Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

17 Nisan 2020 Cuma

DEJAVU (1)



Yıllar önceydi.
Karnım burnumdaydı. Çalıştığım işyerinden doğum iznine ayrılmıştım. Evde tek başınaydım.
Kanepeye uzanmış kitap okuyordum. Bir anda bacaklarımın arasından ılık ılık bir sıvı akmaya başladı. Eteğimi kaldırıp baktığımda sevinmiştim.
Korktuğum şeyi görmemiş, kan da gelmemişti. Sadece doğumhanede ebenin veya doktorun müdehale ile akıtacağı ilk amniyo sıvısıydı.
Yavaşça yerimden doğruldum. Yan komşuma gidip, telefon açmayı düşündüm:

" Bak ne zaman olursa olsun bana telefon aç canım. Derhal taksiye atlar gelirim." Diye beni uyaran eşimin sesi kulaklarımda akisler çiziyordu.

Yan komşumun kapısını tıklattım. Kapıyı açan olmamıştı. Üst kata yavaş yavaş, tırabzana tutunarak çıktım. Onun kapısını istemeye istemeye zorunlu çaldım. Çünkü tam tanımıyordum. Ya telefon açmama izin vermezse ne yapacaktım?
Kapı açıldığında, uykulu gözlerle sarışın bir kadınla karşı karşıyaydım.
" Ne var?" Dedi.
Kabaydı, argoydu sesi.
" Şeyy... eşime telefon açabilir misiniz acaba? Şeyim geldi de..."
Dememle,
" Başlarım ben senin eşine de sülalene de..."
Demez mi?!
Bir de kapıyı " çatt" diyerek yüzüme kapatmaz mı?
Öylece kala kalmıştım.!.
Kadın akşamdan kalmaydı, bu öyle belliydi ki...
Anosonun o ekşimsi, sindirilmiş nefesi hala yüzüme yapışmış kalmıştı...
İnleye inleye kendi katıma tam inecekken karşı dairenin kapısı açılmıştı!
"Hanımefendi bir şey mi vardı? Size nasıl yardımcı olabilirim?"
Diyen sese başımı çevirdiğimde 20 yaşlarında genç bir delikanlı gördüm.
Ona " Acaba eşimi arayabilir misiniz? Doğumum başlamak üzere de..." diye rica ettiğimde.
Genç çocuk heyecanla telefonu yazdı. Heyecanlanmıştı. Ayakkabılarını bile giyenemiş, ev terlikleriyle bakkala koşturmuştu.

" Siz evinize gidin ben hemen geliyorum!" Demişti...

Sonradan öğrendim ki, o genç Eskişehir'den okumak için İstanbul'a gelmiş, bir hukuk öğrencisiymiş. Evinde de telefon yokmuş.

O gün eşim 20 dakikada yetişmişti. Doğumun ilk işaretleri gelmişti. Hastaneye zamanında yetişmiştik.
Hemen beni 9 ay kontrol eden doktoruma haber verildi. Kısa muayene sonrasında;

" İsterseniz sezeryanla doğumunuzu gerçekleştirelim," önerilerini kulak ardı etmiştim.

 Kendime o kadar güveniyordum ki, ilk çocuğumu tüm hücrelerimde hissetmek, onun içimden dünyaya gelişini duyumsamak, ona acılarımın arasında gülümsemek, "hoş geldin meleğim" demek, istiyordum.
Ve doktoruma gülüşler uzatarak;

" Hayır, normal doğum yapmak istiyorum doktor bey!" Dediğimde o hala ısrar etmekteydi:

" Sizin de bildiğiniz gibi bebek kilolu. Riske girmeyelim bence..."

 "Riske gireceğim doktor bey!"

Dedikten sonra onun kuşkulu bakışlarının arasında bana uzattığı " Her şeyden ben sorumluyum" kağıdını imzalamıştım.
Yanılmışım..!
Hemen yanıbaşımda bir gebe çığlık çığlığa bağırıyordu. Tüm çabalara karşın o kadın masada kalmıştı.
Bebeğini doğuramamıştı! Karnındaki bebeği canlı kurtarmak, amacıyla  tüm doktorlar aceleyle ameliyathaneye koşturmuşlardı.
Bütün bunlara tanık olunca ağrılarım geri gitmişti.
Nöbetçi ebe ne kadar karnıma bastırmış olsa da yok, yoktu ağrı...
İğneler yapıldı.
Kata alındım.
Koluma serumlar takıldı.
Ama karnımdaki o ilk acılı, kıvranışlı ağrılarım, artık yoktu. Azıcık geliyor sonra da kısa sürüp yok oluyordu.
Psikolojik tepki vermişti benim meleğim. Belli ki, o ölen kadının çığlıklarından ürkmüş, dünyaya gelişini ertelemişti.

Sözü uzatmayayım, doğumun tüm işaretleri gelmiş, amniyo suyum boşalmıştı.
 Ve zor doğum sonrası Zeynep Kamil Hastanesinden taburcu olmuştum.

Lohusalık günlerimde kimse yanımda yoktu.
Eşim çalışıyordu. Devletin ona yasal olarak verdiği 3 gün izin süresi dolmuştu.
Tek başına o hasarlı günlerimde başa çıkacağımı düşünüyordum.
Eşimin,
 " İstersen senelik iznimi alayım canım?" Sözlerini reddetmiş;
" Merak etme bebek de iyi, bende iyiyim. Başa çıkarım.

Ve işe giderken eşimi uyarmadan yapamadım:
" Senelik iznini sakın alma bak! Yaza kızımızla birlikte üçümüz Antalya'ya gideceğiz. Sakın ha!"

Yanılmıştım!

Aynı gün ateşim yükselmişti. Beynim nasıl zonkluyordu, nasıl!
Kulağımdaki ağrı dayanılacak gibi değildi. Ateş ölçeri başucumdaki etejerden aldım. Dilimin altına koyup, 3 dk sonra baktığımda civa 40 dereceyi aşmak üzereydi.
Panikledim!
Meleğime baktığımda beşiğinde yüzükoyun mışıl mışıl uyumaktaydı.
Bense ayağa kalkacak gibi değildim.
Zorladım kendimi.
Tutuna tutuna kalktığımda, bir de ne göreyim!
 Bacaklarımın arasından kan sızmaktaydı. Bir anda yer küçük kan göletine dönmüştü.
Soğukkanlı olmalıydım. Duvarlara tutuna tutuna banyoya ulaştım.
Duşun altına girip soğuk suyu açtım.
Tabi o yıllar elektrikli şohben alamamıştık. Yeni aldığımız ev eşyamızın taksitleri bitince almayı düşünmüştük. Bir yandan kira öde, bir yandan hayat şartları eşimle beni zorluyordu...

Bu nedenle evimizde telefon dahi bağlatamamıştık.
Soğuk suyu açmak, o anda tek çözüm olarak görmüştüm.
Banyoda bakır şohbenimiz vardı, ama...
Ne bakır şofbeni yakacak gücüm vardı, ne mini ocakta su ısıtacak halim vardı.
Buz gibi suyun altında titreyerek duşumu aldım. Dikişlerim beşli ki açılmıştı. Açılan yerlerinden kan akmaktaydı. Banyo küveti kanlar içinde kalmıştı.
Duşun tesiriyle biraz gözlerimi açar gibi olmuştum ki, bebeğimin ağlayışı kulaklarıma gelir gibi oldu.
Banyo dolabından havlu çekip sarındım. Kanayan dikişlerimin olduğu yere beyaz havluyla tampon yapıp yatak odama koşturdum.
Allahım, kulak ağrım, başımmm!
Ne çok ağrıyordu. Ama bunların hiçbiri bebeğimden daha önemli değildi.
O acıkmıştı. Önce onu doyurmalıydım.
Sütten şişmiş göğüslerim sızlıyordu. Bebeğimi kucağıma aldığımda yere düşmemek için kendimi olağan üstü zorluyordum. Yatağa tutunup bebeğime göğsümü uzattığımda nasıl da kapmıştı.
En son anımsadığım kare buydu. Bebeğimle birlikte sırt üstü yatağa devrilmiştim. Odam bir anda siyaha bürünmüştü..!

Devam Edecek

Emine Pişiren/ Kocaeli

Hiç yorum yok: