Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

5 Haziran 2020 Cuma

KIRMIZI RUGAN BOTLARIM


“Ayakkabım yok diye üzülüyordum, ta ki ayakları olmayan bir çocuk görene kadar…”-Antele France-


Çocuk ağlıyordu...
Hem de nasıl bir ağlamak. .!Gözyaşları yanaklarından aşağıya doğru sicim gibi akıyordu.

Soğuk dişlerinin arasından hızla girip küçük bedenini titretiyordu. Çok üşüyordu. Dişleri birbirine bateristin timpaniye seri halde vuruşları gibi vurmaktaydı. Ayakları adeta yere çakılmıştı.
Nasıl olduysa olmuş buzun kırılma noktasına basmış ve dizlerine kadar buzun altındaki suya gömülmüştü.

O gün üstelik bayramdı. Arife gününde arkadaşlarının uzaktan akrabaları kaldıkları yurda gelmişti. Kimi kazak, kimi pantolon, kimileri de birbirinden güzel ayakkabılar hediye edilmişti. Ve küçük mankenler gibiydiler.

 Annesi gelmemişti. Evet, her hafta sonu eli kolu dolu dolu gelen annesi iki haftadır gelmiyordu. Kimse de ona bilgi vermemişti.

Çok sonraları öğrenecekti; annesinin de böbrek ameliyatı olmak üzere hastanede olduğunu. Ve tek bir böbrekle yaşamını devam edeceğini...

Her hafta sonu yurt annesinin onu hamamda yıkarken sırtına vurup acımadan yüzüne haykırır gibi,

 “Boşuna bekleme artık ananı…o seni terk etti, gelmeyecek …” diye söylediği acı sözleri aklına getirdikçe yüreğine ateşler düşmekteydi.

Çocuk içli içli ağladı…
Ağladıkça küçük sırtına koca yumruklar inmekteydi.

 “Sus kıran giresicesi çocuk, suss!”

Sırtından kaburga kemikleri kırılacakmış gibi ses çıkıyordu. Sustu çocuk…Başka çaresi yoktu ki susmaktan başka…

Kabakulak olduğu zaman da revir hemşiresi şiddetli tokat atmıştı;

“Sus Allah’ın cezası suss, bir daha ağlarsan yersin yine tokadı!...”

O zaman da susmuştu çocuk. Üstelik yutkunamıyor ve her iki boğazı kulağına kadar balon gibi şişmişti…Ağrısı dayanılacak gibi değildi…Revir hemşiresi ok saplar gibi iğne yaptığında,

 “Annecimmm…annecimmm” diye ağladığında da koca bir Osmanlı Tokadı kalçasında patlamıştı…
Çocuk şimdi de ağlıyordu…

Çocuk yüreği çaresizdi…
Ama bu kez gözyaşları sessizce içine akıyordu. Artık gözyaşlarını göstermemeyi öğrenmişti.
Çünkü o çoktan susmayı da öğrenmişti...

Arkadaşları bayramlıklarını üzerlerinde denerken, o uzaktan izlemekle yetinmişti. Hatta onların neşeli ve mutlu çığlıkları duymamak için kulaklarını kapatmıştı. O gece hiç bitmesin, sabah olmasın istemişti. Çünkü bayramda giyeceği ne bir elbisesi, ne de bir yeni ayakkabısı vardı. Sabaha kadar ağladı. Pamuktan yastığı tuzlu gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

Oysa hemen üstündeki ranzada yatmakta olan, anne ve babası yangında ölmüş, en yakın arkadaşı Fatma’ya bile yurt öğretmeni Muhterem , kırmızı rugan ayakkabı hediye etmişti. Nasıl da imrenmişti…

Hayırsever zenginler, arife günü yurda gelip hediyeler dağıtırlardı. Yetim ve öksüz çocukların en mutlu günleri arife ve bayram günleri olurdu.
Çocuk bütün gün şöyle düşündü:

 'Muhterem Öğretmeni, neden ona vermemişti? Bayram sabahı neden gri lastik ayakkabıları giymek zorunda kalmıştı?'

Her sabah okula gitmek için hazırlanırken, aynadaki görüntüsüne bakmak bile istemiyordu.

 Ayrıca gri lastik ayakkabısını ve gri ilkokul önlüğünü her sabah giyerken içi bulanıyordu.

 Okuldaki yurtlu olmayan sınıf arkadaşlarının alaycı bakışları ve kaçgöç bakışlarla kulaktan kulağa konuşmaları çok canını üzüyordu;

"Bak o çocuk da yurtlu, hani şu gri renkli önlük giymiş olan..."

Bu sözler içinde parçalanan cam kırıkları gibi yüreğini acıtıyordu ve öyle zoruna gidiyordu ki yurtlu olmaktan…

Ya şimdi, evet şu an yağan tipi altında zangır zangır titriyordu. Az önce tek sıra halinde tören alanına birlikte yürüdüğü arkadaşları çoktan gözden kaybolmuşlardı bile.

 En arka sırada olduğundan kimse onun yokluğunu da fark etmemişti. Ayakları kırılan buzun içine girdiğinde bile sesi çıkmamıştı. Kendisini fırsat buldukça döven yurt öğretmeni, sesini duyacak diye gıkı bile çıkmamıştı. Oysa öyle çok canı yanmıştı ki...
Sesli ağlamaya başladı.

"Anneciğimim...Anneciğim mm... Üüüü...hüüü!"

O anda sesine sanki bir melek yanıt vermişti:

“Ah kıyamam, ne oldu sanaaa öyle!?”

Hayır... Hayır, rüya görmekteydi!..
Ayakları yerden kesilmiş ve sıcacık kucaklarda taşınıyordu şimdi de...

"Ah, yavrum mm, şuna bakkk!.. Buza saplanmış yavrum... Nasıl da titriyor. Kuş gibi canım benim mm"

"Evet, ayakları buzlu sudan donmuş. Yazık, bir de lastik ayakkabı giydirmişler. Hem de bu kış gününde... Olacak şey mi bu!"

Artık güvenli kucaklardaydı. Bir erkek ve kadın... Yoo, bir anne ve bir babaydı onlar...

Ve artık benim de bir babam var, annem benim için üzülüyor, dedi içinden çocuk.

Okul basamaklarından yine aynı kucaklarda çıktı. Hani adımlarını zor atıp da gıcırdayan tahta basamaklardan, bu kez onu seven, başını sık sık;

 "Geçti yavrum, hadi ağlama artık bak okuluna getirdik seni.." diye şefkat gösteren anne sıcaklığı tüm hücrelerine dolmaktaydı.

O gece mutlu bir şekilde yatağına uzandığında, pamuk yastığındaki gözyaşları çoktan kurumuştu.

Çünkü çocuk, yastığının altında defalarca okşayıp, bir türlü bırakamadığı “bir çift kırmızı rugan botunun” sıcaklığını hissediyordu...
Çocuk bu kez mutluluktan ağlıyordu.

Emine PİŞİREN/Edremit-31.08.2011



Hiç yorum yok: