Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

19 Ocak 2021 Salı

KIRINTILAR...

 

Akşam yemeğinden arta kalan pilavı kuşların yemesi için çimlere doğru balkondan kaşık kaşık atarken düşünüyordum.
Şimdi anlıyor muyuz acaba yokluğun ne demek olduğunu?
Çocukluğum fakirlik içinde geçmişti. Babamı 4 yaşında yitirince, annem ve diğer 3 kardeşimle yaşam bizlere çok ağır gelmişti.
Çaresiz kalan annem, sonunda bizleri devletin yatılı okullarına dağıtmak zorunda kalmış.
Yaşamda tek başına kalan 24 yaşında ki kadın, bırakmamıştı kendini. Koca eline bakmamak, yavrularını üvey baba eline baktırmamak adına bir yol çizmişti kendisine.
Hem de onurlu bir yaşam yoluydu.
Kızılay Hemşireliğinden sertifika almak için kendini geliştirme sürecine girmişti.
Annem, hafta sonları bizi yanına aldığında evimizde bir eksiklik vardı. Fark edince ilk şu soruyu sormuştuk:
" Mustafa nerede anne?"
" Cennette!"
Aldığımız yanıtla sarsılmıştık..!
Mustafa bir daha gelmeyecekti! O bizim en küçük kardeşimizdi.
Dokuz aylık, ak tenli kardeşimizi artık mıncık, mıncık sevemeyecektik.
Bu bizim çekirdek ailemizde babamdan sonra ikinci eksik kalışımızdı...
" Cennet nasıl bir yer anne?"
Ve annem üç çocuğunun sorularını, çocukluğunda köy imamından aldığı derslerden edindiği bilgilerle yanıtlardı.
Cenneti öyle güzel anlatırdı ki, oraya nasıl gideceğimizi sorar, hayaller kurardık.
Hayallerimiz hep, "Yaratıcıyı memnun etmek adına ve iyi bir insan nasıl olunur?" Üzerine kuruluydu.
O yedi rengin olduğu, süt ve balların ırmak gibi aktığı cenneti düşleyerek büyüdük biz...
Daha sonraki yıllarda öğrenmiştik küçük kardeşimizin açlıktan, yeterince tedavi olamamaktan gözlerini yaşama kapamış, olduğunu...
Annem tek gözlü kiralamış olduğu odasında; üç çocuğunu hafta sonları ağırlarken, yer sofrasında yemeklerimizi yerdik.
Buzdolabı yerine tel dolabımız, set üstü ocak yerine, gaz ocağımız, masa yerine yuvarlak yer soframız, karyola yerine yer yatağımız, televizyon yerine 2. el petekleri sararmış radyomuz vardı.
Annem yer sofrasına oturduğumuzda yemek duası yaptırmadan, kaşıklarımızı elimize almamızı istemezdi.
" Artsın, eksilmesin. Taşsın, dökülmesin. Ardı kesilmesin. Allah olmayanlara da versin. Aminn!"
Yemek bitmeden bir lokmayı bırakmamızı isterdi. O son lon lokmayı tabağımızda yemek artığını iyice temizlememiz içindi.
Biz sofradan bir an önce kalkmak oyun bahçemize koşmak isterdik.
Annem kırıntıları işaret parmağı ile toplar yerdi.
O yıllar, çocukluk işte. Annemin aşırı tutumlu olduğunu düşünürdük.
Sonraki yıllarda anladım ki, annem 2. Dünya Harbinin çocuklarındanmış.
Hani, yokluk, zorlu yıllarının çocuğu...
Bu yüzdenmiş, kaçık çorapları, yırtılan elbiselerimizi yamaması...
Bu yüzdenmiş, erişte, tarhana, konserve hazırlaması...
Bu yüzdenmiş, kuru ekmekleri atmayıp, köfte içine saklaması...
Bu yüzdenmiş, semt pazarına alaca karanlıklarda çıkması...
Ya şimdi bizler nasılız?
Evlerimiz saray da olsa mutlu muyuz?
Her gün elbise değiştiriyor muyuz?
Makyaj, kuaför, kişisel bakım yaptırabiliyor muyuz?
Bayatlamış ekmekleri çöpe atıyor muyuz?
Kırıntıları parmaklarıyla toplayan annem, sofra örtüsünü de itina ile toplar, kuşlara silkelerdi.
Onların nasibi, der ve şu sözleri söylerdi bize:
"Ekmeğin değeri toklukta değil açlıkta anlaşılır."
Şimdi, sol yanımın en seçkin yerinde hatıralarla, dualarla duran annem, yokluğu bilen tam bir Anadolu Kadınıydı.
Emine Pişiren/ Kocaeli
Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı ''kırıntıya hürmeti olmayan, ne bilsin kuşun kalbini.''

Hiç yorum yok: