Doğuştan şanssızdı.
Onun şimdi yaşadığı, klasik, acı, şaşırtıcı, dram yüklü bir hayat hikayesiydi. Genç kız annesinin kaderini yaşıyordu adeta.
Kucağında sıkıca tuttuğu pembe kundağı eliyle araladı. Öyle masum, öyle güvenli uyuyordu ki, üç gün önce doğurduğu bebeği.
Hıçkırdı genç kadın. Öptü, kokladı süt kokulu bebeğini. "Ah!" Dedi can acısıyla. Göğüs uçları sızlıyordu. Sütten şişkin memeleri acıyordu. Sabah erkenden son kez emzirmişti bebeğini. Ve son kez altını bezlemişti.
Bırakamıyordu kucağındaki bebeğini. Annelik içgüdüsüydü işte...
Ama kulağında başka bir ses akisler çizmekteydi, beyninin derinliklerinde. Aklı karışıktı, mezarlıktan adımını attığında...
O ses sürekli aynı şeyi söylüyordu:
" Eğer bu bebekten bir an önce kurtulmazsan, beni bir daha göremezsin. Evlenmem seninle...Ona göre..."
Ya bebeğini, ya da sevdiği adamı seçecekti. Bebeği babası istemiyordu işte...
Sonunda kararını vermişti Aygül... Babası olmadan bebeğine nasıl bakacaktı ki? Bakamazdı.
Ne evi, ne parası, ne de kimsesi vardı.
Yaşamı bir film şeridi gibi geldi gözlerinin önüne...
Kendini bildi bileli evi yetimhane olmuştu. Anneler, öğretmenleri annesi, müdürdü babası da...
Orada büyümüştü. Okumamıştı. Okumaktan nefret ediyordu zaten. 14 yaşına geldiğinde, madem okumak istemiyordu, o halde bir meslek öğrenmeliydi.
Müdür babası, sonunda onu ikna etmiş, kuaförde çırak olarak verilmişti.
Kuaförlüğü de sevememişti. Sırf müdür babasının gözüne girmek, onu kırmamak adına gidip geliyordu işte...
Ve bir gün, hayallerine kavuştu. Anne ve babası olacaktı. Artık
" evim" diyeceği bir yuvası olacaktı. Yetimhaneye gelen yaşlı bir çift onu aldılar. Onu seven, şevkatle saracak olan koruyucu anne babası vardı artık. Mutluydu. Güven doluydu.
Ortaokulu bitirdi.
" Okumak istemiyorum." Diye günlerce ağladı, okula gitmemek için direndi.
Sonunda koruyucu ailesi de pes etmişti. Sanat ve el işleri öğrensin, diye yine de Halk Eğitime verdiler onu.
Önceleri her şey yolunda gidiyordu. Ta ki, yaşlı çiftin evlat hasretine neden olan; yıllar önce evden kaçan serseri tipli oğulları eve geri dönüş yapana kadar...
...
Sabah ezanı az önce okunmuştu. Mezarlık sessizdi. Aygül titrek adımlarla sağdaki çiçeklerle süslü beyaz mermerleri pırıl pırıl parlayan mezara yaklaştı.
Bugün cuma, dedi içinden.
Mezar sahipleri gelir belki...
Belki biri görür, alır, sahiplenirdi bebesini...
Fazla düşünmek istemedi. Beyninin içindeki o ses ısrarla aynı şeyi söylüyordu:
" Hadi ne duruyorsun. Seçimini yapmalısın! Hemen şimdi. Ya o, ya ben!"
Aygül'ün gözyaşları yanaklarından iplik iplik akıyo, pembe kundağı ıslatıyordu.
Kundağı soğuk toprağın üzerine bıraktı.
Hızla mezarlıktan uzaklaştı...
...
Nurgül 18 yaşına kadar yetimhanede yetişmiş bir kadındı. Devlet 18 yaşını bitirdiğinde ona seçenek sunmamıştı. Valizi eline tutuşturulup, son harçlığı verilmiş ve müdür beyin bol şans, dilemesiyle yetimhanenin kapısına konulmuştu...
Nereye gidecekti?
Kime sığınacaktı?
Elinde valiziyle ayakları onu kafeteryaya götürmüştü.
Tabi onu izleyen bir çift gözden habersizdi...
...
Kırk yaşlarındaydı. " Mümkün değil" başına gelmişti. Ta ki, karnı burnuna geldiğinde fark etmişti 7 aylık gebe olduğunu.
Genelevin maması Belalı Hasibe'nin bakışlarında " kül yutmam" ifadesi yerleşmişti.
" Nasıl anlamazsın?"
" Anlamadım abla ya..."
Pezevengi Hamza tespihini avucuna hapsedip, şıngırtatır. Sonra da yüzüne savurur tespihini. Paylar Nurgül'ü:
" Lan hiç mi aşermedin? Kim poh etti bunu sana?"
Son anda geriye sıçramış, yine de gamzesine sertçe değmişti imamenin ucu.
Canı yanan kadın eliyle ovuşturur yanağını:
" Ne vuruyon lan Hamza! Aşermedim işte..."
Mama kabullenmişti gerçeği:
" Aybaşıların da mı, kesilmedi kızım senin?"
Nurgül artık saçlarını çekiştiriyordu:
" Kesilmedi abla, kesilmedi. Her ay aynı günde oldum. Ben de anlamış değilim. Üstelik spiralim de vardı..."
Sesi ağlamaklı çıkmıştı.
Hamza burnundan soluyan boğalar gibiydi...
"Ulan be karı...Ben senin karnını deşmez miyim şimdi ha?! Şimdi o karnını deşmez miyim lan, ben senin ha, deşmez miyim? "
Nurgül kaçamamıştı. Genç kadının saçlarını tepeden avuçlayıp yakalamıştı Hamza. Elinde sıkıca tutmakta olduğu usturası parlamaktaydı!
"Kimden lan orospu bu veledi zina ha!? Kimden lann karı, ha! Kimdenn..?"
Sonra genelevin mamasının yalvaran sesi, kulakları yırtarcasına salonu çınlattı:
" Gözünü seveyim Hamza durr...Sakın bir hata yapayım deme..!"
Nasıl, nereden çıkartmıştı o usturayı kimse fark etmemişti.
Salonda meraklı hayat kadınları korkulu çığlıklar atarak sağa sola kaçışmışlardı.
Hamza elini havaya doğru hızla kaldırdı...
...
Emine Pişiren/ Kocaeli
" Aygül Nurgül Ve Babaları" adlı romanımdan bir bölüm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder