Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

16 Aralık 2015 Çarşamba

BİR DAHA Kİ SEFERE “KAZANMAYI SEÇECEĞİM” ANNECİĞİM.

BİR DAHA Kİ SEFERE “KAZANMAYI SEÇECEĞİM” ANNECİĞİM.

Emine PİŞİREN
Yıllar öncesinde ilkokulu bitiren kızım; çok istediği konservatuarın müzik bölümüne giremeyişinin kısa öyküsünü ansadım az önce…
İstanbul M.Ü Konservatuarının iki aşamalı sınavlarına aylar öncesi çalışan kızım, kazanacağına dair çok ümitliydi. Çünkü hem kulağı kuvvetliydi, hem de notasız duyduğu her parçayı flütte çalıyordu. Üstelik, yüzlerce müzik parçasını notasız ve hatasız çalmayı başarıyordu. Yanı-sıra kendi yazdığı şiirlerini de besteliyordu. Hayret ederdim her bestesini dinlerken.
Nihayet beklenen gün gelip çatmıştı. Sınav iki aşamalıydı. İlki yazılı, ikincisi sözlüydü. Büyük bir heyecanla Cihangir’deki evimizden Kadıköy’e doğru sabahın erken saatlerinde yola koyulduk.
Kızım ilk sınava girdi. Bir ay sonra sonuçlar yüzümüzü aydınlatmıştı: İlk engeli aşmış; oldukça yüksek puanla ikinci sınava girmeyi hak-etmişti.
Umutlarımız sabun köpüğü gibi sönmüştü! Kızım sözel sınavı geçememişti. Nedeni ise çok basitti: torpilliler duvarını aşamamıştı. Belki de geleceğin usta, başarılı bir keman sanatçısı olabilecek kızım, mülakat sınavında tökezlenmişti. Hayatın ilk ciddi şakasıydı, ilk tokadıydı.
O günü andıkça hala içim sızlar: Hiç unutmam, sınav salonundan çıkarken kızımın dudakları sarkmış, yüzü asılmıştı: “kaldım galiba” demesine şaşırmıştım. Oysa sınav daha yeni başlamış, sonuçlar dahi asılmamıştı; üstelik kızım ilk içeri alınanlardandı.
“Henüz çok erken, niçin/neden bu kanıya vardın yavrum?” diye sordum.
O gün yavrumun gönlündeki gökyüzü, gözlerinden sağanak halinde dökülmeye başlamıştı. Sınav stresine bağlamıştım, o duygu anını. Değilmiş. Sorduğum sorum üzerine kızım, yaşadığı hayal kırıklığını şöyle açıkladı:
“Anne daha ben flütü çalmadan, beni test edecek olan piyano hocası yardımcısına şunu söyledi: ‘…Katılım çok fazla. İlk 50 ye kadar olanı eleyelim, sonrasını ciddi olarak değerlendirelim.’ Ben yedinciydim. Anneciğim ben o an anladım, geçemeyeceğimi…” diye isyanlardaydı.
Hıçkıra hıçkıra ağlayan kızımın gözyaşlarına içim kıyılmıştı…
Bir anda yaşamın olumsuzluklarını ona anlatmakta zorlanacağımı biliyordum. Haksızlığa tanık olmuş, kalbi kırılmış, incinmişti. Bir anne olarak onu nasıl sakinleştireceğimi düşündüm. Önümde iki şık vardı: 1: İçeri girip o iki hocayla sözle dövüş yapabilirdim. 2: Canım kızımın elinden tutup, onu eğlendirecek olan lunapark, sirk dünyasına götürüp stresten kurtarıp unutturabilirdim.
İlki hem bizi üzerdi, hem de değiştiremezdim, alışılagelmiş sistemin bozuk düzenini, tek başına yıkamazdım kemikleşmiş önyargıları. Ama yine de dışarıda bizim gibi hayal kırıklığına uğrayacak velilerin kulaklarına kar suyunu kaçırmıştım.
Ayrıca ikinci seçimim, geçici bir tinsel otama olurdu. Eh bende kızımla sakin sakin konuşmayı seçtim. Onun boy seviyesine kadar eğilip;
” Sana üzülme kızım, diyemeyeceğim. Aylarca çalışmıştın; üstelik müzik en sevdiğin dersti, seni anlıyorum. Ama şurası bir gerçektir ki, hayat hep….” der demez ağlamayı kesip;
