Merhaba Gönül Sayfama Hoşgeldiniz


Bu Blogda Ara

19 Ocak 2021 Salı

ADIM ONUR, DEMİŞTİ -Son Bölüm-

 Terasta kahvelerimizi yudumlarken Onur'un babası yaşadıkları o acı günlerini anlatırken; adeta tekrar tekrar yaşıyordu. Öfkeli bakışlarından şimşekler çakıyordu.

" Hocam, hangi mantık bunu kabul eder, anlamış değilim! Okul müdürü benden ikamet adresi istiyordu. Ona çadırda yaşıyoruz, dediğimde okulun güvenliğini çağırdı. Beni ve oğlumu okuldan yaka paça attırdı.!. Sanki bir hırsızdık! Öyle utandım ki o gün. Yerin dibine geçmiştim!"
Anlattıklarını mantığımın süzgecinden eliyordum:
Eşi kansermiş...
Adamın Bağkur borçları varmış...
Eşini tedavi ettirmek amacıyla Sosyal yardım için anlaşmalı boşanmışlar...
Çocuklarınının vekaleti kanserli annedeydi...
Baba para kazanmak adına İzmit'ten Körfeze 1 yıl önce gelmiş ve hala asıl ikamet adresine gitmemiş..!
Onur babasıyla yaşıyor...
Hem de çadırda!
Çocuk 12 yaşında ve hala 4.sınıfı okuyacak!
Ve babasından çok korkuyordu!
Her biri gerçek olabilir miydi?
Kafamda öyle çok sorular dolap beygiri gibi dönüp dolaşıyordu ki, önce onların yanıt bulması gerekiyordu.
" Eşiniz yaşıyor mu Süleyman Bey?"
" Evet yaşıyor."
" Onunla telefonla görüşüp ikametgah ve noterden vekalet göndermesini neden istemediniz? Veya İzmit'e siz gidip almadınız?"
" Hocam, işte bu nedenle derneğinize başvurmuştum. Cebimde ne yol param vardı, ne de notere verilecek param..."
" Anlıyorum. Eşiniz ameliyat oldu mu? Olduysa durumu nasıl? Şimdi ona kim bakıyor?"
" Olmuştu. Meme kanseriydi. Kemoterapi alıyordu. Kızkardeşi bakıyordu. Onu bir yıldır görmüyorum."
Adam beni hem öfkelendirmekteydi, hem de kuşkularımı artırmaktaydı. Niçin bir yıldır görmemişti, niçin?
Lakin bu onun özel sorunuydu. Asıl konu küçük Onur'un okullar açıldığı halde 3 aydır kayıt yapılamamasıydı.
Beni ve derneğimizi ilgilendiren öncelikli konu da buydu.
Dernek başkanımızı ne kadar telefonla aradıysam, ulaşamamıştım. Annesi böbreklerinden ameliyat olacaktı. 'Acaba, Hastanede olduğu için mi kapalıydı telefonu?'
Bu durum çok acil çözüme ulaştırılmalıydı.
" Gerçekten siz çadırda mı yaşıyorsunuz Süleyman Bey?"
" Evet. Kira ödeyecek gücüm yok ki hocam...Bana kim bedava evini kiralar ki?"
Yarabbim, yokluk insana neler yaptırmazdı ki..?
Onur'a çevirdim bakışlarımı. Elindeki limonata bardağını sıkıca tutmuş bir bana, bir babasına bakıyordu.
Ona şefkatli bir gülüş uzattım:
" Onur sen okumak istiyor musun yavrum?"
" Evet, öğretmenim."
" Peki, okuyunca ne olmak istiyorsun?"
" Polis olmak istiyorum."
O anda babasının kaşları çatılıp, bakışları sertleşmişti. Sesi öyle öfkeliydi ki...
" Başka olacak bir meslek yok muydu da, polis olacaksın be salakkkk çocukk!"
Onur, ürkek bir ceylan gibi oturduğu yerden öyle bir sıçramıştı ki, terasın köşesine çömelmişti. Başını iki cılız kollarıyla korumaya çalışmıştı. Ben de aniden kalkıp kucaklamıştım onu...
Zavallı çocuk, kollarımda titriyordu. Etsiz kemiklerini göğsümde hissediyordum.
" Bakın Süleyman Bey, böyle davranırsanız; sizi ben bile yanlış anlarım. Ki, okul müdürü de size benim gibi sabırlı davranmamış.
Önce sizinle anlaşalım. Sakin olacaksınız. Susacaksınız. Tamam mı?"
" Tamam hocam, tamam!"
" Sonra sizi üç resmi kuruma götüreceğim. Ve tüm sorumluluğunuzu üzerime alacağım. Ama lütfen sakin olacaksınız. Öfkeli insanı değil, mazlumu oynayın."
" Ama hocam... Yine olmayacak bu iş...Ben kaç kere milli eğitime, belediyeye gittim kaçç kere!? Beni kapıdan içeri bile almadılar. Yüzüme dahi bakmadı o şerefsiz emperyalistler...
"... Bakın şu ellerime hocam, bakın! Benim bu parmaklarım 12 eylülde ne işgenceler gördü, bilseniz... Tırnaklarım tek tek söktüler. Yine de bu eller sanatla uğraştı. Çalmadı, çırpmadı. Hala ekmek kazanmak için çabalıyorum. Onursuz yaşamadım ben. Anlıyor musunuz beni hocam?...
"...Üzerimdeki kıyafetimle, parasızlıktan traş olamadığım saç ve sakalıma bakılarak yargılanıyorum, o şerefsizlerce...
Beni kimse anlamıyor, kimse dinlemiyor bile..."
Gök boşalırdı ya, işte öylesi bir duygu sağanağı başlamıştı, o konuştuktan sonra...
Sarsıla sarsıla ağlıyordu adam. Daha sonra, hiç beklemediğim bir şey olmuştu. Onur, kucağımdan bir anda kurtuldu. Babasına koşarak sarıldı. Sarıldı...sarıldı...
" Ağlama canım babacığım. Ne olur ağlama! Tamam bu sene de okumayacağım. Seninle, yine su kabaklarını satarız babacığım. Söz, senden dondurma da istemeyeceğim. Ağlama canım babacığım..."
Öyle acımıştı ki sol yanım, öyle acımıştı işte...
Babayla oğulun sarmaş dolaş terasta, yerde...bir süre beşik gibi sallanarak ağlaşmalarını çaresizlikle izlerken; teras kapısında öylece sona kalmış başka biri daha vardı!
Eşim...
O da ağlıyordu.
Bakışları kızıl renge dönüşerek hem de...
Terastan salona geçtim. Kolonya ve su sürahisi ile geri döndüğümde çocukla babasının yüzlerini yıkamalarına yardım eden eşime sevgiyle baktım...
O da bana duygu dolu bir ifadeyle ne yapacağımı özetlemişti:
" Bu durumu ancak sen çözersen, sen çözersin canım! Başaracağına inanıyorum..."
...
Öğle tatili bitince ; Önce Edremit Kaymakamlığına, sonra Belediye ve Milli Eğitim Müdürlüğüne götürdüm onları.
3 saat sonra nihayet bir sonuca ulaşmıştık.
Çocuğu Balıkesir Balya'da bulunan yatılı bir okula kayıt ettirdim. Tüm masraflarını devlet üstlenmişti.
Onur'a haftalık cep harçlığı verileceği gibi hafta sonları servisle babasına getireceklerdi.
Resmi binalardan ayrılınca babayla oğula bir güzel kebap yedirmiştim. Eve dönüşte kitapçının önünde Onur benden izin istedi.
İşte o dakikaları yaşamım boyunca unutamam!
Çocuk kitaplarının olduğu puseti nasıl, nasıl eşeliyordu elleriyle!
" Bunu okudumm...bunu da...bunu okumadım...ah, bu kimbilir ne güzeldir!.."
Benzer sesli düşünceleri kulağımın içinde akisler çizmekteydi.
Pusetin içinde okumadıklarını ayırmıştı. Hepsini alıp kitapçıya girdim. Elimde poşetle çıktığımda o çocuğun mutlu bakışlarını ömrümce unutamam, unutamam!
Hele ki ; kitapların poşetini ona uzattığımda, o sevinçli çırpınışlarını...
" Yani bunlar artık benim mi? He, benim mi, öğretmenim?"
...
Dernek başkanımız H. Bey Ankara'dan dönmüştü. Yokluğunda neler yaptığımı, tek tek anlatıp ona bilgi vermiştim. Lakin, Onur ve babası hakkında ona danışmadan sonuca gitmeme, nedense kızmış, bana aşırı tepki göstermişti
" Hocam, bunu nasıl yaparsınız? Yönetime danışmadan, hem de tek başınıza böyle bir kararı nasıl alabilir ve uygulayabilirsiniz? Derneğimizin adını kullanarak, resmi makamlara gitme yetkisini size kim verdi?"
Ben dernek başkan yardımcısı değil miydim?
Vekaleten o masayı işgal etmiyor muydum?
Sadece dernek odasını aç kapa, masa ve rafların tozunu mu almak mıydı, benim görevim?
Ya da gelen konuklara çay, kahve pişirmekle mi, yükümlüydüm?
Kırılmıştım...
İncinmiştim...
Tek söylemiş olduğum cümle şuydu:
" İnsan onuruyla yaşamalı, onuruyla ölmelidir!"
İstifamı basıp çıkmıştım dernek binasından!..
Eve geldiğimde gizli köşeme çekildim. Onur'un gülüşüyle babasının mutluluktan ağlayışı gelmişti gözlerimin önüne.
İşte o an, sol yanıma "iki kişilik" huzurlu bir mutluluk dolmuştu, coşkun denizler gibi kabarmaktaydı...
Emine Pişiren/ Kocaeli
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Hiç yorum yok: