türkmen obasından üç yaşındaki küçük kız çocuğu ölü bulunuyor. Bedeninin alt tarafı çıplak bulunan küçük kız çocuğunun kan kaybından öldüğünü yazıyor adli tıp. Kız çocuğundan alınan dna örneklerinden anlaşılıyor ki, çocuğun asıl babası dedesi çıkıyor. Olay ciddi araştırma boyutuna girince dede çocuğun ağabeyi, yani babası olduğu dna örneklerinden anlaşılıyor. Tabi iğrenç ve şaşırtıcı sonuç tüm yurdu sarsıyor. Çocuğun annesi ile kayınpederi ensest ilişki yaşamış, bu yasak ilişkiden de Müslime adında bir kız çocuğu doğuyor. Müslime’nin akibeti ölümle sonuçlanıyor.

O dede, o şerefsiz, o sapık, o manyak tutuklanıyor. Tabi akli dengesi bozuk raporu verilip, serbest bırakılırsa hiç şaşırmayacağız. Ta ki, yeni Müslimeler ölene kadar…
Biz de toplum olarak bu kötü trajediyi belleğimizde tam 28 gün sakladık ve sildik.
Keşke bu tür toplumun vicdanını sızlatan "ahlak_dışı vakalar" adaletin terazisinde öncelikli hakkını kullansa da zaman aşımına uğramasa...
Keşke, bu iğrenç olayın kötü adamı ŞAMAN KANUNLARI uygulansa.
Şamanların İhtiyarlar Heyeti, zina ve tecavüzlerde toplanır, karar kesindir.
İdamdır.
Ama nasıl idam?
Zanlının ayak ve el bilekleri iple bağlanır. İki genç kavak ağacına sağlı sollu o ipler gerilerek bağlanır. Ve ipler birden kesilirmiş.
Artık zanlı manlı hak götüre..!
Tecavüzcünün bedeni ikiye ayrılır. İkiye ayrılmış beden gökyüzüne fırlar. Sonra da dağa taşa dağılır, kurda kuşa yem olurmuş.

Ak sakallıların almış oldukları bu idam kararının anında uygulanması, Şaman toplumuna ibret alınması için gerçekleşirmiş. Böylece Şaman inancına sahip toplumlarda ne tecavüz, sapıklık ne de zina, vb, aykırı sapkınlıklar hiç görülmezmiş.
Ne iyi ve başarılı bir adalet değil mi?
Bu yorumu yazdım, diye lütfen kimse beni yanlış önyargı penceresinden bakmasın.
Zira yine üzerine basa basa B.Franklin'in sözlerini yazacağım:

"Uzun süreli tartışmalarda iki taraf da haksızdır..!

Sonuç:

 Geç verilen tepki zaman aşımına takılır: Adalet sağlanamaz..!


Emine Pişiren/ Kocaeli

HİÇ KANSIZ DEVRİM OLUR MU?




Siyaset çok kirli ve kanlı bir iş yahu!
Portekizli Diktatör Salazar'a tam 41 yıldır ülkesini nasıl yönettiğini sormuşlar: Gülmüş ve
" 3 Tres ile, yani 3 F ile," diye yanıtlamış.
3 F'nin açıklaması şöyledir:

F= Fado= Müzik
F= Fatima= Din
F= Futbol

İran ayaklanınca bende de benzer önyargı gelişmişti.
Nasıl mı?
KATİL AMERİKA!
ALLAH SENİN BELANI VERSİN!
Diye amigoluk yapıyordum yahu!..

Dünyayı kana bulayan emperyal Günah Keçisi hazırdı ya...Sunağa hemen onu koyuyorduk.
Alışkanlık işte...
Efendim, şimdi "konu nedir?" Diye merak ettiniz belki...
Evet, konu İran'da hızla gelişen kanlı olaylar, ölümler, vs...

Vay efendim İran füzelerle Amerikan Üslerini Vurmuş!

Helal be!

"Kimsenin hakkından gelemediği Sam Amca'yı ülkesine şutlayacak biri çıktı sonunda," diye de sevinmiştim açıkçası...

En başlarda bende yutmuştum.

Baksanıza bu senaryoda sadece Süleymanlar ölmedi...

Cenazede de İran halkı da öldü.
Mollalar ölenler için ne kıllarını oynattılar, ne de için kürsülerden bir şey söylediler...

İnsan o cenazeleri süsler, püsler, meydanlarda halkını toplar ve bütün bunlara sebep olan o günah keçisine, intikam alacağına dair Şİİ YEMİNLERİ eder ama değil mi?

Varsa yoksa Süleyman...

Sadece komutan Süleyman'a mı üzüldü o beyinleri sulanmış ak sakallılar?
Hayır!
Neden mi?

Çünkü İran Halkı Aydınlığı özlemişti!

Şimdi bana;
" Yapma ya, yüzlerce İranlı öldü, yaralandı. Hiç olur mu, böyle bir senaryo?" Diyebilirsiniz de...

Olur olur, bal gibi de olur.
Cenazede 200 İranlı da ölse o mollaların umurlarında bile olmayacaktı.

Çünkü o mollalar, zaten halkına öfkeliydi!
Biber gazı, basınçlı su kifayet etmezdi ki Şii Öfkesine!

 Anımsarsanız, daha bir hafta öncesinde İran Halkı ayaklanmıştı..!

Çünkü, o Aksakallı Mollalar;

" Din devleti artık istemiyoruz," diyen İran halkınının aydınlığa yol alacak düşüncelerini değiştirmeleri gerekiyordu.

Eğer çakma senaryoda rol almasalar, İnatçı Şiiler kanlı bir devrim yapacaktı!

Tabi bu da mollaların sonu olacaktı.
Bunun için GÜÇLÜ bir kurban gerekiyordu.
O Kurban İran Halkının SEVİLEN KOMUTANIYDI..!
VE
Başarılı oldu da.

Lakin senaryonun kurgusunda, kurbanlar daha da fazlaydı.
180 Yabancı Yolcuyu taşıyan uçak kazası da senaryoyu destekleyecekti...

Batılılar şimdi bulunan 2 KARA KUTUYU İrandan istiyor, İran'da VERMEM diyor.

Nasıl ki...Bizde...
Neyse... Ney işte!

Işık içinde uyusun şehitlerimiz.
Onların anısına her yerde zaten birer yeni köprülerimiz yapıldı.

İran da Süleyman için kubbeleri altından  ULU CAMİ yaptırır, olur biter bu iş...

Din afyonunu içirdiler mi, yine zaman kazanırlar...
En başta dediğim gibi;

Siyaset çok kanlı, kirli bir iş be!

Zora düştü mü yönetim;
Ya kan içiliyor, ya da din afyonu!

Emine Pişiren

ÖLMESİN NE OLUR İNSANLIK



Alman yazar ve şair Goethe der ki:

" Annemden duygusallığı, babamdan aklı almışım."
Çok doğru bir söylem.
"Sağlıklı bir aile toplumun en küçük topluluğudur, "derdi ilkokul öğretmenlerimiz.
Toplum sağlıklı olursa savaşlar, kavgalar olmaz.
İnsanlık da ölmez!

Daha bugün biri bana;
" Nerelisin abla?" Dediğinde,
 " Önemli mi ablası?" Dediğimde şöyle bir yüzüme baktı,
"anladım sende bizim oradansın," dedi.
Güldüm, hoşuma gitmişti verdiği yanıt:
" Sizin orası Bitlis mi?" Diye sordum.
Yüzünde masum gülümseyen bir ifade vardı:
" Batman" dedi.
Biraz espri yapıp dünyada her insanın eşit doğduğunu, insanların kardeş olduğunu tam söyleyecektim ki, vazgeçtim. Bu düşüncemi yuttum. Ve dedim ki;
" Hah, bende oralıyım!"
Der demez bana
" Toprağımın kokusunu anlarım ben" diyerek bir sarılışı vardı ki, bana sormayın..!

Doğu acılı...
Doğu tam bir paradox...
Doğu ihmal edilmiş,
Geç kalınmış bir bölgemiz...
Duygular bizi biz yapıyor.
Dünya kardeş aslında...
Adem ve Havva ise bir masal ana babamız...
O halde neden birbirimizi yok ederiz?
Genetik bir arıza, diyorum, kendimce...
Kabil öldürmeseydi keşke abisi Habil'i...
Belki de onlar da bir masal...
İşte biz masallarla büyüyen bir neslin çocuklarıyız...
Bizden geride yok.
Düşünen, sorgulayan, paylaşan, emin ve güvenilir son nesiliz işte...
Yok bizden ötesiii...
Ölmesin ne olur insanlık...

Emine Pişiren/2020

ERKEKLERİN DOĞUM SANCISI



Bugün size iki öykü aktarmak istiyorum. Yeniden doğuşun sırrını anlatan 2 öykü...
 Biri fıkra gibi...

Efendim sözü fazla uzatmadan size kadınların neden erkeklerden daha uzun yaşadıklarını merak eden Amerikalı zengin bir adam doktora gitmiş.
" Eğer beni 1 saatliğine kadın yaparsan sana servetimin 3/1'ni vereceğim, " demiş.

Doktor, işadamının cazip teklifini önce,

"Aman efendim, bu isteğinizin gerçekleşmesi imkansız," dese de işadamının 1 gün sonra gelmesini istemiş.

Paranormal bir deneyi nasıl başaracağını enine boyuna düşünmüş. Sonunda tıp fakültesindeki hocasına danışmış.

"Bana gönder, ama sana vereceği servetin yarısını isterim, "demiş.
Bir gün sonra zengin işadamı doktora tekrar gelmiş. Doktor da hocasının adresini ona uzatmış.
Bir gün sonra doktor hocasına koşturmuş. Cam ekrandan bakmış, zengin işadamı yerlerde kıvranıyor. Ağlıyor, bağırıyor, duvarları yumrukluyor.
Doktor merakla hocasına sormuş.
" Hocam o neden böyle?"
" Doğum sancısı çekiyor."
" Nasıl? Anlamadım hocam?"
Hocası gülmüş.
" Bana geldiğinde kadın olmak istiyorsan önce bir kadın gibi doğum yapmalısın, dedim. Kabul etti. Bende ona önce müshil ilacı verdim. Ardından kıçına iki dikiş attım."
...
Belki de bu deneyi isteyen insanın kanında adrenalin, epinefrin, vb hormonlar düşük seviyedeydi. Yoksa hangi aklıselim insan böylesi acı veren bir deneyi üstlenir?

Dünyaya geliş öykümüzün hikayesi Adem Babamızın göğüs kemiğindendi. Keşke öykü devam etmiş olsa da kadınlar acı çekmese.

Çin'de tam 256 sene yaşamış bir adama sormuşlar uzun yaşama sebebini. Çinli yaşlı adam ölmeden önce verdiği ilginç yanıt düşündüren türdedir.

" Temiz bir kalbin olsun.
Bir kaplumbağ gibi otur.
Bir güvercin gibi yürü.
Bir köpek gibi uyu."
...

Tabi bu arada doğada tek canlı bizler değiliz, değil mi?
Hayvanlar da işin içine girdiğinde doğada acı çeken canlı türleri artıyor.
Dört maddeyi sorgularken aklıma doğada en uzun yaşayan hayvanların yaşlarını düşünmeye başladım.
Örneğin, kargalar tam 300 sene yaşıyor.
Deniz kaplumbağaları 80 ila 100 yıl yaşarken kartallar 70 yıl yaşamaktaydı.
Denizlerde hayat demek ki, uzun oluyor. Balinalar en uzun 260 yıl yaşıyormuş.
Kırmızı deniz kestanesi 200 yıl yaşarken, okyanus midyesinin dudak uçurtan yaşam süresiydi. Tam 506 yıl yaşamış yahu!..
Açıkçası, deniz kabuklularının ömürlerinin neden çok uzun olduğu? Düşündürdü beni.
Belki de asıl sır, doğal deniz tuzuydu...

Ama var ya, beni en çok şaşırtan ve dehşete düşüren, " göklerin uçan kralı kartalların" uzun yaşamak istemesinin ardında yatan şok gerçekti!

Nasıl mı?

Efendim, kartalların yaşam süresi 40 yıl olarak bilinir. O yaşa gelmiş bir kartal neden ölür?
Çünkü gagası uzar, tırnakları uzayıp içe doğru kıvrılır, ayak içine batar, tüyleri kartlaşır. Kartal bu durumda beslenemez, uçamaz.
Peki, açlıkla savaşamayacağını anlayan öleceğini anlayan kartal ne yapar biliyor musunuz?

Kartal, yeniden doğuş için acı cerici 200 günü göze alıyor.

Kartal yüksek bir kayalığa uçar. Sert bir kaya seçer. Gagasını o kayaya şiddetli darbeler vurarak kökten kırar. Tam bir ay sonra yeni gagası çıkar. Artık avını gagasıyla yakalayabilir.
Daha sonra yeni gagasıyla pençelerini söker.
 Pençeleri de uzadıktan sonra kartlaşmış, uçmasını yavaşlatmakta olan tüylerini yolar. Kanlar içindedir.
 Tam 200 gün sonra gençleşen kartal, artık ömrünü tam 30 ila 40 yıl daha uzatmış olur...
Ne kadar kanlı ve sancılı bir süreç değil mi?
...
İnsana gelelim mi?
Anımsarsanız daha önce de bir yazımda satır_arasına sıkıştırmıştım.
Östrojen ve Oksitosin hormonu kadınlarda var olmasının yanısıra kadınlar gözyaşlarıyla vücuda zararlı hormonlardan kurtuldukları içinmiş.
Çocukluktan beri, " Sen erkeksin. Ağlamaz, üşümezsin!" Diyerek güdülenmiştir ya...
Yaşam boyunca erkekler gözyaşlarını içlerine sağarlar.
 Ağlayamadıkları için de kan kimyaları değişir. Kanlarındaki zararlı hormonlar böbreklerden atılmaz. Hücre ve dokularda sıkışıp kalıyormuş. Hücrenin doğal yapısını bozarak başta kanser olmak üzere kalp ve akciğer hastalıklarına neden oluyormuş.
Şimdi anladınız mı, kadınların uzun yaşam sırlarını?

Tabi bilimsel buluşların yanısıra en doğal uzun yaşama formülümün " Unutmak, affetmek" gibi duygularımız ilk sırada yer alıyor.

Nasıl mı başarabiliriz?

Bizi kısıtlayan, özgür kılmayan tıpkı o kartallar gibi ya ölümü göze alacağız, ya da tüm bize acı veren ilkel alışkanlık, tabu, dini normlarlardan kurtularak...

Efendim,
"O ayıpmış, bu günahmış, o ne dermiş? Vs...vs...vs..."
 Bizi tutsak kılacak tüm olası safralı düşüncelerden kurtularak...

Keşke bizler de bir kartal gibi başarabilsek?
Çinli adam gibi uzun olmasa bile sağlıklı bir yaşam sürebilsek...

Sağlıklı günler dileği ile.

Emine Pişiren/Kocaeli

GIDA TERÖRÜ



Ortadoğuya bombalar, bize de GDO'lu tohumlar attılar. Gıda ve tarım artık ölüm saçıyor.
Zaman zaman sayfamda firmaların sağlığa zararlı ürünlerini okurum. Sizlerle de paylaşırım.
 O dakikalarda benim ruh halim nasıldır, bilir misiniz?
Anlatayım mı size?

Hani derler ya, " kafamın tası attı" diye... İşte ben öylesi kızgınlık içine sızarım. Eğmem başımı.
Sözcük sözcük yazar, dökerim içimdeki olumsuz duygularımı.
Bugün size özellikle yazmamın sebebi şuydu:
Hemen hemen her yazıma kalemiyle eşlik eden, yorumlarıyla metinlerime anlam katmakta olan sayfa dostum TC Sabrisenai Akgün Beye buradan ayrıca teşekkür ederken, ona az önce yazmış olduğum yorumumu sizinle de paylaşmak istedim.
...
"...Böylesi bir boyun eğmeyi içime sindiremiyorum.
4 market besliyor ülkemizi. Diğerleri ayakta kalamadan iflas etti zaten.
Gıda terörü aldı başını gidiyor.
Böyle olumsuz süreçlerden geçerken aklıma hep Çin gelir.
Hani kahvemizin içine beyaz bir süttozu katarız ya, adı 3'ü bir_aradadır.
İşte o " melamin" katkılıymış.
Melamin kansorejen içeren bir plastik bir maddedir.
Kullanım alanları, dış cephe kaplama, çatı izalasyonları, mutfakta kullanılan tabaklar, laminat kaplamalar, vs alanlarda sıklıkla görürüz.
Çin'de ise 6 firma sahibi süt-tozuna melamin kattı, diye idam edilmiştir.
Çünkü melaminin verdiği hasarın geri dönüşümü yok.
Direk böbrekleri iflas ettiriyor.
Ülkemizde her markette cafe_krema adı altında 3'ü, 2'si birarada şeklinde satılıyor.
Yurdumuzda da her geçen gün DİYALİZ MERKEZLERİ hasta trafiğinde. Tıka basa hem de...
Başka bir örnek vermek gerekirse;
Diş macunları, gelir hemen aklıma.
Etken maddesi Flourid ' dir. Yani fare zehiri!..
Biz her geçen gün yavaş yavaş ölüyoruz..!

Ne kadar kimliksiz, sahipsiz, çaresiz kalmışız da bihaber yaşıyoruz işte. ..
184 diye şikayet edeceğimiz bir kurum var, arıyorum, " ilgilenip geri döneceklerini," söylüyorlar.
Dönüyorlar.
" Gerekli kurum uyarılmıştır," diye....
Hani uyarıldıysa, neden halen devam ediyor aynı yanlışlıklar?
Amann, diyorum sonunda...
İllallah!
Ben mi kurtaracağım ülkemin insanını?
Gıda konusu çok hassas bir konu.
Mücadele hep verdim, inanın.
Elimde yazılı kanıt olarak, bana geri-dönüş sağlamış, lakin, "halen o ürünleri satmakta olan" firmaların, özür ve teşekkür mektuplarını halen saklarım.
O yazılar öyle çok ki... Ülkemin insanının sağlığını hiç düşünmüyor yöneticiler, hep kulak arkası yapıyorlar...
Sanalda görürsem yine böyle paylaşıyorum.
Yorgunum.
Ama savaşmak ruhumda var...
Konu vatansa hele...
Sizlerle duygudaş olup tesellimiz de kar oluyor bize...
Öyle azaldık ki..."

Allah sonumuzu hayır etsin!

Emine Pişiren / Kocaeli

ALO, BU ADAM HIRSIZDIR!



Hani bilirsiniz belki şu fıkrayı...

" Adamın biri cuma namazı kılıyor. Tam secdeye uzanacak adamın cebi çalıyor. Adam ürküyor ve hafiften, çaktırmadan eliyle cebine bastırıyor ki  kapansın, diye.
Ama kapanmıyor, aksine açılıyor.
Tabi teldeki kişi imamın dualarını işitiyor. Arkadaşının camide olduğunu anlıyor. Yüksek sesle o sessizlikte bağırıyor.
" Alo...Alo...Bu adam hırsızdır. Her kim onun yanında arkasında namaza durduysa, onun namazı bozulur, kabul olmaz."
Diyor ama ardından ana avrat küfürler de sayıyor.
Tabi camide namaz kılanlar bozuyor namazlarını. Gülmekten namaz da kılamıyor ki...
...
Bence toplu alanlarda emanete bırakılmalı cep telefonları.
Evet, bence bu iyi fikir.
Ayrıca, cami dışında otobüs, uçak, hastane gibi ortamlarda da cep telefonları yasaklanmalı.
İnsanlar çok saygısız.
Uzun yolculuklarımızda hele...
Allah'ım o ne zevk öyle!
Hele hafiften şekerleme yapıyorsanız, gece yolcusuysanız bir de...
Arabesk müziği veya ezan sesi ile sıçrıyorsunuz bir anda..!
"Yahu ben neredeyim?"
Diye...

Tak kulaklığı, bak işine. Değil mi ama?
Kimseyi rahatsız etmeye hakkımız yok.
Hele uykuya hasret hastaların odasında...

Emine Pişiren

UZAKDOĞU HİKAYESİ

Bugün size bir uzakdoğu öyküsü yazasım geldi. Tao felsefesiyle ilgilenenler bu öyküyü çok beğeneceklerine eminim.

Günümüzden tam 3 bin yıl önce bir ülke varmış.
Ülke insanı huzur içinde mutlu yaşarmış.
Ülkeyi idare eden hükümdar halkın yararına çok önemli işler yaparmış. Ülkesini ve halkını çok severmiş.
Ülke gelirinin yarısından fazlasını halkına harcayan hükümdarın üç oğlu varmış.
Hükümdar birgün tedavisi imkansız bir hastalığa yakalanmış. Halk da günlerce sarayın bahçesinde hükümdarları kurtulsun, iyileşsin, diye dualar edermiş.
Hükümdar ölüm döşeğindeyken bile düşünüyormuş. Tahtını, ülkesini yönetecek oğullarından hangisine bırakacağına bir türlü karar verememiş.
Hükümdarın iki oğlu sarayda yaşarken üçüncü oğlu halkın arasında sıradan bir yaşamı tercih etmiş. Kendisine karşı geldiğini düşünmüş. Bu nedenle hükümdar o oğluna öfkeliymiş. Hatta onu oğlu gibi de görmezmiş.

Vezirine söylemiş. Ülkenin en iyi kuyumcusunu çağırmış. Kendisine aynı ağırlıkta, birbirine tıpatıp benzer, hiçbir kusuru olmayan üç adet insan heykeli yapmasını istemiş.
Ama bir şart koşmuş. Heykellerden birinde farklılık yapmasını istemiş. Bunu bir kendisi bir de kuyumcu bilecekmiş.
Bir süre sonra heykeller bitmiş ve hükümdara verilmiş.

İki oğlunu yanına çağırmış.
" Bu heykellerden sadece biri farklı. Kim bulursa ülkenin yönetimini ve tahtımı ona vereceğim."
Günlerce oğulları heykelleri incelemişler, tartmışlar, gramı gramına heykeller aynı ağırlıktaymış. Hiçbir fark görememişler.
Oğulların her ikisi düşünmüş, gece gündüz hiç uyumamışlar. Kime sordularsa da kimse bilememiş, bulamamış aradaki farkı.
Ve " Bilemedik baba," demişler.

Kral, çaresiz saray dışındaki oğlunu da çağırmış. Oğlu önce heykellere şöyle bir bakmış, tartmış, incelemiş ve ince bir tel getirmesini söylemiş vezire.

Teli eline alıp önce bir heykelin  kulağından sokmuş, tel ağızdan çıkmış.

Diğer heykeli almış, ona da aynı işlemi yapmış. Tel kulaktan girmiş, diğer kulaktan çıkmış.

Üçüncü heykeli almış. Aynı teli yine kulaktan sokmuş, ama tel  gidebildiği kadar gitmiş, bir yerden çıkmamış.

Hükümdar babasına dönmüş demiş ki;

" Bu heykel daha değerli ve diğerlerinden farklı olan budur , sayın hükümdarım." Demiş.

Doğru yanıtı alan hükümdar çok sevinmiş.

"Nedenini söyle bana oğul?"

" İlki kulağına girip de dilinden çıkartan insana benziyor, iyi değil o insanlar.

" İkinci heykel, eğer söz bir kulağından giriyor diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da iyi değildir.

Son heykeli eline alan oğlu;

" Bu heykel farklı. Çünkü en değerli insan duyduğu sözü içinde, yani yüreğinde tutmasını bilendir."

Hükümdar artık mutlu ölebilir ve tahtını emin, güvenilir, akıllı bir oğula emanet edecek ve  gözü arkada kalmayacaktır.
Oğluna hasretle sarılıp barışırlar.

Tabi buradan bize çıkacak hisse şudur:

Duyduklarıyla değil de gönül gözüyle görebilen, duyduklarını içselleştirip önyargılarına teslim olmayanlara bin selam ve sevgiler olsun.

Emine Pişiren/ Kocaeli

ÖNCE GÖZÜN DOYSUN



Tok insanlarla birlikte olmak gerekir. Zira gözü aç insanın midesi, gönlü aç insanın nefsi doymaz.
Ünlü Alman yazar ve şair Goethe'nin bir sözü geldi aklıma:

"Parayla insan ilişkisi şöyledir: İnsan paranın sahtesini yapar, para da insanın!"
Doğru bir söylemdi.

Ruhi Yılmaz adlı bir yazın dostumuzun sayfasında okuyunca ister istemez bastım kahkahayı. İçinizde duyan bilen okuyan var mı bu haberi,
Cezayirli bir işadamı, makatında 140 bin Euro saklamış. Işadamının makatına sakladığı paraların akibeti de belli değilmiş.
Hey gidi dünya, hey!
Sen daha nelere tanık olacaksın?

Peygamberler Tarihi, adlı bir din kitabında okumuştum:

Melekler İblis'i neşeli neşeli oynarken görünce sormuşlar:

 " Hayırdır, bu mutlu, neşeli halinin sebebi nedir?"

İblis yanıtlamış:

" Müritlerim çoğalacak da ondan neşeliyim!"

Melekler tabi yine şaşırmış bir durumdalar:

" Neden ki?"

İblis büyük bir mutlulukla;

" Bugün insanlar parayı icat ettiler de ondan!"
Der ve yine zıplaya zıplaya oynamaya başlar...

Tabi bu hadis, ne derece doğru bilemem, ama paranın yeryüzüne hakimiyetine tanık oluyoruz.
Ölümler
İhanetler
Savaşlar
Cinayetler
Ve tüm kötülükleri kucakladığı gibi tüm iyilikleri de içinde besliyor para...
İcatlar, buluşlar, bilim, eğitim ve öğretim, sağlıklı bir yaşam, barınma, beslenme, vs parasız da başarılmıyor ki...
Aşk bile parayla satın alınıyor.
Başarı da...
Diplomalar da...
Güç, erk, dikta zaten en başta...
İnsanın kazandığı paradan değil kazandığı insandan sakınmalıyız aslında.
Çünkü paranın ardında kaliteli düşmanlar yürümektedir. Çünkü paranın konusu bile açılmaya görsün, herkes aynı dine mensup oluyor.
Bir tek şey paraya teslim olmaz.
Okurken bu satırları, "Nedir acaba?" Diye sorar gibisiniz.
O şey sevgidir.
Sevgi mi nedir?
Sevgi, empatiyi sempatiye çevirebilen her insanın sol yanında konaklar.

Sevginin içinde öyle çok duygu beslenir ki, sadece ikisine sahip olabilse insan, inanın insanlık ölmez.

Birkaçını saymak gerekirse;
Şefkat,
Hoşgörü,
Anlayış,
Sabır,
Merhamet,
Vefa,
Adalet, vb, duygularımızdır.

Seven insan sahiplenir. İçinde var olan tüm duyguları sevdiği ile paylaşır.
Çünkü gerçek sevginin karşısında hiçbir kötülük direnemez.
Çünkü, sevginin müritleri iyi insanlardır.
Çünkü insan parayla değil sevgiyle anlam bulur ve yaşar.
Tıpkı Garth Broks'un dediği gibi:

" Paranın sahip olamayacağı bir şeye sahip oluncaya kadar zengin değilsiniz!"

Ve bende son olarak derim ki;

Her daim sevgiyle kalalım.

Emine Pişiren

KÜFÜR



Kimi zaman birilerine öfke biçeriz. Hele haksızlıklar karşısında, hele ani gelişen hak ihlalleri karşısında...
İşte o anlarımızda belki de rahatlamak amacıyla dudaklarımızın frenini boşaltırız.
Daha fazla uzatmadan kestirmeden konuya gireyim.

Efendim:
Bir gün Tarsus'a doğru yola çıkmıştık.
Direksiyonda ben vardım.
Edremit'ten yola çıktık.
Balıkesir'e giderken bir ana yol vardır. Belki bilirsiniz uçakların acil iniş yolu hani...Sık sık trafik levhası çıkar karşınıza; " 90 km hız sınırını aşmayınız!" Diye.
Ama o yol insanı tahrik ediyor nedense.
Öyle geniş ki.
Yayıl yayılabildiğin kadar. Oh ne ala!
Bastım bende gaza.
Sol şeritteydim.
Tam önümde seyreden eski model bir Murat'a doğru yaklaşıyordum.
Sağa kaçsın diye birkaç kez selektör yakıyordum, adam umursamıyordu bile... Bir türlü sağa kaçmıyordu. Onun hızı tahmini 70'lerde benim hızım da 110 km'ye düşürmüştüm.

İnat değil mi orta şeride geçmedim. Ben de hızımı 80'e düşürdüm.
Böylece sürekli korna basıp sinirini bozacaktım. Aramızda bir araç kadar mesafe kalınca,
Eşim amacımı anlamıştı.

" Boşver, uyma ona. Nasılsa onu geçersin, sağla." Dedi.

Bende o sürücüye sözel dümdüz gitmiş, orta şeride geçip gazlayıp onu geçmiştim.
Yörsan'da mola verdiğimiz zaman eşim;

 " Ya sen direksiyondayken ağzını bozduğunun farkında değil misin?"
Bende; " Değilim demek ki..." dediğimi bugün bile anımsıyorum.
Ve ekledim:
" Bir de sen sinirlerimin yayını germe lütfen. Bütün dikkatim yoldayken, ne söylediğimin farkında bile değilim. Demek ki, hakediyorlar onca küfürlü sözleri..."

Direksiyondayken, Hanımefendilik,
Beyefendilik sökmüyormuş.
...
Neyse efendim  bir gün de yazlık evimize gitmek için İstanbul'dan yola çıkmıştık.
Yine o kaymak gibi Edremit Anayoluna yaklaşırken önümüzdeki bir Şahin'in arka plakasının üzerinde iri harflerle yazılmış, şu yazıyı okumuştum:

"SIKIYORSA GEÇ BENİ..!"

İnat değil mi, bastım gaza.
Ki 90 km hız sınırı işaretlerini bile görmemişti gözüm.
Altımdaki araca güveniyordum.
Geçtim onu.
Ve dikiz aynasından bakınca şok olmuştum!
Şahin'in tam ön plakası üzerinde şu yazıyı okudum.
" GEÇTİN DE NE DEĞİŞTİ?"
Valla  espri çok hoşuma gitmişti.
Zekiceydi.

Emine Pişiren

MEYAN KÖKÜ TADINDAKİ DOSTLUKLAR




İlk kez içtiğimde yaşadığım tattığım o yılı hiç unutmam!
Yoksul bir arkadaşımı geçirdiği trafik kazası nedeniyle evinde ziyaret etmiştim.
Yer İstanbul Üsküdar...
Takvimler 1980 yılının Ağustosunu gösteriyordu..
İş çıkışı eşimle o dostlarımıza uğramıştık

Hal hatırdan sonra Eşi birşeyler ikram etmek istemişti.
" Ne içersiniz?"

Oysa sıcaktan dilim damağım kurumuştu. Karnımda açtı. Kısa bir duraklama sonrasında 

" Soğuk su," dedim hafif bir tebessümle...
Nasıl olsa evimiz 2 durak ötedeydi. Eve gidince yemeğimizi yerdik. Şimdi onları ne zahmete sokayım, diye düşünmüştüm.
Az sonra tepside uzun bardakların içinde kahve rengi, az da kızılımsı sıvı ile arkadaşımızın eşi salona girmişti.
Bir yudum içtiğimde şoklardaydım. Ağzımda yayılan toprak kokusu sonrasında farklı bir tad, soğuk bir içeceği yudumlarken aldığım lezzet müthişti!
"  Ah bu nasıl bir içecek?!"

İkram eden eşi endişelenmişti.
" Beğenmediniz mi?"

Hemen atıldım:
" Yo, yoo bilakis tadı çok hoşuma gitti. Adı nedir bunun?"

" Meyan kökü. Bizim memlekette yazın ve kışın hep bunu içeriz "

Bir yudum daha aldım. Bu kez toprak kokusuna alışan damağım, o meyan kökünün harika tadını hissetmişti.
Üüçüncü yudumda dilden tat alamıyordum. Yutunca boğazımda takılı kalan müthiş bir tat yayılıyordu mideme doğru.
Bu tat ile beni buluşturmuş, Tarsuslu o dostlara buradan sonsuz ve minnetle teşekkür ederim.
...
Kimi dostluklar da aynı meyan kökü tadında değil miydi?
Önce anlayamazsın. Sonra öyle bir anda dostluk elini uzatır ki, asla o anı unutamazsın.
Meyan kökü tadında öyle güzel dostlarım vardır ki...
Arada mesafe olsa bile yazın da kışın da sevgiyle kucaklaşırım onlarla.
Kimileri de Itır Kokuludur. Hani yaprakları yeşil ve hafiften tüylü, minik lila rengi çiçekleri ile evimizin baş köşesini süsleyen bir çiçek var ya...
Önce hiç koku vermez.  Ancak dokunup, ovalarsanız öyle muhteşem bir koku salar ki parmak uçlarınızda bir kaç dakika baharatlı kokusu kalır. İçinizi limon ferahlığı kaplar.

İşte öylesi iç huzuru veren ıtır kokulu dostlara sahibimdir ben.
Nerede olurlarsa olsunlar, sevgi çiçeği gibidirler.
 " Gel" dediğimde neden, niçin sorusunu sormadan gelirler onlar.
İlaç gibidirler. Şifalıdır sohbetleri de.
Bende aynı duygu yoğunluğu ile koşarım o dost gönüllere.
Şimdi gelelim mi Itır ve meyan kökünün kimyasına, faydalarına?

"...Meyan kökü, Antik Yunanlılar meyan kökünü astımı tedavi etmek için kullanmışlardı.

 Belki de daha önce hiç görmediğiniz bir bitkidir. Ama Meyan kökü yıllardır dalak sağlığı, öksürükleri durdurmak, akciğerleri yatıştırmak, ateş düşürmek için ve bir detoks olarak kullanılmaktadır.

 Meyan kökü, stresle başa çıkmak için hormonları üreten böbrek bezleri için bir toniktir. Zayıf böbreküstü bezleri sürekli yorgunluk, depresyona iyi gelir.

En önemlisi kış aylarında astım, saman nezlesinde, allerjilerde kullanılır.
Özellikle  bir fincan meyan kökü çayı alerjik semptomları iyileştirebilir ve iltihaplanmayı düşürerek solunum yollarını rahatlatır.
Hafif bir balgam sökücüdür.

Meyan kökü, hazımsızlık içinde içilir. Özellikle reflüfe..
Midede ki asit salgısını düşürmeye yardımcı olur ve mide çeperi için koruyucu bir mukus sağlar. Ülserler için iyi bilinen bir ilaçtır..."

Itır Çiçeği, sardunya çiçeğinin yapraklarına çok benzer.
En iyi ağrı kesicidir.
Kaynatıp suyunu yüze sürünce detoks etkisi yapar. Cild kırışıklıklarna iyi gelir. Yüzünüz ışır ve güzelleşirsiniz.
Yüz ve makyaj temizlemede kullanılabilir.
Haşladığınız yaprakları sakın atmayın!
Onları bir beze lapa halinde koyup dizlere veya bele bağlanırsa ağrılar yok olur. Artrite iyi gelir.
Itır çiçeği aynı zamanda insana limon kokusu ferahlığı verir. Parfümü de yapılabilir.
Ben yapraklarını kaynatıp bir şişeye koyup dolapta saklıyorum.
...
Evettt...
Meyan kökü  ve Itır kokulu tadında  şifalı dostlarınız olması umudunu hiç yitirmeyin.

Sevgiyle kalın.

Emine Pişiren

ÖNCESİ VE SONRASI




Hani atalarımızın bir söylemi vardı:

"Kadını gösteren saçı ve kalçasıdır. Yemeği  gösteren salçasıdır."

Doğayı izlerken siz de farkettiniz mi?; hep erkeği güzeldir. Dişilerse çirkin. Örneğin, aslan, papağan, tavus kuşları, vs...

Doğaları gereği erkekler,  dişileri için ölümü göze alıp 40 takla atarlar.
Hiç unutmam, tüyü dökük dişi bir kuş için, mükemmel renklere ve güzelliğe sahip erkek kuşun dişisinden neler çektiğini...
Hala o belgesel belleğime kayıtlıdır.
Dişi sakince daldaydı. Kendisine kur yapmakta olan erkek kuş, o nadide sesiyle şakıyıp serenad yapıyordu, hem de incecik dalda dans etmekteydi. Arada taklalar atarak dişisinin dikkatini çekmeye çalışıyordu.
Lakin yakışıklı erkek kuşumuz, tüyü dökük dişi kuşa her yaklaşmasında olan oluyordu!
Yanına her geldiğinde, dişi erkek kuşun tam başının ortasına gaga atmaktaydı.
Dişi erkeğini gagalarıyla delerken kanlar içinde kalan erkek hayatta kalırsa 7,5 saniyelik zevke sahip oluyordu...
Örümceklerde durum daha acaiptir. Acaipten öte vahimdir. Dişi örümcek, yanına gelip kur yapan erkeğini reddetmiyordu; ama sex sonrası kanının kimyası gereği, erkeğini çatur çutur yiyordu.
Gerçi günümüzde artık durum daha farklılaştı. Onlar da mutosyana uğradılar.
Nasıl mı?
Erkek örümcek,  yanında bir hediye ölü böcek getiriyordu. Dişisi ile seviştikten sonra hediyesini verip kaçıyordu...
Akıllanmışlar :)
Aksi halde türlerinin devamı olmayacaktı...
...
Gelelim insanlara;
İnsanlarda ise kadınlar "güzel olmak" adına neredeyse 40 takla değil, 80 takla atıp dünyanın parasını harcıyorlar.
Daha önceki yazılarımda bu konuya değinmiştim.
Botoks, silikon, vs...
Güzellik enstitüleri, kuaförler tıka basa dolu...
"Kadının saçı, kalçası, yemeğin salçasıdır asıl olan!"
Derler ya erkekler.
Doğru vallahi..!
Kadın makyaj yapmasın ve saçını sıfıra vurdursun, bir de erkek.
Hangisi güzeldir?
Tabi ki erkek...

Kadın böylesi çırpınırken, erkek pek öyle zorlanmıyor.
Bir duş alma, traş losyonu, 2 dirhem bir çekirdek giyinsin kafi midir acep?
Hayır tabi ki..!
Bir de cebi dolu, altında arabası olmalı, değil mi?

Tuvalette bile kadınlar uzun süre kalıyor.
Erkeklerse bu süreyi kısa tutuyor.

Hiç bunun nedenini düşünen olmuş mudur acaba?
Uzun yolculuklarda mola verdiğimizde farketmiştim bunu.
Kadınlar makyajlarını tazeliyorlar.
Ben mi?
Evet, haklısınız.
Sıra bana geldi, değil mi?
Öyle lüksüm yok. Bir göz kalemi, bir ruj kafi bana.
Çünkü eşimin sevgisi yetiyordu güzel kalmama.

Neyse...
Mevzu derin.
Kısadan bir günaydın gülüşü uzatayım size.
Günaydın.

Emine Pişiren

KIRMIZI KRAVAT VE PENİS



Peckham Rye yetkilisi erkek parfümüne adı verilmiş David Walker, bir iş görüşmesine giderken seçilecek kravat konusunda ciddi bir uyarıda bulunuyor.

"Mülakata giderken asla pahalı, parlak renkli, iddialı dokuma kravat takmayın, bu sizinle görüşme yapan kişi üzerinde ezici bir üstünlük yaratabilir. Daha tutucu olan baskılı bir kravat takılmalı," diyor ve yarı espri yarı ciddi uyarısına şöyle noktalıyor:

"Sadece ve sadece palyaço olmak için başvurduysanız papyon kravat takın!"

Erkekliğin bir simgesi olmuş kravatın, renklerinin bir anlamı olduğunu biliyor muydunuz?

Erkeklerin taktığı kravatlar, sadece takım elbisenizdeki şıklığı tamamlayan küçük ayrıntı olmadığı gibi bazı seçilen renkler; kravata özgüven, bazıları şıklık, bazısı ise asalet katar.

Özellikle KIRMIZI KRAVAT takan beylerin tepkisini alacağımı bildiğim için bu yazımı yayımlamadan önce biraz yazımın demlenmesini istemiştim. Tabi biraz araştırma, biraz kitap okuyarak, yazımı renklendirmekti amacım.

“257 Erkek Tipi” adlı kitabı kitap fuarından kızım için almış, “Karşı cinsi tanı,” dediğim yıllarda eğer kravat renklerini araştırmış olsaydım, bir erkeği tanımak adına o kalın kitabı kızıma boş yere okutmazdım.
Kitapta yer alan 257 erkek tipleri kadınları şaşırtacak protiplerdi. Öyle ki; çok ciddi görünümlü, otoriter tavırlı, hani “sert erkek tipleri” var ya, işte o tiplerin de zayıf yönlerini analiz etmişti kitabın yazarı.

Neyse ben size bugün kırmızı kravata dair biraz eski, biraz yeni, biraz da terapi amacıyla kullanıldığına dair  biraz bilgi aktarmak istiyorum:
Daha önce yapılan araştırmalarda kırmızı rengin bilinçaltında etkisi olduğu biliniyordu.
Yeni bulgulara göre “kırmızı renk” karşıdaki kişinin bilinçaltına “güçlüyüm” mesajı verirken, güven duygusunu zayıf kılıyormuş.
Durham Üniversitesi'ndeki araştırmacılar; denekler üzerinden önemli bir bulguya ulaştı. Erkek ve kadın gönüllülere gösterilen farklı renklerdeki tişörtlere karşı, her iki cinsiyetteki deneklerin kırmızı renk karşısında agresif bir tutum sergilediği ve yüzlerinin kızardığı gözlemlendi.

Durham Üniversitesi antropoloji bölümünden doktora öğrencisi Diana Wiedemann,
 “Araştırmanın sonucu belki de insanlara sosyal ortamlarda, önemli toplantılarında ve iş görüşmelerinde kırmızı renk konusunda dikkatli olmaları konusunda bir fikir verebilir…” diyor.
Ve kırmızı tercihinin olumsuz etkisini “Bazı şartlar altında agresif ve dominant olmak belki avantaj sağlayabilir ama takım çalışmasına ihtiyaç duyulan, güvenin ön planda olması gereken durumlarda ise dezavatajlı oluyor” şeklinde belirtiyor.

Kırmızı kravat; 1980'lerde ABD Başkanı Ronald Reagan ile "red power tie / kırmızı güç kravatı" demiş ve o günden bugüne kırmızı kravat iktidarın ve gücün simgesi olarak düşünülmüş.

George W. Bush:
“Güçlü görünmek istiyorsanız, kırmızı kravat takıyorsunuz.” Dediği yıllarda Türkiye Ecevit mavisi olarak sıfatlandırılan özgürlüğün ve sonsuzluğun rengini tercih etmişti.
Belki de o yıllar tekstil firmalarının üretim amacına reklam katkısı olmuştur. Bugün kırmızı kravat, siyasetçilerin ve iş çevrelerinin vazgeçemediği bir aksesuar.

Türkiye 7 Haziran seçimlerine yaklaşırken, siyasi partilerin başkan ve temsilcileri de sahada ve miting meydanlarında boy gösteriyor. Amaçları oylarına talip oldukları seçmeni etkilemek!
Bu nedenle giyim, davranış, ses tonu ve konuşmaların içeriği adaylar açısından ciddi önem taşıyor.
Biology Letters isimli dergide bu konuda bir araştırma yayınlamış. Gelin birlikte gözatalım:

 Araştırmaya 50'si erkek, 50'si kadın 100 gönüllü katıldı. Gönüllülere dijital yolla değiştirilmiş birbirinin aynı 3 farklı renkte (Kırmızı, mavi ve gri) tişört giymiş adam gösterildi.
Bütün gönüllülere saldırganlık ve egemenlik açısından adamın görüntülerini duygusal olarak, “kızgın, mutlu, korkmuş ve nötr” olarak değerlendirmeleri istendi.

Kırmızı tişörtlü görüntü erkek ve kadın denekler tarafından büyük çoğunlukla öfkeli ve kızgın olarak nitelendirildi.
Profesör Barton; “Sonuçları birlikte değerlendirdiğimizde, bulgularımız net bir biçimde kırmızı renkle, öfke algısı arasında bir ilişki olduğunu ortaya koyuyor. Ve belki de bu durum öfkelenince yüzümüzün kızarmasının nedenini de açıklıyor” diyor.

Teokratla yönetilen ülkelerden özellikle Cami, Havra ve Kliseye bağlı ibadet yerlerinde, kişiler “ziynet” dedikleri bölgelerini örtüp saklarlar. Nedenini sorguladığımızda, “Kutsal kitap böyle yazmış.”  Ve “Günah” Denir.
Giysilerine dikkat edildiğinde saklanan saç ve cinsel bölgelerdir.
Buraya İlahat Profesörü Beyazıt Öztürk’ten bir parantez açacağım:

“Eğer kutsal olsaydı, edep yerlerimizi örten don kutsal olurdu.”

Saklamak!

Evet, insanlar neyi, nelerini, niçin saklıyorlar?

Eğer bir şeyi saklamak güç simgesiyse o halde erkek cinsel organlarını saklamanın kendisi de bir güç ifadesi değil midir?

Eski zamanlarda, hatta günümüz Afrika’sında insanlar kıyafetleriyle cinsel organlarını bırakın saklamayı, bilakis görünmesini sağlamak için tasarlanıyordu. Günümüzde erkek giyimi modernleştikçe penis de saklanır oldu.

Evet yine şaşırtıcı modellerle modaya uygun biçimde “penis bir yandan saklanırken,” diğer yandan “biçimi penise benzeyen” aksesuarlar üretilmiştir.
Kıyafetleri tamamlayan bu aksesuara eklenen kravat, bir okla hep onun bulunduğu bölgeyi işaret etmektedir.
 Kravat modern erkek giyiminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Anarşist Yazar olarak da bildiğimiz David Graeber çağa devrim niteliğinde bir açıklama yapıyor:

“Kravatı penisin giyinikken de görülebilir, entelektüel bir versiyonudur!”
.
Ve özellikle bu tezini şöyle vurguluyor:

“Her zaman güce işaret ediyor, takım elbisenin soğukluğunda güçlü olanı saklıyor.”

Sonuç olarak:

Yeni yıl ve 14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşırken insan sevgililer istemez düşünüyor:
“Acaba sevgilime kırmızı kalpli bir sütyenle külot mu alsam, Yoksa kırmızı kadife kutuda kırmızı bir gül ve tek taş yüzük mü alsam?” diye.

Kırmızı renk aşkın, tutkunun ve savaşçılığın rengidir. Bu nedenle kırmızı kravat takarak, sevdiklerinize duygusal mesajlar yollarsınız. İş yaşantısında da, ne kadar savaşçı, başarıya tutkulu olduğunuzun mesajını kırmızı kravat takarak verebilirsiniz.

Kırmızı Hindistan'da saflık, Çin'de kutlama, şans ve zenginlikle ilişkilendiriliyor. Birçok ülkede de sosyalizmle...
Kırmızı kravatın ise evrensel tek bir anlamı vardır. O da Güçtür.

Emine Pişiren/Yazar