“…Müzik, artık en nefret ettiğim ders olacak anne…Bundan böyle hiçbir müzik aletini elime almayacağım.” demez mi!
Gözlerim, tüm duyularım ve zaman o an sözcüklerin kifayetsiz kaldığı ana tanıklık ediyordu… O gün kızımın hak ettiğini alamadan evimize döndük.
Yıllar sonra kızım, üniversitenin işletme bölümünü ikincilikle bitirdi. Artık yaşama atılma hevesleriyle dolu bir genç kızdı. İlk hayal kırıklığını çoktan unutmuştu. Yıl 2004 ve sevgili kızım büyük bir umutla memuriyet sınavlarına girmişti. O sınav da iki aşamalıydı. İlki sabah sözel/sosyal sorulardan, ikincisi Türkçe matematik öğleden sonraydı. Kızım çok değil sınav saatinden tam 30 dakika sonra beni telefonla aradı:
“Anne bu sınavı da kazanamayacağım, bu nedenle öğleden sonraki sınava girmeyi düşünmüyorum. Eve geliyorum.”
Şok olmuştum!…Yutkundum. İçimden kendime fısıldadım: “Allah’ım, bu nasıl bir sınav!”
Sonra kızıma sordum:
“Neden kızım, ne oldu ki?”
Verdiği yanıt -dudak uçuklatan türde- fahiş bir haksızlıktı.
“Anneciğim, sınava girenlerin hepsi tesettürlüydü. “
“Ee, ne varmış bunda? Onlar da insan kızım.”
“Ama anne onlar insan olsaydı, sınav kâğıtlarına sadece isimlerini yazıp, sınav görevlilerine kâğıtları boş teslim etmezlerdi. Üstelik sınav sorumluları ellerindeki şablonla kendilerine verdikleri boş kâğıtları doldurmazlardı. Beni anlıyor musun anneciğim. Koca salonda ben ve bir genç kaldık. Belli ki o kişiler torpilliydiler…”
“Hımm, bu çok kötü bir talihsizlik kızım..!”
“Hayır, anneciğim, kötü bir devir, kötü talihsizlik değil. Ve sakın o konservatuar sınavı sonrası susturduğun sözcükleri yineleme bana… Bunların topunun Allah belasını versin, de daha mutlu olacağım, inan!”
Haklıydı. Kızım küçük bir çocuk değildi. Aklını, mantığı ile körükleyen zeki bir genç kızdı.
Ona dedim ki:
“Bu da bizim sınavımız kızım: Yaşam seni de beni de çalışmadığımız konulardan imtihan ediyor.”
“Hadi gel bu sınavın üzerine bir bardak su içelim, sana köpüklü bir Türk kahvesi pişireyim.” dedim.
Kızımı beklerken onun bana “sakın bana o sözleri söyleme!” dediği sözleri anımsamıştım:
” Başarı kadar başarısızlık da doğaldır kızım. Hayat, avuçlarına iki kart saklar ve bize birini seçmemizi söyler.”
Kızım gözyaşlarını elinin tersiyle silerken sormuştu:
“Neler onlar?”
“ O kartlar, kaybetmek ve kazanmaktır. Hayat bugün bize kaybetmeyi çektirdi; yarın da diğer kartı seçersin, olur biter.”
Sevgili kızımın gözlerindeki matlık yavaş yavaş kaybolmuş, eski canlılığı gelmişti. Ellerini çırparak:
“ Bir dahaki sefere Kazanmayı seçeceğim anneciğim.”
Nedense başarı hep güçlü olanın elindeki sihirli değnek olarak karşımıza iki kez çıkmıştı. İlkinde ruhun gıdasını almıştı, ikincisinde ekmeğini.
Uzakdoğulu bilgenin dediği gibi bizlerin tesellisi, dayanağı yine felsefe oluyor. Belki de eskilerin dediği gibi züğürt tesellisi:
“Başarı belki insana çok şey öğretmez, fakat başarısızlık çok şey öğretir.”
Emine PİŞİREN/EDREMİT
“2004 senesi anılarımdan biri…”

Hiç yorum yok: